İkinci Yetmez Ama Evetçilik sahnede
Kamil Tekerek
Birinci “Yetmez Ama Evet” dalgası
2010 referandumu Türkiye tarihinde önemli bir dönemeç noktasıdır. Yargının tamamen AKP’nin ve FETÖ’nün kontrolüne girmesi, darbecilerle hesaplaşma adı altında Cumhuriyet’le hesaplaşmanın kapılarının sonuna kadar açılması bu referandumda çıkan evet ile sağlanmıştır.
O sürecin en önemli sloganlarından bir tanesi Fethullah Gülen’in “mezardan ölüleri çıkartıp oy kullandırın” minvalindeki sözüyse, bir diğeri liberallerin ve onlara bulaşmış sol kesimlerin “Yetmez Ama Evet” çizgisi ve sloganıdır. Devamında ise AKP kendisiyle yol yürüyen FETÖ ve liberaller ters düşmüş ve kavgalı hale gelmiştir. Bunları biliyoruz.
Burada kritik bir noktanın altını çizmek önem taşıyor. Türkiye’de solun üzerindeki liberal etkinin kökleri eskidir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında sosyalist ve geleneksel sola dönük ideolojik saldırının bu cenahtan gelmesi ve politik karşılıklarını yaratması geçmişte yaşadığımız olgulardır. Bu yazıdaki amacımız bu süreçleri çözümlemek değil. Sınıf siyasetinin yerini kimlik siyasetinin, sosyalist devrim mücadelesinin yerini her türden aşamacılığın ya da postmodern yapısöküm analizlerinin, emperyalizme ve kapitalizme karşı duruşun yerini onları reforma tabi tutma arayışının aldığı bu dönemin Türkiye solunda da çeşitli etkileri olmuştur. O dönem ve 2000’li yılların başında “liberal sol” olarak adlandırdığımız bu kesimler ile hesaplaşma bir noktadan sonra çetinleşmiş ve nihayetinde 2010 döneminde liberaller gerçek anlamıyla solun dışına atılmıştır.
Tam boy özelleştirmeci, AKP’nin Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının destekçisi, Cumhuriyet düşmanı, özgürlükler adı altında siyasal İslâm’ın müttefiki, demokratikleşme adı altında Kürt sorununu manipüle eden liberallerin açıktan AKP ve FETÖ destekçisi pozisyonda yer almaları Türkiye solunun kendi zeminini de çok güçlendirmesi anlamına gelmekteydi. Bunun objektif koşullarının ortaya çıkması içinse üç yıldan kısa bir süre geçmesi yetti: 2013 Haziranı’nda Gezi Direnişi patladı. Gezi Direnişi bu anlamıyla yetmez ama evetçilerin de en büyük yenilgisi olarak aslında tarihe geçmiştir.
Ancak liberalleri kapıdan kovuyorsun bacadan girmeye çalışıyorlar. Bugün, HDP ve Yeşil Sol Parti zemininde şekillenen “liberal solculuk”, Kürt siyaseti ile sentezlenmiş bir çizgide yoluna devam ediyor. Bunların çevresine kümelenmiş sol örgüt ya da çevreler ve TİP örneğinde olduğu gibi reformist hattın temsilciliğine soyunan kesimler yetmez ama evetçilerin yeniden solun içine sızma arayışına yeşil ışık vermiş durumdalar. Birkaç çatlak ses dışında Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’in milletvekili adaylıkları solun burada yer alan kesimleri ve reformistler açısından genel kabul görmüş durumda.
Düzen siyasetinin iki ana bölmesi olan Cumhur ve Millet İttifakları’ndan birincisi AKP’nin ve yandaş sermayenin çıkarlarını temsil ederken, ikincisi ise Türkiye burjuvazisinin diğer kanatlarının çıkarlarını ve onların özlemi olan restorasyonu temsil ediyor. Gelinen noktada Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na açık destek şeklinde ifade edilen tutum bu koşullarda son tahlilde Millet İttifakı aracılığıyla ortaya konulan restorasyon programının desteklenmesi olarak da yorumlanma potansiyeli taşımaktadır. Bu konuya ileride tekrar değineceğiz.
Ara nağme: “Yetmez Ama Evet” versiyon 1.5
AKP iktidarına yetmez ama evet diyenler liberaller ile sınırlı değil. Ulusalcılar da sonrasında bu trene bindiler. AKP iktidarı ile ilgili “eksen kayması” değerlendirmesi bugüne kadar çokça yapıldı. Ancak eksen kayması tartışmasının Türkiye’deki sermaye düzeninin ve/veya Türkiye’nin emperyalizme olan bağımlılığının kökten sorgulanması ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını bu noktada ifade etmek gerekiyor.
Bu tartışmanın arka planında AKP’nin MHP ile bir olarak kurduğu Cumhur İttifakı’nın Türk-İslâm sentezinin geleneksel kodlarına uygun olarak sermayenin çıkarları ile çelişmeden, emperyalizm ile olan köklü ilişkileri ortadan kaldırmadan “beka sorunu” adı altında AKP’nin iktidarda kalma arayışı olduğu açıktır. Bununla birlikte esas meselenin siyasal İslâm’ın bekası olduğu gün gibi bilinmektedir
Kendini BOP Eşbaşkanı olarak ilan eden Tayyip Erdoğan’ın, ABD’nin Suriye politikasındaki farklılaşma sonucunda kendisini “milli ve yerli” olarak lanse ederek MHP ile ittifak kurması beraberinde “yetmez ama evet” bayrağının bu sefer ulusalcı kesimler ve geçmişin “ulusalcı sol” olarak tanımlanan Perinçek çizgisi tarafından kaldırılmasını getirmiştir.
AKP iktidarının kendisini “milli” olarak pazarlamasına en büyük alkışı tutan bu kesimler, yukarıda bahsettiğimiz şekilde sınıf çelişkilerinin yerine burjuvazi ile işbirliğini savunmayı, sosyalist devrim yerine geçmişten gelen burjuva demokratik devrimin tamamlanması misyonunu ve “milli mücadele”nin tam tersi yönünde yer alan siyasal İslâmcılığın ve ümmetçiliğin safında yer almayı tercih etmişlerdir.
Nasıl ki sermaye karşıtlığı olmadan emperyalizme karşı olunamıyorsa, gerçek laiklik mücadelesini merkeze koymadan “ulusal çıkarların” savunulmasını ya da işçi sınıfının kurtuluşunu hayal etmeden bütün yurdun kurtuluşunu hayata geçirmek mümkün değil. Benzer şekilde Millet İttifakı’nı terör destekçiliği ve NATO’culukla eleştiren ulusalcı çevreler, AKP iktidarının geçmişteki FETÖ bağlantısını ya da güncel anlamda NATO ile kurulan kurumsal ilişkileri görmezden geldikleri oranda liberallerin bir önceki dönem yetmez ama evetçiliğinin türevini hayata geçirmeye çalışmışlardır.
Heyhat, ulusalcıların cenahında adım adım yükselen yetmez ama evetçilik bu seçim sürecinde ise duvara çarpmıştır. Vakt-i zamanında Tank Palet Fabrikası’nın Tayyip Erdoğan’a ilan-ı aşk eden Ethem Sancak aracılığıyla Katar’a peşkeş çeken AKP’ye sessiz kalanlar, bugün AKP eliyle kurulan “Büyük İslâm İttifakı” içerisinde kendilerine yer bulamamış durumdalar. AKP seçim sürecinde HÜDA-PAR’ı kendisi için kullanışlı bir aparat olarak tercih etmiş ve sahaya sürme kararı almıştır. Türk-İslâm Sentezi ile Kürt İslâm Sentezi’nin bileşkesinden ortaya çıkan bu tablonun sonucu ise AKP’ye “yetmez ama evet” diyerek iktidara yerleştiğini iddia eden kesimlerin dışarı atılması ile sonuçlanmıştır.
Düzenin restorasyonu ve ikinci “Yetmez Ama Evet” dalgası
Türkiye’deki burjuva düzenin tek başına AKP iktidarı ya da güncel anlamda Cumhur İttifakı’nda şekillenen istibdat rejimi ile karakterize edildiğini iddia etmek mümkün değil. Ancak son yirmi yıllık AKP iktidarı önce liberallerin desteğiyle “vesayet rejimi”ne karşı Cumhuriyet’in tasfiyesi, devamında ise ulusalcılardan aldığı destek ile tek adam rejiminin tesis edilmesi adımlarını atmış bulunmaktadır.
Ancak sermaye düzeninin bugün Millet İttifakı’nda cisimleşen restorasyon arayışının 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin sonuçlarına endeksli olması düzeninin bütününün görülmesi açısından önem taşıyor. Dolayısıyla bugün sermaye iktidarının devamlılığından yana olan, Millet İttifakı’nda cisimleşen sağ çizgiyi yeri geldiğinde görmezden gelen anlayış ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ile ortaya konulan politik çizgi düzenin muhalefet çizgisini oluşturmaktadır.
İşte gelinen bu noktada, ikinci “yetmez ama evet” dalgası bu sefer AKP iktidarının değil, Millet İttifakı’nın yelkenini rüzgârla doldurmasına yaramaktadır. Sağcılıkla malûl, emperyalizmden “temiz para” getirecek olmakla övünen, NATO ile ilgili bir derdi olmayan, laiklik konusunda ne dediği belirsizleşen ve emek sorununu gündemine bile almayan bu ittifak bugün toplumdan “tek adam yönetimi”ne karşı destek istemektedir.
Konumuz Millet İttifakı’nın pozisyonunu irdelemek değil. Mesele biraz da, bugün solun ve sosyalist hareketin belli kesimlerinin Millet İttifakı’nın seçim stratejisinin ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun açık destekçisi pozisyonuna düşmesi ile ilgili. Burada açık çek HDP tarafından geçtiğimiz yıl yayınlanan tutum belgesi ile verilmiş, Millet İttifakı ile uzlaşma sağlanırsa Cumhurbaşkanlığı seçiminde destek olunacağı açıklanmıştı. Gelinen noktada akacak su deliğini buldu denilebilir. HDP ve Yeşil Sol Parti zımni olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini ifade ediyor.
Ancak bizi daha çok solun içinden çıkanlar ilgilendiriyor. Kürt hareketi her türlü pazarlığı ve beraberinde reformist siyasi hattın bayraktarlığını yapan ve kraldan çok kralcı bir pozisyona yerleşen TİP, Kemal Kılıçdaroğlu’na doğrudan ve açık desteğini ortaya koyan ilk oluşumlardan bir tanesi oldu. Güncel olarak da “Bir oy Kemal Kılıçdaroğlu’na bir oy TİP’e diyerek” çalışma yürüten TİP bu anlamıyla Millet İttifakı’na dışarıdan destek veren bir pozisyona yerleşmiştir.
Dediğimiz gibi, konumuz solun ve sosyalistlerin pozisyonu ile ilgili. O anlamda Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’i listelerine yerleştiren HDP’nin ve Yeşil Sol Parti’in bugün düzenin restorasyonunda muhalefet cephesinde yer almasının kendi stratejisi içerisinde bir yeri bulunuyor. Geçmişten bugüne Kürt siyasi hareketinin liberalleşmesi ve gelinen noktadaki işlevi genel bir değerlendirmeye açıktır, ancak bu durum Türkiye’de sosyalist ve komünist hareketinin tercihlerinin ötesinde bir yerde almaktadır. TİP’in Kılıçdaroğlu’na doğrudan işaret etmesi ise, şu ana kadar ifade etmeye çalıştığımız sermaye düzenine ve restorasyona dünük “yetmez ama evet” ruhunun yeniden canlandırılması girişimidir ki, bu durumun açık bir şekilde reddedilmesi gerekmektedir.
Bu anlamıyla, sosyalistlerin ve komünistlerin seçim taktiği adı altında benzeri bir çizgiyi gündeme getirmesi abesle iştigaldır. İşin birinci boyutu, strateji ve taktik tartışmaları ile ilgilidir. Örneğin, düzen partilerinin ve muhalefetin sağ bir ittifak altında toplanması bir stratejidir. Kürt siyasi hareketinin buraya dışarıdan destek vermesi stratejik bir açılımdır. Ancak konu sola ve sosyalistlere gelince stratejiniz yoksa ve taktik adı altında böyle bir adım atıyorsanız başkalarının stratejisi altında ezilirsiniz.
İkinci boyut ise siyasidir. Bugün Türkiye toplumunda ortaya çıkan değişim arayışı burjuvazinin restorasyon tercihi tarafından kullanılıyor ve düzen muhalefeti burada şekilleniyor. Türkiye sosyalist hareketinin yapması gereken şey kendi bağımsız çizgisini ortaya koymak, ağırlık noktası oluşturmak ve emekçi sınıfların değişim arayışını düzen karşıtı bir noktaya çekerek örgütlenmektir. Bunun için, toplumun Kemal Kılıçdaroğlu’na oy vererek düzeni değiştirebileceği düşüncesi ile kavga etmek gerekmiyor. Ama tersinden, halka kendini anlatmak adına Millet İttifakı ile paralel bir evrende yer almaya ise hiç gerek bulunmuyor.
Bu anlamıyla Türkiye solunda, CHP ve HDP çizgisinden bağımsız sosyalist hattın inşasına soyunan Sosyalist Güç Birliği (SGB) içinde şapkanın önüne konulması gereken durumlar bulunmaktadır. Sosyalist Güç Birliği’nin açıklamasında Cumhurbaşkanlığı seçiminde herhangi bir adaya ya da Millet İttifakı’na işaret edilmedi ve emekçi halka AKP iktidarına karşı durma çağrısı yapıldı. Sol Parti ve TKP tarafından yapılan açıklamalarda ise Millet İttifakı’nın adayına destek ve oy verme çağrısı yapıldı. Sol Parti, seçimlerde Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini açıklayıp, “Kılıçdaroğlu’na destek vererek tüm muhalefet ile birlikte mücadele edeceğiz” tavrını ifade etti. TKP de, Millet İttifakı’nın ortak cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapıp, “Bir oy Erdoğan gitsin diye, bir oy TKP’ye” çağrını dillendirdi. Ancak çağrının dozajı yeterli bulunamamış veya Parti örgütü tarafından kabullenilmemiş olmalı ki, devamında TKP önderliği tarafından “Utana sıkıla değil, açıktan söylüyoruz cumhurbaşkanı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na oy vereceğiz” açıklaması yapıldı. Siyasetin ve Türkiye’de devrimci mücadelenin ahlâki bir çerçeveye sıkıştırılarak siyasi hataların gizlenmesi çokça kullanılan bir yöntemdir. Burada da benzeri bir örnekle karşı karşıyayız.
Bunların dışında köken olarak Türkiye’de komünist mücadelenin içinden gelerek bugün tamamen başka noktalara savrulmuş olan Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) ve Toplumcu Kurtuluş Partisi 1920 (TKP 1920) de açıktan Millet İttifakı’nın adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’na desteğini açıklarken, TKP 1920 hızını alamayıp parlamento seçimlerinde de CHP’yi destekleyeceğini ortaya koymuş bulunmaktadır. 1970’li yıllarda dönemin TKP’sinin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) politikasının sonucu olan CHP destekçiliğinin benzeri bugün yukarıdan aşağıya solun önemlice bir kesimi tarafından benimsenmiş görünüyor.
Solun içinden atılan liberaller, Hasan Cemal’li Cengiz Çandar’lı Yeşil Sol Parti ve HDP, oportünist çizginin ve reformist hattın soldaki temsilcisi TİP ile bunlar dışında yukarıda saydığımız sol, sosyalist ya da komünist oluşumların Kemal Kılıçdaroğlu’na verilen destekte buluşması basit bir oy tercihi olarak görülemez. Ortada adlı adınca, düzenin restorasyon programı, bunun adayları ve unsurları, kendilerince büyük stratejileri ve yönelimleri vardır. Bu açılardan bakıldığında, “İkinci Yetmez Ama Evet” dalgası bu sefer AKP iktidarına dönük değil Millet İttifakı’na ve sermayenin restorasyon programına dönük yükselmektedir.
Devrimci programın zorunluluğu
Burada bahsettiğimiz meselenin seçimlerde boykot çalışması gibi bir zorunluluk anlamına gelmediği biliniyor. Mesele, Türkiye’de oluşan siyasi dinamikleri ortaya koymak, devrimci programı ve sosyalist iktidar arayışını bunlarla birlikte gündeme getirmektir. Bunları merkeze koymadan, Türkiye solunun güçlenme ve örgütlenme dinamiklerini ele almadan atılan bu tür adımların ucunun CHP’ciliğe varacağı kesin olarak görülmelidir. Bu durum pratik anlamda da böyledir.
Türkiye’de düzen fazlasıyla sağa kaydı, burjuvazinin bunu dengeleme arayışı olduğu açık. Ancak bu durum düzenin ya da daha doğru bir ifade ile ülkemizdeki toplumsal durumun ve dinamiklerin doğrudan sola yöneldiği anlamına gelmiyor. Hatta, geçmişte ortanın solunda yer alan CHP’nin ortanın sağına geçtiği bir evreden geçmekteyiz. Dolayısıyla Millet İttifakı’nın adayına verilen desteğin ve adım adım gelen CHP’ciliğin varacağı yerin bu anlamıyla nereye doğru olduğu bellidir.
Biz ise başka bir şey yapmalıyız. Biz devrimci programda ısrar etmeliyiz. Bugün emekçi sınıfların arayışı ile devrimcilerin, komünistlerin programının çakışma olanağı yüksektir. Türkiye solu emekçi sınıfların temsiliyetine soyunma olanağına ve kabiliyetine sahiptir.
AKP iktidarı eninde sonunda çökecektir. Bunda AKP iktidarının kuruluşundan itibaren mücadele eden herkesin payı vardır. Ancak bugün, CHP ve HDP’nin arkasına dizilerek atılan adımlar “çorbada tuzu olmayanın yarın sofrada yeri olmaz” gibi uyduruk aforizmalarla açıklanmaya çalışılıyor. Türkiye’de sosyalist hareketin, özelde ise komünistlerin reformist hattın uyduruk söylemleri ile yarışacağım derken emekçi sınıfların kurtuluş mücadelesinin içine tuzu boca etmek gibi bir lüksü bulunmuyor.