Düşünce ve eylemin onurlu portresi: Mustafa Suphi
Orhan Deniz
Çağının ürünü bir aydın
Portreler bölümümüzün ilk ismi Mustafa Suphi; hem ülkemiz sosyalist hareketinin ana kaynağı olan Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve ilk başkanı olması hem de dergimizin bu sayısının Suphilerin Karadeniz’de katledilmelerinin yıldönümüyle çakışması gerekçesiyle…
Önce kısa bir yaşam öyküsü hatırlatması yapalım.
Mustafa Suphi 1882 (1) yılında Giresun’da doğar. İlköğrenimini Kudüs ve Şam’da, orta öğrenimini Erzurum’da tamamladıktan sonra Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Mektebi’nde okur. Sonrasında Paris’e giden Mustafa Suphi burada Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirir. Bu döneme ait biri çeviri olan iki kitabı olduğu biliniyor (2). Paris’teki öğrencilik yıllarında İttihat ve Terakki’ye ait Tanin gazetesi için muhabirlik yaparken, aynı zamanda Osmanlı Talebe Birliği’nin de başkanlığını yapar.
1908 yılında İstanbul’a dönen Mustafa Suphi bir yandan Servet-i Fünûn gazetesinde yazılar yazarken bir yandan da İstanbul Yüksek Ticari ve Zirai Bilimler Enstitüsü ile Galatasaray Lisesi’nde hukuk ve iktisat dersleri verir. İttihat ve Terakki’nin 1911 Selanik Kongresi’ne Anadolu delegesi olarak katılır. Kongre’de yaşanan tartışmalar ve sonrasında izlenen çizgi Suphi’nin İttihat ve Terakki’den kopmasına ve muhalif bir çizgi izlemesine neden olur. Milli Meşrutiyet Fırkası çalışmalarına katılır ve partinin yayın organı olan İfham gazetesinde yazılar yazar.
Mahmud Şevket Paşa suikastı sonrası artan baskılar geniş tutuklamalara dönüşürken, 1913 yılı sonlarında Mustafa Suphi de tutuklanır ve Sinop Cezaevi’ne gönderilir. Bir yıl sonra başka tutuklularla birlikte Rusya’ya kaçar. Bir müddet Kırım’da bulunan Suphi, sonrasında Kafkasya’ya geçer. Bu dönem başlayan Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Bu sürgün döneminde Türk savaş esirleri arasında yaptığı çalışmalarla öne çıkan Suphi, Bolşeviklerle de ilk temaslarını kurar ve kısa bir süre sonra Bolşevik Parti saflarına katılır. Ekim Devrimi ve sonrasındaki iç savaş sürecinde Türk esirlerden kurduğu birliklerle devrimin korunmasında sorumluluklar alır. Milletler Komiserliği’nde sorumluluk alır ve Komintern’in ilk kongresine de Türkiye temsilcisi olarak katılır.
10 Eylül 1920’de TKP’nin kuruluşundan sonra Türkiye’ye dönme ve ülkedeki ulusal kurtuluş savaşına katılma arzusuyla yoldaşlarıyla birlikte yola çıkan Suphi 28 Ocak 1921’de Karadeniz’de katledilir.
Yapıcılıktan yıkıcılığa, yapmak için yıkmaya
Mustafa Suphi’nin 39 yıl süren yaşamının yoğunluğu dikkat çekicidir. Kudüs, Şam, Erzurum, İstanbul, Paris, Sinop, Kırım, Kafkasya, Sibirya ve Rusya’nın çeşitli yerlerinde yaşayan; Fransızca, Rusça, Arapça ve Farsça bilen; genç yaşlarından itibaren sürekli yazan, okuyan, ders veren ve örgütleyen bir ömür bu.
O dönemin öne çıkan diğer önemli isimleri gibi…
Mustafa Suphi’nin düşünce sisteminin gelişimini kavramanın en önemli anahtarlarından birinin bu benzerlik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Basit bir örnek üzerinden bakarsak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin en önemli üç isminden biri olan Enver ve Mustafa Suphi hemen hemen aynı yılda doğmuştur. Çocuklukları ve gençlikleri Batı’nın ekonomik ve askeri anlamda geliştiği, Osmanlı Devleti’nin ise adım adım çözüldüğü yıllara denk gelir. Düşünsel gelişimlerinin ya da arayışlarının kökeninde de bu çözülüşü durdurmak vardır.
Dönemin tüm Osmanlı aydınlarının tartıştığı ve devletin çözülüşünü engelleyecek ideolojik-politik tutkallar olarak gördükleri Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık doğal olarak hepsini etkilemiş ve kendilerince daha gerçekçi gördükleri kanala tutunmuşlardı. Mustafa Suphi’nin yaşamının ilk dönemi diyebileceğimiz, 1915 yılına kadar olan dönemi bu perspektifle değerlendirmek doğru olacaktır.
Suphi, Mustafa Kemal ve Enver üzerinden kurduğumuz benzerliği sonraki yıllarda Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimleri olacak Şefik Hüsnü, Ethem Nejat gibi isimlerle de kurabiliriz. Burada iki noktanın üzerinde durmak gerekir. İlki bu genç aydınların çözülen devletin kurtuluş yolunu nerede gördükleri ve ikincisi bilimsel sosyalizmle yollarının kesişip kesişmemesi.
Suphi’nin yolu sosyalizmle Paris’teyken ve sonrasında İstanbul’a dönüştüğünde kesişir, ama bu o gün için gerçekçi, uygulanabilir ve Suphi’yi ikna edici bir teori değildir. Mustafa Suphi’nin Hak gazetesinde yazdığı “…gelecekteki biçimi ancak yıkıldıktan sonra belirlemek iddiasında olan sosyalizm gibi belirsiz bir toplumsal doktrine taraftar olmaktansa, var olan doğrulanan ‘toplumsal kötülüklerin’ giderilme çarelerini aramak akla daha yakındır” cümleleri de bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bu noktadan devamla Mustafa Suphi’nin Bolşeviklerle tanıştığı döneme kadarki dönemini özetleyen karakteristik unsurların çözülen devletin kurtuluşu için “somut ve gerçek” çözüm yolları arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Suphi’nin gördüğü “somut ve gerçek” çözümler toplumsal ilerlemeyi sağlayacak ekonomik ve hukuki düzenlemelerden ibarettir ve yazdığı yazılar, iktisat ve hukuk eğitimi almış olmasının da etkisiyle, büyük oranda iktisat temellidir ve söz konusu olan liberal bir ekonomi modelidir. Bunun çok şaşırtıcı olmadığını, dönemin belirleyici siyasal öznesi olarak İttihat ve Terakki’nin de böyle bir modelden bahsettiği hatırlanmalıdır.
Suphi’nin İttihat ve Terakki çizgisinden uzaklaşması da aslında ülkenin kurtuluşu için yapılan arayıştaki bir ayrışmadır. Suphi, İttihatçıların yürüttükleri savaş politikasıyla ülkeyi büyük bir yıkıma götüreceklerini söyler ve yaklaşan savaşta en doğru tavrın tarafsız kalmak olduğunu savunur.
Suphi’nin ikinci dönemine gelince, ilk görülen farklılık devrim öncesinin kendini hissettiren dinamikleriyle, gerçek bir devrimci öznenin iktidarı almak için yürüttüğü bilinçli devrimci eylem ve programın varlığıdır. Ek olarak, Suphi’nin Marksizmin eserleriyle gerçek anlamda tanışması da bu dönemde olmuş olmalı; en azından daha öncesinde böyle bir tanışıklığın olduğunu bilmiyoruz.
Yaşanan bu farklılıklar Mustafa Suphi’nin düşünsel gelişiminin yönünü de değiştirir. Daha önce “belirsiz bir akım” olarak gördüğü sosyalizm son derece somut bir gerçeklik olarak kendinin de içinde bulunduğu sosyalistlerce inşa edilmekte ve yeni bir düzen geçmişin yüklerini yıkarak kurulmaktadır. Suphi’nin arayışları bu noktada sonucuna ulaşmıştır ve bundan sonrası kendine biçtiği misyon doğrultusunda örgütlenmek ve hareket etmek üzerinedir.
Nitekim yeni kurulan düzenin yaşaması için üstlendiği roller (özellikle Doğu halklarının sosyalizme kazanılması noktasında önemli görevler üstlenir) ve Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşının zafere ulaşması için yapılanlar bu dönemin özeti sayılır. Suphi’nin bu dönemki yazılı üretimleri de büyük oranda anti-emperyalizm ve ezilen sınıfların kurtuluşu üzerine kuruludur. Bu yazılardaki iç tutarlılık ve kendini ifade etme biçimi de, Suphi’nin bir aydın ve entelektüel olarak gelişkinliğini göstermek açısından, ayrıca önemsenmelidir.
Son olarak söylememiz gereken şudur: Kısa bir özetini sunmaya çalıştığımız Mustafa Suphi portresi sadece TKP’nin ilk başkanı üzerinden ya da 28 Ocak’ta yapılan katliam üzerinden okunamaz; ortada ileriye doğru sürekli bir gelişim gösteren, genç bir liberal aydından komünist bir öndere dönüşen, yaşamı ve üretimiyle düşünce ve eylemin en güzel örneklerinden olan biri vardır.
- Bazı kaynaklarda 1883 olarak geçiyor.
- Celestine Bougle’dan yaptığı çeviri kitabının ismi İlm-i içtimai nedir? (Sosyoloji nedir?), kendi kitabının ismi ise Vazife-i temdîn (Uygurlaşma görevi)’dir.