Özelleştirme bir insanlık suçudur!
Prof. Dr. İzge Günal
Eylül ayı başındaki doğalgaz ve elektriğe gelen büyük zam sonrası Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) şöyle bir açıklama yapmıştı: “Ülkemizde dayanılmaz boyutlara gelen enerji pahalılığından tek çıkış yolunun, bu alanın kâr hırsından uzak bir şekilde merkezi bir plan ve kamusal bir anlayışla yeniden yapılandırılması olduğu açıktır. Hızlı ve kapsamlı bir kamulaştırmayı önüne koymayan hiçbir programın yoksul halkın evindeki yangını söndürme şansı yoktur. Siyasi iktidarı, yoksul halktan bir avuç enerji tekeline sermaye aktarımı anlamına gelen ve tüm toplumsal kesimler için sürdürülemez olduğu gün geçtikçe daha açık olarak görülen bu ekonomik modelden bir an evvel vazgeçmeye; bütün siyasi partileri de enerji alanında yeniden yapılandırma programlarını bu gerçek doğrultusunda kurgulayarak toplumla paylaşmaya davet ediyoruz.”
EMO, yani işin uzmanları, tartışmaya yol açmayacak şekilde kamuculuk dışında başka bir seçeneğin kalmadığını açıklıyordu. Belleğimizi biraz harekete geçirdiğimizde, benzer açıklamaları, sağlık için Türk Tabipleri Birliği’nin, tarım için Ziraat Mühendisleri Odası’nın, eğitim için ilgili sendikaların ve diğer meslek örgütlerinin söylediklerini anımsamak zor olmayacaktır. Açıklamalarının ortak noktası, herkesin kendi uzmanlık alanında tek çözümün kamuculuk olduğunu söylemeleriydi; üstelik tek bir istisna olmaksızın.
Yaklaşık kırk yıldır yoğun bir özelleştirme saldırısı sürüyor. Başlangıçta tüm meslek örgütleri, en azından şimdiki kadar doğrudan ve önerilen diğer tüm seçenekleri reddederek kamuculuğu savunmuyorlardı. Yıllar içerisinde özelleştirmenin basit bir mülkiyet devri konusu olmadığını görmeyen kalmadı. Öncelikle çalışanların sosyal kazanımları adım adım ortadan kaldırıldı. Devamında ücretler düştü, işsizlik arttı, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin önlemlerden vazgeçildi, sağlık ve eğitim artık kolay erişilebilir hizmetler olmaktan çıktı, sosyal güvenlik şemsiyesi daha az çalışanı kapsamaya başladı. Yaşlı ve çocuk bakımı ancak parayla alınabilir duruma geldi. Bu arada bütçeye girmeyen gelir, halka daha fazla vergi yükü, daha fazla zam ve daha az kamu hizmeti olarak yansımaya başladı.
Kısacası nüfusun önemli bir kesimi güvencesiz, yani korunmasız, çalışmaya ve bunun karşılığı ancak karnını doyurabilecek duruma gelirken, kültürel etkinliklerin adı bile anılmaz hale geldi. Yani tipik bir köle yaşamı artık olağan gibi algılanmaya başlandı.
Türk Ceza Yasası’nın 77. mMaddesinde ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ sıralanır ve köleleştirme de bu suçlardan bir tanesidir. Tam da bu yüzden yazının başlığı böyle oldu. Şunu da unutmamak gerekiyor, özelleştirmeyi yapanlar kadar, özelleştirmeden yararlananlar da bu suçun bir parçasıdır.
Özelleştirme uygulamaları yeni değil
Özelleştirme uygulamaları 1970’li yıllarda bir politika olarak savunulmaya başlansa da dünyada ağırlıklı olarak 1980’lerde gündeme geldi. O günden sonra yapılan tüm özelleştirilmelerin yaklaşık yarısının Avrupa ülkelerinde gerçekleştiği biliniyor. İlginç olan kuramsal bağlamda kamuculuk düşüncesinin geliştiği coğrafyada en yoğun özelleştirmelerin yaşanmış olması. Bu süreç boyunca kamuya ait olan kuruluşlar ve taşınmazlar, özelleştirilerek el değiştirdi. Ancak iş sadece mülkiyetin kimde olduğu sorununun daha da ötesindeydi; özelleştirme, o güne dek bir hak olarak kamunun sunduğu hizmetlerin metalaşması, artık parayla alınabilir hale gelmesiydi.
Türkiye’de özelleştirme konusunun gündeme gelişi 1980’lerin ikinci yarısında olmuştur. Turgut Özal, bir yandan zarar eden Kamu İktisadi Teşekküllerinin (KİT) elden çıkarılmasını, özelleşmesini isterken, bir yandan da Boğaz Köprüsü’nün gelir ortaklığı senetleriyle satışını öneriyordu. Burada bir parantez açıp, KİT’lerin bilinçli politikalarla zarar ettirildiğini vurgulamak gerekiyor. Bu konuda Sümerbank iyi bir örnektir. Kuruluşu, Cumhuriyetin başlangıcına giden (1933) ve ülke ekonomisinin lokomotiflerinden, 90.000 kişinin çalıştığı, bankası ve şubeleri olan, 33 fabrikası ile ayakkabıdan porselene, halıya, kumaşa geniş yelpazede üretim yapan Sümerbank da zarar ettirilirken, yeni atanan Genel Müdür Erkan Tapan’la birlikte kar etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Tapan görevden alınıp, özelleştirme sürecine de 1985’te Sümerbank ile, Sümerbank’ın Iğdır Pamuklu Dokuma tesisinin Aras Tekstil’e 6,7 milyon dolara satılmasıyla başlandı.
Ülkemizde özelleştirmenin, devletin asli görevlerine yani genel yönetime, altyapı yatırımlarına, adalet ve güvenliğe daha fazla güç verebilmesi için gerektiği propagandası yapılmıştır. Devletin özel sektörle rekabet içinde olduğu alanlardan çekilmesinin amaçlandığı belirtilmiştir. Bu amaçla 24 Kasım 1994’te çıkartılan 4046 sayılı ‘Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’ ile kamunun tasfiyesi için her türlü engelin aşılması kolaylaştırılırken, ağırlıklı olarak o güne dek ‘hisse satmak’ uygulamasından, ‘tümüyle satmak’ uygulamasına geçilmiştir. Sonrasında ise 2001 krizi fırsata dönüştürülerek Dünya Bankası’nda görevli Kemal Derviş Türkiye’ye getirilerek ekonomiden sorumlu bakan yapıldı. Derviş ile ‘15 günde 15 yasa’ söylemiyle, birçok alanın piyasa koşullarına göre yeniden düzenlenmesini sağlanırken, çalışma biçimlerini esnekleştiren, emek sürecini bütünüyle sermayenin insafına terk eden yasal düzenlemelerin temeli de yine onun döneminde atıldı. Derviş’in uygulayıcısı olduğu ekonomi politikalar nedeniyle ücretler düştü, işsizlik arttı, sosyal harcamalar daha da kısıldı.
Bu yasaların gözden kaçan bir özelliği de özelleştirmelerden elde edilen kaynağın yaklaşık yüzde 30’u özelleştirilen kuruluşlara yapılan (krediler, çalışanlara yönelik iş kaybı ve özelleştirme sonrası tazminatları ile emeklilik primi gibi) ödemelerdir. Dolayısıyla elde edilen gelirin yüzde 30’u zaten en başta kamuya kaynak olarak aktarılmamaktadır.
Bununla birlikte özelleştirmeler nedeniyle kamu, milyarlarca dolar gelir ve vergi kaybına uğrarken, özelleştirme politikalarının toplumun bugününe ve geleceğine maliyeti sanılanın çok daha üzerindedir. Tablo-1’de başlangıcından itibaren özelleştirilen kurumların isimlerini bir araya getirme çabası görülmektedir. ‘Çabası’ diyorum çünkü altta gösterilen kaynaklar da dahil olmak üzere, özelleştirilen kuruluşların listesi tam olarak ortaya konulamadı. Ancak tablo-1’deki kuruluşlara bakılınca yapılanların korkunçluğu anlaşılabiliyor. İçlerinde Tüpraş, Sümerbank gibi tek kalemde geçilen ama ülkenin en büyük iktisadi kuruluşları da var. Kaldı ki, kamu mülkiyetinden çıkartılan lojmanların, arsaların hesabını tutabilmek neredeyse olanaksız. Ayrıca, bugüne kadar yapılan özelleştirmeler nedeniyle bütçeye girmeyen gelir, halka daha fazla vergi yükü, daha fazla zam ve daha az kamu hizmeti olarak yansıyor.
Sosyal sonuçları çok önemli
Özelleştirme denilince sadece KİT’lerin özel sektöre devri ve bunun yarattığı sosyal hak kayıplarını anlamamak gerektiğini söylemiştim. Bunun yanı sıra kamunun kendi olanaklarıyla sunduğu pek çok hizmet veya daha doğru ifadeyle kazanım, parayla sunulur hale gelmiştir. Bunun içerisinde eğitimden, sağlığa, sosyal güvenliğe, sosyal yardımların kısılmasından tarımsal desteklere, genel güvenlik hizmetlerine kadar toplumsal yaşamın bütün alanları vardır. Böyle bakılınca, sorunu tek başına KİT’lerle sınırlamak, doğru olmayacak, eksik kalacaktır.
Bu süreç boyunca en önemli adım kamuoyunun ‘özelleştirmenin bir zorunluluk’ olduğuna ikna edilmesi olmuştur. Bu konuda IMF ve Dünya Bankası’nın özel bir çaba harcadığı ve özelleştirme yapılacak ülkeler için propaganda çalışmaları yaptığı bilinmektedir. En sık kullanılan argümanlar, çağdaş işletmecilik ve kârlılık olmuştur. Kamu kuruluşlarının kâr edemediği ve bu yüzden toplumun üzerine bir yük olarak bindiği söylemi her ülkede kullanılmıştır. Yaratılan algı, insanlar kamusal hizmeti özel sektörden daha kaliteli bir biçimde almaya devam ederken, diğer yandan kamu kaynakları kötü yönetimlerle zarar etmeyeceği için, kamudan buraya kaynak aktarılması da kesilmiş olacak ve devlet, asli görevleri olan ve özel sektör tarafından yürütülemeyecek olan altyapıalt yapı yatırımlarına yöneleceği şeklinde olmuştur. Yani vazedilen daha zengin, daha kaliteli bir yaşamdı.
Ancak işlerin böyle yürümediği kısa zaman içerisinde ortaya çıktı. İlk uygulama olarak, özelleştirilen kuruluşlarda geniş çaplı bir işten çıkarma dalgası yaşandı. Burada esas amaç yılların mücadelesiyle elde edilmiş sendikal kazanımların gasp edilmesiydi. Arkasından işten çıkartılan işçilerin bir kısmı, sendikasız ve daha düşük ücretle işe alındılar. Kamu işletmelerinde ise sigortasız işçi çalıştırmak olanaksız, sendikasızlaştırma çabaları daha etkisizdir. Sendikaların uzaklaştırılmasıyla birlikte işçi sağlığı, iş güvenliği ve çalışma koşullarında gün geçtikçe kötüleşme yaşandı ve bu bir kural biçiminde istisnasız tüm özelleştirilen kurumlarda uygulandı. Türkiye’de taşeronlaşmanın yaygınlaşmasıyla, özelleştirme birlikte yürüdü. Özelleştirilmenin ilk yıllarındayılarında istihdam verilerine bir örnek tablo-2’de gösterilmiştir.
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi
Şekerin, hem temel bir gıda maddesi olması nedeniyle, hem de birçok ürünün üretiminde temel girdi olması nedeniyle tüketimi her geçen yıl daha fazla olmaktadır. Bu artış hızı diğer tarım ürünlerinin üzerindedir. Dünya şeker tüketimi yıllık ortalama yüzde üçlük bir artış göstermektedir. Türkiye dünya ölçeğinde şeker üretimi ve tüketimi açısından önemli bir ülkeydi. Türkiye’de kişi başına şeker tüketimi, Avrupa ortalamasının altında olsa da dünya ortalamasının beş kilogram kadar üzerindedir. Özelleştirmelere kadar da dünyanın en çok şeker üreten dördüncü ülkesiydi. Üretimin yüzde doksanı şeker pancarından, yüzde onu ise mısırdan karşılanmaktaydı.
Türkiye’de şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin en önemli nedeni şeker üretiminde şeker pancarına dayalı yapının değiştirilerek bunun yerine sermayenin denetiminde olan kârlılığı yüksek Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretiminin tercih edilmesi yatmaktaydı. Türkiye’de NBŞ üretimi toplam üretimin yüzde otuz beşini oluştururken, bunun tümü özel sektörün elindeydi. Dünyada da NBŞ üretiminin yüzde 75’i iki tekelin (Cargill ve Amylum) elindedir.
Özelleştirilen şeker fabrikalarının bir kısmı kapatılırken, diğerlerinin önemli kısmı NBŞ üretimine geçmiştir. Bunu sonucu olarak pancar üretimi üçte iki oranında azalmıştır. Şeker fabrikalarında istihdam edilen 10.500 işçi işsiz kalırken, pancar ekimi ile geçinen yaklaşık 250 bin çiftçi yoksulluğa terk edilmiştir. Kontrol tümüyle özel sektöre geçince, şeker fiyatları olağanüstü şekilde artmış, topluma ve işsiz kalanların üzerine de ek bir yük gelmiştir. Burada bir örnek olarak şeker fabrikaları seçilmişse de diğer sektörlerde de durum farklı değildir.
İdeolojik bir hamle: eğitimin özelleştirilmesi
Kamuculuk konusunda eğitim iyi bir örnektir, çünkü doğrudan mülkiyeti özel sektöre devredilen önemli bir eğitim kurumu olmamasına karşın, bir süre önce neredeyse tamamı bir kamusal hak olarak topluma sunulan eğitim, özelleştirme rüzgarıyla beraber satın alınır hale getirilmiştir. Bu durum özellikle AKP iktidarıyla beraber artmıştır. AKP iktidara geldikten hemen sonra özel okulların oranının yüzde 2,5’lardan daha yukarı çıkarılması için özel kesime destek vereceğini açıklamıştı. Önce on bin yoksul öğrenciyi özel okullara göndermek için hazırlıklar yapılmışsa da bu girişim Danıştay ve dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den dönmüştü. Burada amaç, yoksul öğrencilere destek değil, onlar bahane edilerek özel okullara doğrudan kaynak aktarmaktı. Türkiye eğitim tarihinde gerici ve piyasacı müdahale bağlamında en önemli adımlardan biri olan 4+4+4 sistemini 2012-2013 eğitim öğretim yılında hayata geçiren AKP, son yıllarda özel okullara sunulan en karlı paketlerden biri olan özel okula gidecek öğrenciler için maddi teşvik uygulamasını 2014 yılında başlatmıştır. AKP döneminde uzun yıllar Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hüseyin Çelik, “Türkiye tarihinde AKP kadar hiçbir hükümetin özel okullara sempatiyle bakmadığını ve destek olmadı” konuyu özetlemişti. Verilen destekler özel okul ücretlerinin ancak çok küçük bir bölümünü karşılarken, geriye kalan asıl miktar öğrenci velileri tarafından karşılanmaktadır. Diğer yandan eğitimin kalitesizleştirilmesi ve ‘imam hatipleştirilmesi’ ile birlikte, veliler çocuklarını özel okullara göndermeye zorlanmaktadır. Uzun yıllar boyunca MEB’de müsteşarlık yapan Yusuf Tekin bir özel okul açılışında yaptığı konuşmada, özel okullara gitme oranında ciddi bir artış olduğunu, bu artışı etkileyen en önemli faktörün özel okullarda okuyan öğrencilere verilen eğitim ve öğretim desteği olduğunu söylemiştir. Tekin, özel okulların ‘’devletin üzerindeki kamu hizmeti verme yükünü önemli ölçüde hafiflettiğini’’ de söyleyerek, eğitimin devlet tarafından bir yük olarak görüldüğünü ve sermayeye yapılan destekle bu yükün hafifletildiğini açıkça dile getirmiştir. Her şeye karşın çocuklarını kamu okullarına yollayan, ya da zorunda kalan, veliler de okullarının masrafları için ‘eğitime katkı payı’ adı altında para ödemek zorunda kalmaktadır.
Sonuçta sadece bir kuşak önce kamusal bir hak olan eğitim, özelleştirmeyle birlikte ancak parası olanın alabileceği bir meta haline getirilmiştir. Emekçi çocukları için iyi eğitim alma ancak burslarla olasıdır ve burs veren de doğal olarak kendi ideolojisine uygun insan yetişmesini ister. Diğer yandan eğitimin özelleştirilmesinin eğitim emekçileri için ikinci bir boyutu daha vardır: İşsizlik, işten atılmak, iş güvencesinden yoksun bırakılmak, reel ücret gerilemesi, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kaybı ve en önemlisi de tüm bunlardan sonra ortaya çıkacak mesleki itibar kaybı anlamına gelmektedir.
Eğitimin özelleştirilmesinin bir diğer özgün önemi de eğitimin işlevinde aranmalıdır. Eğitim ve buna bağlı olarak okul sistemi tarihte ilk ortaya çıkışından beri toplumun ideolojik olarak biçimlendirilmesinde egemen gücün en önemli enstrümanlarından biri olmuştur. Bu söylediğim, iyi veya kötü, doğru veya yanlış gibi yorumlardan uzak, sadece bir saptamadır; iktidardaki sınıf Ivan Illich’in deyimiyle okulu toplumu “ehlileştirmek” için kullanır. Bunu sadece derslerde anlatılanlarla değil, ama aynı zamanda ‘okul yaşam düzeni’ örneğiyle de sağlar. İşte bu yüzden dünyanın neredeyse tamamında ‘zorunlu eğitim’ varken, örneğin ‘zorunlu sağlık’ yoktur. Tam da bu nedenle, eğitim yaşamının tüm aşamalarında para ödendiğini gören birisine özelleştirme kavramını kabul ettirme, olağanlaştırma, her türlü ideolojik müdahale aracının ötesinde, çok daha kolay olacaktır.
Sağlık hakkı yaşam hakkıdır
Sağlıkta bırakın özelleştirmeyi, özel sektörün sadece varlığı bile sözcüğün anlamına terstir çünkü sağlık demek yaşam demektir ve yaşam hakkı parayla satın alınabilecek bir şey değildir. Bir yandan böyle bir gerçek varken, diğer yandan, özellikle Türkiye’de, kişisel bazda sağlığa harcanan paranın arttığı da ayrı bir gerçek. Covid-19 pandemisiyle beraber aşının özel sektörün elinde olmasının yarattığı sorunlar yine herkesin gözü önünde yaşandı. İnanılır gibi değil ama kamu kaynaklarıyla yetişmiş bilim insanları, kamu kaynaklarından sağlanan kredilerle kurulan şirketlerde, kamu araştırma fonlarından alınan desteklerle araştırmalarını sürdürüp, Covid-19 aşılarını geliştirdiler ve bu aşı tekrar kamuya satılıp, yine kamu kaynak ve olanaklarıyla insanlar aşılandılar. Her şey kamudan karşılandı ancak şirket sahipleri dünyanın en zengin yüz kişisi arasına girdi. Üstelik hala aşının ücretsiz üretimine izin vermiyorlar!
Benzer durum 1990’lı yıllarında sonlarında Güney Afrika’da yaşanmıştı. Biliyorsunuz AIDS bu bölgede en önemli sağlık sorunlarının başında geliyor. Güney Afrika hükümeti ucuz aşı ve ilaç üretmek için bir program başlatır. Bunun üzerine Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük laboratuvarlarını temsil eden Tıbbi İlaç Sanayicileri Derneği dava açarak, bunun uluslararası patent yasasına aykırı olduğunu iddia eder. Sonuçta program durdurulur. Bugün AIDS tedavisi yıllık 20-30 bin Amerikan doları tutmakta ve nüfusunun yüzde onu AIDS’li olan Güney Afrika vatandaşlarının hayal bile edemeyecekleri bir rakamdır bu.
Kamu desteği hep gerekir
Tüm bu özelleştirme uygulamalarına karşın, sermaye kamu desteğinden kopamamakta ve her krizde bu desteği talep etmektedir. Böylesi dönemlerde özel sektörün büyüyen sorunların üstesinden gelemeyeceği, kamunun devreye girmesi gerektiği, işleri yoluna koymasının zorunluluğu ileri sürülür. Kriz atlatıldıktan sonra bu hisseler yeniden devredilir. Sermaye sınıfı kendi sınıf egemenliğini güvenceye almak, sigortalamak için kamu desteğini hep yedekte tutmak zorundadır.
Durum sermaye için böyleyken, kamunun kendisi için tam tersidir. Özelleştirmeyle birlikte emeğin pazarlık gücü kısıtlanmış, ücretler düşürülmüştür. Verimlilik adına işsizlik artmış, çalışanlarından sosyal hakları bütünüyle geri alınmıştır. Sendikasız ve/veya sigortasız çalışma olağan hale gelmiştir. Özelleştirilen işletmelerin bir kısmı kapatılmış, bir kısmı geri alınıp tekrartekrara karlı hale getirildikten sonra tekrar özel sektöre devredilmiştir. Bir bütün olarak bakıldığında, özelleştirmelerin sonucunda yaşam daha zor ve pahalı hale gelmiştir. Sağlık hakkı, eğitim hakkı, beslenme hakkı, barınma hakkı gibi temel insan hakları yitirilmiştir. İşte bu yüzden özelleştirme bir insanlık suçudur. Kamulaştırmada ise tüm bu süreci tersine çevirme söz konusudur. Yine bu yüzden ‘kamuculuk fazilettir’.