Yeni dünya düzenine geçiş aracı olarak Ukrayna Savaşı
Deniz Hakyemez
Neoliberalizm refah devletinin ve Sovyetler’in yıkılmasının ardından kapitalizmin kamuculuk izleri taşıyan tüm ulus-devlet kurumlarına saldırmasına araç olan politikalara verilen isim oldu. Tek kutuplu neo-liberal dünyada, kamucu kurumların yıkılması, siyasetin, iktidarı ve muhalefetiyle, bir bütün olarak sağa kaymasını beraberinde getirdi. Bugün, seçimlere doğru ilerlerken, bunu en yakıcı sıcaklığıyla hissediyoruz. Bir yanda Türkiye tarihinin gördüğü en gerici koalisyon; diğer yanda ittifak üyeleri İstanbul Sözleşmesi’ne dahi karşı, ekonomi programı 2003 AKP’sininkinden farklı olmayan Altılı Masa: İkisi birden Muhsin Yazıcıoğlu’nu kim daha içten anacak yarışındalar. Peki, işte bu Altılı Masa’dan Dervişçi Babacan ve Kılıçdaroğlu neden birkaç yıldır, belli aralıklarla neoliberalizm eleştirisine başladılar? Orijinallikleriyle ünlü değiller; Batı’daki benzer eleştirileri kopya ediyorlar. Nitekim, geçtiğimiz haftalarda Dünya Bankası bile benzeri bir açıklama yaptı. Öyleyse neler oluyor? Neoliberal dönem kapanıyor mu? Yanıtı, hem tarihe yeni bir gözle bakmamızı hem de dünyanın içinden geçtiği dönüşümün dinamiklerini anlamaya çalışmamızı gerektiriyor.
Neoliberal dönem kapitalizmin bir büyük kriziyle açıldı. Bu dönem üzerine konuşulduğunda Petrol Krizi’ni anmak adettir, anaakım iktisat anlatısı şöyle diyor: “Stagflasyon artı petrol krizi Keynezyen politikalardan kopuşu, refah devletinin çöküşünü, neoliberal dönemin başlangıcını getirdi.” Oysa, Petrol Krizi’nin bir neden mi, yoksa bir sonuç mu olduğunu tartışmanın bugün yeniden büyük önemi var. Ergun Türkcan, seksenli yıllarda Yalçın Küçük’ün Quo Vadimus kitabına yazdığı son derece ilginç makalesinde anlatmış, yakın zamanda da ODA TV ve Jurnal TR röportajlarında hatırlatmış bulunuyor. Özetlemeye çalışalım: ABD Vietnam Savaşı’yla bütçe ve dış ticaret açığı veriyor. Dahası, diğer ekonomiler 1950’lerden başlayarak, daha önce ABD’den aldıkları pek çok ürünü kendileri üretmeye başlamış durumda; ABD kökenli mallara rakip oluyorlar. Başka deyişle, ABD’nin dış dünyada rekabet gücü azalıyor ve ödemeler dengesi açık veriyor; ABD ihtiyacı olan ithalatı yapmak için para bulamıyor ve dış dünyaya borçlanıyor. ABD aslında borçlanacağı parayı üreten bir ekonomi çünkü uluslararası döviz kendi parası olan dolar, ancak paranın altın karşılığı ABD’yi sınırlıyor.
Petrol Krizi çıkıyor mu, çıkartılıyor mu?
ABD önce, 1931’de İngiltere’nin yaptığı gibi, altın standardından ayrılma yoluna gidiyor. Ardından, Mısır İsrail’e saldırınca Yom Kippur Savaşı bahanesiyle, ABD’ye göbekten bağlı OPEC ülkeleri petrol arzını kısıyor, petrol fiyatları yükseliyor. Ergun Türkcan, bu ikinci gelişmenin ABD iradesinden bağımsız olup olmadığını çok haklı olarak sorguluyor. Petrol Krizi çıkıyor mu, çıkartılıyor mu? Soru anlamlı, çünkü sonuç, petrol satıcılarının zenginleşmesi, petrodolarlarını Amerikan bankalarına yatırması, artan maliyet fiyatlarıyla sıkışan diğer ekonomilerin bu bankalardan yüksek faizle dolar alımına yönelmesi, Amerikan bankalarının kriz ortamından müthiş kârlara yelken açması oluyor.
Bu noktadan sonra biz de ekleyerek devam edebiliyoruz. Diğer sonuçlar ne? Petrol krizinin de büyüttüğü stagflasyon krizi neden gösterilerek kamucu politikaların terk edilmesi, kamu kurumlarının tasfiyesi/özelleştirilmesi, üçüncü dünya ülkelerinin ithal ikameci sistemlerinin çökertilmesi, giderek Thatcher, Reagan ve 12 Eylül’ün 24 Ocak kararları. Gelişmeleri düşündükçe, Ergun Hoca’nın sorgulamasını yersiz bulmak çok güçleşiyor.
Kapitalizmin yeni krizi
Neoliberal dönem kapitalizmin kriziyle geliyor ve şimdi sadece Babacan, Kılıçdaroğlu değil, zamanının pek çok sadık neoliberali neoliberalizm eleştirisine kapitalizmin bir başka kriziyle başlıyor. Pandemi öncesinde Gündoğdu dergisinde, yakın zamanda jurnal tr’de bir dizi yazıyla dikkat çekmeye çalıştık, çok yakın tarihli bir gelişme değil bu. Trump’ın kimi korumacı ekonomi politikalara dönüşüyle ve George Soros ile savaşıyla, Batı’nın kendisine koyduğu sanayisizleşme teşhisiyle başladığını not etmeye çalıştık.
Neoliberalizm kapitalizm tarihinde bir evreydi; küresel sermayenin artı-değer sömürüsüne hizmet ettiği ölçüde hakim oldu. 70’li yıllarda başlayan kamu kurumları talanı, Sovyetlerin yıkılışından sonra tek kutuplu dünyada hızlanarak devam etti. Ancak hem kapitalizmin kendi doğasının hem de bu süreçte kimi ülkelerin ABD’nin umduğu adımları atmayı reddetmesi sonucunda küresel sermaye artık istediği ölçüde artı-değere el koyamıyor ve küresel finans tanrıları yeni kurbanlar arıyor. Bu kurbanların başında, bildiğimiz haliyle küreselleşme ve neoliberal dönem boyunca anlatılmış “serbest piyasa” masalı geliyor.
ABD’nin işini zorlaştıran gelişmeleri ayrı ayrı ele almak burada mümkün değil. Ama ilk etapta Rusya’ya Yeltsin çizgisinin egemen olamadığını, BRICS hattını anmak mümkün. En önemlisi, 70’li yılların başında çok büyük bir pazara girebilmek için Çin ile ilişkilerini “normalleştiren” ABD için Çin artık bir tehdit. Hayır, ABD gazete ve dergilerinin sıklıkla manşetlerine taşıdıkları gibi askeri bir tehdit değil. Ekonomik bir tehdit, ancak çok boyutlu. CIA direktörü William Burns yakın tarihte CIA’in geleceğinin dahi Çin’le teknoloji savaşı tarafından belirleneceğini açıkladı.
Çünkü Çin salt ABD pazarı olmayı ve neoliberal reçetelere harfien uymayı reddetti ve kalkınma yolunda ilerledi. Bugün dünya pazarının, ABD’nin kabul edemeyeceği büyüklükte bir payına sahip. Amerikan imparatorluğununsa hızlı talan döneminin ardından yayılması yavaşladı; sanayisi büyük ölçüde üçüncü dünya ile Çin’e kaydı. Amerika şimdi Çin’in mutlak üretim rakamlarında kendisini geride bırakmasını izliyor. Dedolarizasyon gittikçe büyüyen bir sorun olarak karşısında duruyor. ABD kampından Almanya ve Japonya’nın pazar payındaki artış da hesaba katıldığında, Amerikan iktisatçıları dahi Amerika’nın dış dünyada rekabet gücünde bir kez daha düşüş saptıyorlar.
Yeni merkantilizm
19. yüzyılda Alman iktisatçı List yalın bir gerçeği dile getirmişti: Serbest piyasa kalkınmış, teknolojisi ilerlemiş uluslara yarıyordu, çünkü bu uluslar ucuza daha kaliteli mal üretebiliyorlardı. İşte şimdi neoliberal dönemde belki hiç olmadığı kadar yüceltilen “serbest” piyasa ve küreselleşme sadece Amerika’ya değil, rakiplerine de yarıyor. Trump’la başlayan korumacı politikalar hamlesini bir çılgın politikacının kaprisi olarak değil, ABD ekonomisinin zorunlu seyri olarak okumak gerekiyor. ABD açısından, bildiğimiz haliyle küreselleşmenin, rakipleri büyük ölçüde zayıflatılmadıkça askıya alınması ya da sınırlandırılması gerekiyor.
Tedarik zincirleri kopuyor mu, kopartılıyor mu?
İşte tam bu noktada, tesadüftür ki, ABD küresel ekonominin tedarik zincirlerinin eskiden olduğu kadar güvenilir olmadığını fark ediverdi. Amerikan dergilerinin tedarik zincirlerinde olası kopuşlarla karşılaşılabileceği uyarısı pandemiden önce başladı, pandemi ve ardından savaşla her gün yazılıp çizilir oldu. Madem bu zincirler kopuyor dediler, o halde riskli bölgelerden uzaklaşmak ve friend-shoring, müttefik ülkelerle ticaret yapmak, küreselleşmeyi bir başka bahara bırakmak gerekiyor, söyledikleri bu oldu, hâlâ da bu. Riskli ilan edilen bölge zaman içinde Çin’i de içine almaya başladı.
Tedarik zincirlerinin kopmaya başlamasına bu denli üzülmüş görünen bir ülke olarak ABD’nin Ukrayna Savaşı’nın başlamasındaki kışkırtıcılığı da, ardı ardına dayatmaya çalıştığı ambargolar da, Kuzey Akım’ın patlatılması ve ardından soruşturulmasının engellenmesindeki rolü de kafa karıştırıcı görülebilir. Ancak tıpkı 1973 Petrol Krizi’nde olduğu gibi bu üzücü olaydan da şimdilik pek kârlı çıkıyorlar. Sonuçta, Avrupa kendi zararına Rusya’dan uzaklaşıp Amerika’ya göbekten bağlanıyor, öyle ki Avrupa’ya artık sıklıkla ABD kolonisi deniyor. Avrupa petrolü ve gazı, gübreyi Rusya’dan daha önce aldığından çok daha yüksek bir fiyata Amerika’dan alıyor. Dahası Alman, Fransız, İtalyan sanayisi ayakta kalabilmek için üretimlerini ABD’ye taşımayı tartışıyor. Mevcut Avrupa liderleri koltuğunda kaldıkça Avrupa ABD için müthiş bir silah pazarına da dönüşüyor. ABD yükselen fiyatlarla sıkışan borçlu ekonomilerin ABD’ye ve dolara daha fazla bel bağlamasını umuyor ve ambargo ambargo çığlıklarıyla dedolarizasyona giden ülkelere de onları dünya ticaretinin dışında bırakma sopası gösteriyor.
Bu kadar mı? Finans sektörü her büyük krizde olduğu gibi bu krizi de emekçi sınıflardan daha fazla servet aktarımıyla çözme umudu içinde tüm dünya emekçilerini yoksullaştırırken, onlara yoksullaşmanızın nedeni bizim ekonomi ve politika alanlarında yaptığımız sınıfî tercihler değil, nedeni Rusya ve savaş diyor.
Neoliberalizmden yoksullaştırmayı, özelleştirmeyi, sınırsız talanı anlayacaksak bunların sonu gelmedi; ancak ABD serbest ticaret masalını bir yana bırakıp küresel pazarı kendi tekeline almak istiyor. Bankalarını krizden korumak için devleti ekonomiye daha görünür şekilde müdahil kılmak istiyor. Dolayısıyla 70’li yıllardan bu yana sermaye ve emek dolaşımına sonsuz serbesti tanımaya çağıran, devlet müdahalesini şerlerin en şeri ilan eden neoliberal söylemi de geri çekmek gerekiyor.
ABD bu yolda başarılı olur mu? Onca neoliberal talandan sonra bile geldiği nokta, süregiden ekonomik kriz pek de iç açıcı değil; şimdilik kriz mağduru bankalarını devleti onların arkasına koyarak ve Ukrayna Savaşı’nın verdiği suni teneffüsle yaşatmaya çalışıyor. Rusya ve Çin de ABD’nin yeni oyununda kolay lokma olmaya hiç niyeti olmadıklarını gösterdi; Rusya ve Çin, daha güçlü ittifaklarla, orta vadede bu süreçten daha güçlü olarak dahi çıkabilir. Böyle bir durumda, borçlu ülkeleri kendine daha fazla bağlama umudu besleyen ABD, tersine bu ülkeleri toptan kaybedebilir. Uzun vadeli çıkarım yapmak mümkün değil henüz. Ancak en azından yakın dönem, enflasyonundan savaşlarına, dünya halkları için kolay olacağa benzemiyor. Macron’un “bolluk dönemi bitti,” açıklaması ile Fransa’da yükselen halk hareketini ilk işaretler olarak okumak gerekiyor.