Gündem

Afrika’da askeri darbeler: Bir geleneğin yeniden canlanışı mı?

Afşin Burak Umar

Afrika kıtası için askeri darbe ne yazık ki öteden beri kulaklarda herhangi bir olağanüstülük tınısı yaratmayan, kanıksanmış, daha doğrusu kanıksatılmış bir günlük haber başlığından ibaret. Emperyalizm tarafından hunharca yağmalanan, sömürgeleştirilen ve bunun sürdürülebilirliği için de sistematik olarak istikrarsızlaştırılan bu koca kıtada 1950’lerden beri kabaca iki yüzün üzerinde askeri darbe olduğu, reel sosyalizmin çözüldüğü 90’lı yıllardan bu yana ise dünyadaki her kırk askeri darbenin otuzunun burada gerçekleştiği dikkate alındığında, böyle olması da olağan görülebilir.

Bununla birlikte özellikle Nijer’de ve Mali’de yaşanan son olaylarla yeniden gündeme gelen, Sahra Altı Afrika’sındaki son birkaç yıllık askeri müdahaleler zinciri, 90’lı yıllardan bu yana görmeye alışık olduğumuz manzaradan oldukça farklı kimi özellikleriyle dikkat çekiyor. Bu iki ülkede darbecilerin sömürgecilik karşıtı bir tavır sergilemeleri, yönetimi ele alan askerlere destek veren ve emperyalist Fransa aleyhine sloganlar atarak sokaklara dökülen halk kitlelerinin ellerinde Rusya ve Hindistan bayraklarına rastlanması, bu olayların öyle pek de vakayı adiyeden sayılamayacağını gösteriyor.

Emperyalizm incir yaprağıyla örtülmez

2011 yılındaki sözde Arap Baharından bu yana toplam kırk sekiz darbe girişiminin yaşandığı Afrika kıtasında domino taşı gibi birbirini izleyen askeri darbelerin çetelesini dahi tutabilmenin bir uzmanlık işine dönüştüğü söylenebilir. Sahra Altı Afrika’sında 2019 yılından bu yana Sudan, Mali, Çad, Burkina Faso, Gabon, Gine ve Nijer’de artarda askeri darbeler gerçekleşti. Bunlardan her biri kuşkusuz kimi özgünlükler ve aynı cunta liderinin iki kez darbe yapması (Mali), darbecilerin yine bir askeri darbeyle iktidardan indirilmesi (Burkina Faso) gibi ilginçlikler barındırsa da hemen hepsinde darbecilerin, önceki yönetimlerin ülkeyi yeterince kalkındıramadığı, ekonomik krize ve yolsuzluklara son verilemediği, ülkenin ulusal güvenliğinin tehlikede olduğu, cihatçı ve ayrılıkçı teröristlerle etkin bir mücadele yürütülmediği, orduya yeterince bütçe ayrılmadığı gibi söylemlerde ortaklaştıkları, ayrıca bu ülkelerdeki askeri darbelerin bir tür bulaşıcılık etkisiyle komşu ülkelere de sıçradığı ifade ediliyor.

Anaakım batı basınında, Afrika ülkelerinde darbelerin tekrarlanmasının gerekçesi genellikle ulus devlet inşasında başarısızlık, etnik çatışmalar, bölgesel ayrışmalar, tırmanan terör olayları, ekonomik zayıflık, çalkantılı güvenlik ortamı, demokratik anlaşmaların çiğnenmesi ve birçok sivil yöneticinin görev süresini saltanata dönüştürme eğilimleri gibi yapısal nedenlerle açıklanmaya çalışılsa da, bizdeki “faiz neden, enflasyon sonuç” saçmalığında olduğu gibi burada da en temel mesele hasır altı edilmekte, politik istikrarsızlığın sorumluluğu Afrika ülkelerinin iç dinamiklerine ve devlet geleneğinin zayıflığına havale edilerek emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin rolü gözlerden kaçırılmak istenmektedir.

Örneğin Temmuz ayındaki askeri darbe ile dünya gündemine giren Nijer, uranyum ve petrol başta olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip bir ülke olmasına, hatta Avrupa Birliği’nin uranyum ihtiyacının yüzde 25’ini tek başına karşılamasına rağmen, halihazırda dünyanın en fakir ilk üç ülkesi arasında yer alıyor. Ülkedeki tüm uranyum madenleri 1978’den bu yana Fransa’ya ait bir enerji şirketi olan Orano (daha önceki adıyla Areva) firmasının tekelinde işletiliyor. 2006 yılı itibarıyla yıllık 9 milyar avroluk (12,4 milyar dolar) cirosu Nijer’in yıllık bütçesinin dört katından fazla olan söz konusu Fransız tekeli elde ettiği gelirin sadece %5,5’ini işletme ücreti olarak Nijer devletine ödüyor. Sefalet içerisindeki Nijer halkını kanını emercesine sömürdüğü yetmezmiş gibi, kara para aklama, yolsuzluk, rüşvet ve içme sularını radyoaktif atıklarla kirletme gibi skandalların da merkezinde yer alan Orano şirketine ve temsilcisi olduğu Fransız tekelci sermayesine karşı Nijer halkı nezdinde son on yıl içerisinde giderek kabaran antiemperyalist öfke, ülkede bugünkü siyasi gelişmelerin esas arka planını oluşturuyor.

Çad’la birlikte Fransa ve ABD’nin bölgedeki ana müttefikleri arasında sayılan, hatırı sayılır bir Fransız askeri kuvvetinin yanı sıra ABD’ye ait bir drone üssünün de konuşlandığı Nijer’de 26 Temmuz günü General Abdurrahman Tiani’nin önderliğinde iktidarı ele alan darbeciler, tıpkı daha önce Mali ve Burkina Faso’da olduğu gibi Fransız güçlerinin ülkelerini derhal terk etmesini talep edip Fransa’ya uranyum ve altın ihracatını da askıya alırken, darbeyi destekleyen halk kitlelerinin Rus bayrakları açması, önümüzdeki dönemde Nijer’in emperyalist batıya karşı Rusya ve Çin’e yakın bir politika izleyebileceğinin işaretlerini veriyor.

Afrika’daki antiemperyalist dinamizmi nereye oturtmalı?

Sahra Altı Afrika’sında yaşanan son askeri müdahalelere ve destekleyen halk eylemlerine belirgin bir antiemperyalist söylemin rengini çalması, eski Fransız sömürgeleri olan Burkina Faso, Mali ve Nijer’in Fransa ile aralarındaki savunma ve askeri işbirliği anlaşmalarını feshederek Fransız askerlerinin ülkeyi terk etmelerini istemeleri, bir zamanlar dünya sosyalist sistemi ve kapitalist ülkelerdeki işçi hareketleriyle birlikte dünya devrimci hareketinin üçüncü sacayağını oluşturduğu kabul edilen antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin uzun bir aradan sonra yeniden yükselişe geçip geçmediği konusundaki ilgiyi de doğal olarak beraberinde getiriyor.

Afrika’daki olayların böyle bir yükselişe işaret ettiği yönündeki coşkulu beklentilerin oldukça naif ve aceleci olduğu açık. Ancak son gelişmelerin emperyalizme karşı mücadelenin geleceği bakımından işaret ettiği dinamikler ve bu konu etrafında dönen tartışmaların ideolojik olarak bazı defterlerin kapanması bakımından göreceği işlev önemsenmek durumunda. Çünkü reel sosyalizmin çözülüşünün ardından liberal tez ve söylemlerin aralıksız bombardımanı altında tıpkı sınıf mücadelesi ve devrim gibi emperyalizm, yeni-sömürgecilik, anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri kavramları da, post-modern dünyanın gerçekliğine uymayan arkaik bir terminolojiye ait olmakla damgalanarak solun kelime dağarcığından silinmeye çalışıldı. 

Güya dünya artık küresel bir köydü, bağımsızlık, kendi kendine yetme, kalkınma, sanayileşme, ülke nüfusunun temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ulusal ekonomiye sahip olma gibi düşünceler çoktan aşılmış, tedarik zincirleriyle herkesin herkese bağımlı hale geldiği, dolayısıyla en gelişmiş kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere hiçbir ülkenin bir diğerinden bağımsız olamayacağı yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmıştı. 

Oysa sermayenin küresel ölçekte ışık hızıyla tedavül ettiği, gümrük duvarlarının ve ulusal ekonomileri koruyucu regülasyonların kaldırılmasıyla bir ülkeden diğerine kolayca girip çıktığı bu yeni dünya düzeninde nedense emeğin özgürce dolaşımına yer yoktu. Gerek Afrika kıtasında gerekse milyonlarca insanın açlık, yoksulluk, güvencesizlik ve işsizlikle boğuştuğu dünyanın başka yerlerinde emekçilerin payına düşen tek dolaşım özgürlüğü, lastik botlarla denizlere açılarak, uçakların iniş takımları arasında gizlenerek iş ve ekonomik refah uğruna göç yollarında ölümü göze almaktan ibaretti.

Soğuk Savaş sözde hür dünyanın zaferiyle sona ermiş, bütün insanlığa barış, özgürlük ve refah vaat eden sözde yeni dünya düzeni kurulmuştu, gelgelelim emperyalizm yerli yerinde duruyordu. Örneğin yeryüzündeki altın rezervlerinin yarısı, petrolün onda biri, fosfatın yüzde altmış beşi, kromun yüzde doksan yedisi, el değmemiş tarım arazilerinin yüzde altmış beşi hâlâ Afrika’daydı, ama tüm bu zenginliklerin ortasında her ne hikmetse dünyanın en az gelişmiş ülkeleri kategorisindeki kırk altı ülkesinden otuz üçü, dünyada açlık çeken 828 milyon insanın 278 milyonu da Afrika’daydı.

Oysa 20. yüzyıl boyunca Afrika kıtasında emperyalizme karşı verilen mücadeleler ve bu mücadeleler sonucunda kurulan genç bağımsız Afrika devletleri, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonra dünya devrimci sürecinin ayrılmaz bir parçası haline gelen ulusal kurtuluş hareketlerinin en dinamik kesimlerinden birini oluştururken, bunların önemli bir bölümü uzun yıllar boyu bağımsızlıklarını ve ekonomik kalkınma çabalarını Sovyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sisteminin uzattığı dostluk ve dayanışma eli sayesinde sürdürmüşlerdi.

Portekiz sömürgesi Gine-Bissau’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin önderi Amilcar Cabral ve Burkina Fasolu devrimci lider Thomas Sankara gibi niceleri, dünyayı dönüştüren ve işçi sınıfını iktidara taşıyan Büyük Ekim Devrimi’nin ve Lenin’in sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki milyonlarca ezilen insana nasıl ilham verdiğini ve bütün dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerine nasıl katkı koyduğunu her fırsatta dile getirdiler. “Proletaryanın dış politikası, ileri ülkelerin devrimcileriyle ve bilumum emperyalistlere karşı tüm ezilen uluslarla ittifak içinde olmaktır.” diyen Lenin’in açtığı yoldan ilerleyen Sovyetler Birliği Komünist Partisi, dış politikada daima sömürgeci baskıya karşı mücadele eden halkları desteklemeyi temel bir düstur edindi. Sovyetler Birliği’nin gelişmekte olan Afrika ülkeleriyle ilişkileri, bu ülkelerin emperyalizme bağımlılıktan tamamen kurtulmalarını teşvik etme, sömürgecilik karşıtı mücadeleyi daha da canlandırma ve kıtada aynı doğrultuda mücadele eden güçlerin birliğini güçlendirme arzusuna dayalıydı.

Dünya sosyalist sisteminin desteği ve dayanışmasıyla siyasi bağımsızlıklarını kazanan eski sömürge ve yarı sömürge ülkeler, 1990’lı yıllarda bu destek ve dayanışmadan mahrum olduklarında ekonomik bağımsızlıklarını yitirmekle kalmayıp siyasi bağımsızlıklarını da kâğıt üzerinde kalmış buldular. Emperyalizm etnik çatışmaları, bölgeler arası gerilimleri kışkırtarak, siyasi istikrarsızlıkları körükleyerek ve Boko Haram, El Kaide, IŞİD, Lord’s Resistance Army gibi dinci terör örgütleri için mümbit topraklar yaratarak dünyanın her yanında yeniden rahatça at koşturur oldu, doğal zenginliklere el koyarak ve köleleştirilmiş işgücünü sömürerek bu ülkelerin kanını emmeye devam etti.

Durum böyleyken, dünyanın hemen her yerinde bir zamanlar ulusal kurtuluş diyerek yola çıkan ve kendilerini sosyalizm mücadelesinin bir parçası addeden hareketlerden önemli bir kısmının yeni ortaya çıkan statükoya hızla adapte olduklarına, hatta bunlardan bazılarının emperyalizmle siyaseten açıktan yol arkadaşlığı etmeye başladıklarına tanık olduk. Bu yol ayrımında hızını alamayanlar yeni yol arkadaşlarına şirin gözükmek için reel sosyalizm eleştirisi adı altında Marksizm-Leninizm’i ve düne kadar şu veya bu ölçüde destek aldıkları sosyalist ülkeleri kötülemeyi marifet saydılar. Örneğin Marksizm’i “aşma” iddiasıyla Bookchin’ci liberal yaşam tarzı anarşizminin ideolojik cephanesinden devralınan tezleri Ortadoğu mistisizmiyle bulamaç edip ortaya koydukları senkretik “ekolojik toplum” tahayyülünü, 21. yüzyılın devrimci vizyonu olarak pazarlayanlar görüldü. Bütün bu gelişmeler sosyalistler nezdinde de Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerinin antiemperyalist potansiyelini tükettiği değerlendirmesini giderek pekiştirdi.

Bugün Afrika’da yaşanmakta olan gelişmeleri geçtiğimiz yüzyılın antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri ile eşdeğer görmek hiç şüphesiz mümkün değil. ABD hegemonyasının küresel ölçekte gerilemesi, emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmaların giderek artması ve çok kutuplu bir yeni dünya gerçekliğinin oluşumu ile bağlantılı olarak okunması gereken bu siyasi konjonktürde, emperyalist-kapitalist zincirin halkaları arasındaki iç rekabet kızışmakta, küresel gerilim ve çatışmalar artmakta, sistemin bölgesel fay hatları giderek belirginleşmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti ekonomik gücü ile Rusya Federasyonu ise daha çok Wagner paralı askerleri ve ücretsiz tahıl sevkiyatı vaatleriyle Afrika’da emperyalist ABD ve AB karşısında rakip güçler olarak ağırlıklarını arttırmaktadırlar. 

Sahra Altı Afrika’sında askeri müdahalelerle iktidara gelen siyasi güçler, çok kutupluluğa doğru giden bu yeni dünya gerçekliğinin sunduğu imkânlardan yararlanma ve denge politikasıyla kendilerine alan açma gayreti içindedirler. Söz konusu güçlerin antiemperyalist tutumlarının ne ölçüde samimi ne ölçüde pazarlık unsuru olduğunu elbette zaman gösterecektir. Bu ülkelerde siyasi ve ekonomik bağımsızlığın elde edilip sürdürülmesi ancak Patrice Lumumba, Amilcal Cabral, Julius Nyerere, Thomas Sankara gibi devrimci önderlerin mirasının bugüne taşınması ile mümkündür. 

Bugün esas önemli olan, yeni sömürgeciliğin azgın sömürüsü altındaki Afrika ülkelerinin emekçileri nezdinde ortaya çıkan antiemperyalist dinamizm ve dünyanın diğer yerlerindeki emekçi halklara örnek teşkil eden, umut veren mücadele azmidir. Afrika’da yükselen antiemperyalist dinamizmin bir diğer önemi, dünyada kendisini emperyalist-kapitalist sistemin tam boy karşısında konumlandırmış güçlü bir sosyalist odağın var olmadığı koşullarda demokratik hak ve özgürlükler için mücadelede emperyalizmin eteklerine yapışmanın bir zorunluluk olduğu ileri sürenlerin, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerden medet umanların safsatalarını somut olarak yerle bir etmesi, liberalizmin solun dağarcığından çıkarmaya yeltendiği emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadele geleneğinin kavramlarını ve tarihsel mirasını bütün dünyaya yeniden hatırlatmasıdır.

Comments are closed.

0 %