Gündem

Kara Leke: Mihail Gorbaçov

Gökmen Kılıç

Konu Gorbaçov olduğunda insanın duygularına yenik düşmeden yazması zorlaşıyor. Sosyalist mücadele tarihi sayısız ihanet örnekleriyle dolu. İhanetin geçmişten bugüne ve bugünden yarına son bulmasını tabii ki beklemiyoruz. Ancak Gorbaçov’un ihaneti sosyalizm mücadelesinde eşine az rastlanan bir örnek. Öyle ki, biz sosyalistler açısından Gorbaçov adının önünde ‘hain’ sıfatını getirmeden cümleyi tamamlamak pek mümkün olmuyor. 

Sovyetler Birliği’nin son lideri ve Sovyetleri yıkan kişi olarak tarihe geçen Gorbaçov’un serüveni bir hayli uzun. 1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin lideri haline gelen Gorbaçov, ilan ettiği reform programlarıyla siyasi ve ekonomik sorunları çözme iddiasıyla iktidara geldi. Ancak Gorbaçov ve ihanet çetesinin attığı adımlar, SSCB’nin ve sosyalist blokun sonunu getirecekti.

İhanetin Tarihsel Arka Planı Var mı?

Tam adıyla; Mihail Sergeyeviç Gorbaçov’un Sovyet devlet mekanizması içinde yükselişini ve nihayet ülke başkanlığına kadar gelişini SSCB’nin geçmişte yaşadığı iç dönüşümlerle birlikte ele almamız gerekiyor. Öncelikle Gorbaçov ve ekibinin SSCB’ye nasıl hakim olduğunu tarihsel kırılma anlarıyla birlikte değerlendirelim. 

Sovyetler Birliği Komünist Partisi, Josef Stalin’in 1953 yılında ölümünün ardından yapılan 20. Kongre’yle birlikte “destalinizasyon” adı verilen bir süreç yaşadı. Destalinizasyon, Stalin’in ardından SBKP Genel Sekreteri olan Nikita Hruşçov’un başında olduğu kanadın partiyi ve Sovyetler Birliği’ni Stalin’den “arındırma” operasyonuna verilen isimdi. Hruşçov, 1956 yılında yapılan 20. Kongre’yle birlikte Stalin döneminin çizgisinden SBKP’yi hızla uzaklaşmak istiyordu.

20. Parti Kongresi’nde Hruşçov yaptığı o meşhur konuşmayla birlikte, “kişi kültünün” ve “kişilerin putlaştırılması” olarak gördüğü Stalin döneminin eleştirisini yaparak; Stalin’in siyasi, ekonomik ve hatta askeri yöntemlerinin temelden reddedilmesi gerektiğini ilan etmişti.

“Partiyi ve ülkeyi yönetme açısında Stalin’in pratiklerini çözümlediğimiz zaman, onun yaptığı her şeye saygı göstermeyi bir tarafa bıraktığımız zaman, Lenin’in korkularının doğrulandığına ikna oluyoruz.”

Hruşçov’un yaptığı eleştiriler, Josef Stalin’in şahsında geçmiş dönemin sert ve kapsamlı bir eleştirisini kapsıyordu. Bu bir iç hesaplaşma olarak yürütülürken, eski kadroların önemli bir bölümü ya partiden uzaklaştırılıyor ya da daha önemsiz görevlere veriliyordu. Kongre’de alınan kararların ardından, yalnızca Stalin’e değil, geçmişteki devrimci dönüşümlerine duyulan saygı ve partiye olan güven duygusu da önemli ölçüde zayıflamıştı. 

Hruşçov’un ardından SBKP Genel Sekreteri olan Leonid Brejnev döneminde de benzer bir politika devam ettirildi. Bu dönem, toplamda 1953-1982 yıllarını kapsayan uzun bir destalizasyon dönemiydi ve SBKP içerisinde yavaş yavaş beliren sağ sapmalara güç ve cesaret vermekteydi.

Mihail Gorbaçov’un 80’li yıllarda glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) reformlarını açıklarken bu reformların düşünsel temeli olarak 20. Kongre’yi göstermesi boşuna değildi.

“Her şeyden önce, birçok kez söylediğim bir şeyi burada tekrarlamak zorundayım ki, reform düşüncesi belirli bir grup insanın rastgele bir buluşu değildir. Bu doğrultuda bir arayış parti ve toplum içinde SBKP 20. Kongresinden beri sürmektedir.”

Ancak Gorbaçovcu ihanet çetesinin 80’lerde iktidara gelişini tek başına 20. Kongre’deki kırılmaya bağlamak Sovyetlerin ve SBKP’nin devrimci potansiyelini hafife almak olacaktır. Asıl sorun bundan daha derinlerdedir ve o zamana kadar kalıcı bir çözüm bulunamamıştır. SBKP’nin yeni bir devrimci atılımı bir türlü yaratamamış olması hepsinden önemli bir kriz başlığıdır. Hruşçov’un hatası ise çözümü yanlış yerde, Stalin öznelinde aramış olmasıdır. Stalin karşıtlığının üzerine inşa edilen çözüm arayışları çözümsüzlüğü daha fazla derinleştirmiştir. Dolayısıyla ortaya devrimci değil, reformist bir çözüm arayışı çıkmıştır.

Bu nedenle 1980’lerde ortaya çıkan tablo sürpriz sayılmamalıdır. SBKP ve komünist gelenek devrimci bir çıkışı yaratamadığı için Gorbaçov gibilerinin ihanet kazanına odun taşıması daha kolay hale gelmiştir.

Birinci Perde: Utangaç Hainimiz Gorbaçov

SBKP ve Sovyetler, Hruşçov ve Brejnev’den sonra Yuri Andropov ve Konstantin Çernenko’nun kısa süreli iktidarıyla tanıştı. Ancak eski liderlere göre çok daha genç olan Mihail Gorbaçov’un ismi çoktan Sovyet siyasetinde etkisini hissettirmişti. Öyle ki; Gorbaçov, henüz SBKP Genel Sekreteri değilken, 1984 yılında “Demir Leydi” lakaplı Margaret Thatcher’la görüşmeler yapmak üzere Birleşik Krallık’a gitmişti.

Çernenko’nun ölümünün ardından Sovyetler Birliği’nin bu genç lideri siyasetin yeni yüzü olarak adından övgüyle bahsettiriyordu. Ama Gorbaçov ve karşıdevrimci çetesi her şeye rağmen henüz açıktan sosyalizm düşmanlığı yapacak güçte değillerdi. Bu nedenle Mihail Gorbaçov 1985 yılında Genel Sekreter seçilmesinin ardından sonra sık sık sosyalizm ve devrim vurgusu yapmayı ihmal etmedi. Gorbaçov’un başlangıçtaki tüm iddiaları sosyalizme dair sözde bir devrimcilik içermekteydi. Gorbaçov ve ekibi devrimci bir role bürünerek, yeni bir devrimci atılımın eşiğinde olduklarını propaganda ediyorlardı.

Böylelikle, glasnost ve perestroyka ilk olarak devrimci bir ambalajla sunuldu ve yapılacak reformların devrimci bir atılımın hazırlığı olduğu konusunda herkes ikna edildi.

 

İkinci Perde: “Devrimci” Gorbaçov ve Glasnost, Perestroyka’nın Sonuçları

Gorbaçov ve ekibi gerçek niyetlerini saklayarak yürüttükleri bu süreci yeni reform paketleriyle desteklemeye devam ettiler. Gorbaçov’un “yeni” liderliği muhafazakarlık olarak tanımladıkları “eski” anlayışa göre SBKP içinde daha fazla heyecan yaratıyordu. Yeni bir devrimci atılımın anahtarı ise daha cesur olmaktan geçiyordu(!)

“Yoldaşlar, perestroykayı başlattığımızda çok iyi biliyorduk ki, insanın düşüncesinde bir devrim olmaksızın, sözcüğün en geniş anlamıyla manevi bir yeniden doğuş ve ideolojik yenilenme olmaksızın herhangi bir politik, toplumsal veya ekonomik reform mümkün değildir.”

Gorbaçov, yeni dönem için herkese seferberlik çağrılarını yinelerken, bunu geçmişin eleştirisiyle birlikte yürütmekten de geri durmuyordu. Hedefte yine Stalin vardı!

“Sosyalizmin Stalinist modelinin yerini özgür erkeklerden ve kadınlardan oluşan sivil bir toplum almaktadır. Politik sistem köklü bir şekilde dönüştürülmektedir; serbest seçimler, çok partili sistem ve insan haklarıyla birlikte gerçek demokrasi kurulmakta ve halkın gerçekten kendi kendini yönetimi canlandırılmaktadır. Emekçi halkın mülkiyete ve çalışmasının sonuçlarına yabancılaşmasına yol açan üretim ilişkileri tasfiye edilmekte ve sosyalist üreticilerin serbest rekabeti için uygun koşullar yaratılmaktadır.”

Oysa sosyalizm için yapıldığı iddia edilen reformlar kapitalizmin restorasyonundan başka bir şey değildi. Perestroykanın sonuçları gün geçtikçe açığa çıkıyor, iktisadi veriler söylenenin tam tersini gösteriyordu.

“Perestroyka operasyonu Sovyetler Birliği’nde iktisadi durumu oldukça kötüleştirdi. Mart 1987’de Sovyetler Birliği’nde enflasyonun varlığı ilk kez İstatistik Merkezi Dairesi tarafından kabul edildi.

1985-1988 arasında fiyatlar, yıllık olarak yüzde 1’den daha az iken; 1989 yılında yüzde 9,5 ve 1990’da da yüzde 29 oranında arttı.”

Yalnızca enflasyon değil, diğer verilerde de kötüleşme vardı. Bütçe açığı GSMH’nin yüzde 2 ila 3’ü iken 1988’de yüzde 10’a çıktı. 1984 yılında SSCB’nin 25,6 milyar dolar olan dış borcu, 1991 yılında 80 milyar doları aşacaktı. 

Artık Sovyetler Birliği’nde işsizliğin varlığı da bir gerçeklikti; işsizlerin sayısı 1991 yılına gelindiğinde 10 milyon kişiydi!

Ekonomi tamamen çöküşe geçerken glasnost; yani, “açıklık” denilen reform uygulamalarında da benzer bir durum yaşanıyordu. Glasnost politikasıyla birlikte anti-komünist, halk düşmanlarına yeniden gün doğmuştu. Karşıdevrimci tutukluların çoğu serbest bırakılırken, sürgünde bulunan Aleksandr Soljenitsin gibi azılı anti-komünistlerin tekrar ülkeye girişine izin verildi. Dinci örgütlenmeler için yasal düzenlemeler yapıldı ve bu örgütlenmelerin toplum karşısında itibarları geri verildi.

Mihail Gorbaçov kendi misyonunu yerine getirmekte ve her geçen gün daha cesur adımlar atmaya devam etmekteydi. Cesaretinin temelinde ülke içinde ve uluslararası alanda bulduğu müthiş desteğin etkisi de vardı. Gorbaçov, Batı kapitalizmi tarafından çoktan takdir gören bir lider haline dönüşmüştü. ABD Başkanı’ndan Avrupalı liderlere kadar Gorbaçov’un Batı dünyasıyla arası gayet iyiydi. Batılı basın kuruluşları Gorbaçov adından övgüyle bahsediyorlardı.

 

Üçüncü Perde: SBKP 28. Kongresi ve İhanetin Günyüzüne Çıkması

Sovyetler Birliği’nde adım adım karşıdevrimin güçlendiği hissediliyordu. SBKP içerisinde bunu fark eden komünistler seslerini giderek yükseltmeye başlamışlardı. Bu itirazlar bir hayli korkutmuş olacak ki, 1986 yılında yapılan SBKP’nin 27. Kongresi’nde Gorbaçovcu ekip önemli müdahalelerde bulunmak durumunda kalmıştı. Kongre’de parti tüzüğü değiştirilirken, Merkez Komite üyelerinin yarıdan fazlası yeniden belirlenmişti.

Bu olumsuz gelişmeye rağmen 1990 yılında yapılacak SBKP 28. Kongresi öncesinde Rusya Komünist Partisi’nde (RKP) komünistler yönetimi yeniden ele geçirdiler. 28. Kongre’ye gidecek olan SBKP artık hiziplere bölünmüş haldeydi: “Reformcu” Mihail Gorbaçov ekibi, Boris Yeltsin ekibi ve İvan Palazkov’un oluşturduğu komünist ekip… Ancak Palazkov’un başını çektiği komünist grup, açıktan karşıdevrimci olduğunu bildikleri Yeltsin’e karşı “reformcu” Gorbaçov’u destekleyerek Kongre’de ölümcül bir hata yapmıştı.

SBKP ve Sovyetler Birliği’ndeki önemli gelişmeler ABD başta olmak üzere Batılı kapitalist devletler tarafından da dikkatle izleniyordu. Fakat Gorbaçov’a karşı devrimci bir itizarın yükselmesi riskine karşı oldukça ihtiyatlı davranılıyordu. Kongre’de çoğunluğu elde eden Gorbaçov için ise artık tehlike geçmiş ve SBKP içerisinde güç dengeleri tamamen lehine dönmüştü.

Gorbaçov’un Kongre’ye sunduğu rapor ve yaptığı tarihi konuşma, SBKP’nin nasıl bir ihanet sarmalına girdiğini bizlere açık olarak göstermektedir. Mihail Gorbaçov, 1984 yılından itibaren ABD’li ve Avrupalı liderlerle gerçekleştirdiği pazarlıkları büyük bir rahatlık içinde kongre konuşmasına yerleştirmiştir.

Bunlardan birkaçına bakalım:

“Tüm bu nedenlerden dolayı gerek Başkanla (ABD Başkanı-G.K.), gerek Amerikan toplumu ve devletinin diğer temsilcileriyle görüşmelerimizde aklımıza ilk gelen soru şuydu: ABD nasıl bir Sovyetler Birliği görmek ister; Sovyetler nasıl bir ABD ister?”

ABD’nin nasıl bir Sovyetler görmek istediği birkaç yıl sonra yaşanan gelişmelerle ortaya çıkacaktı. Ancak bundan önce, SSCB’nin kapitalist dünya ile uzlaşma arayışına girmiş olması ABD ve diğer kapitalist ülkeler nezdinde zaten önemli bir veri olmuştur. Emperyalistlerle devrimci barutunu tüketmeyen hiçbir devrimci iktidarın uzlaşamayacağı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Gorbaçov da bunu herkesten iyi bilmektedir…

“Gördüğümüz kadarıyla ABD’de yalnız yüksek düzeyde politikacılar değil aynı zamanda belli başlı iş çevreleri, ekonomik çevreler, ve halk da, bireye önem veren, demokratikleşme, ademi merkezileşme, açıklık (glasnost – M.G.) ve her alanda özgürlük yolunda ilerleyen ve dışta da daha sağlıklı ilişkiler, silahsızlanma ve iş birliği isteyen bir Sovyetlerin kendi çıkarlarına daha uygun olduğunu fark etmişlerdir.”

Birey, demokratikleşme, silahsızlanma… Ne harika değil mi!

Emperyalizmin savaşların gerçek nedeni olduğu gerçeğini burada anlatmaya gerek duymuyoruz. SSCB sonrası dünyanın hali ortadadır. Savaşların kaynağının SSCB’nin varlığı olduğunu söyleyen tezlerin ise hepsi çoktan çökmüştür.

Ve bir itiraf:

“Sovyetler Birliği Avrupa’ya organik olarak bağlıdır. Doğu Avrupa’da yaşanan süreç perestroyka ve Sovyetlerdeki yeniliklerin dolaysız bir sonucudur.”

Gorbaçov, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DAC) Batı tarafından işgal edilmesine yol açacak süreci, Sovyetlerdeki reformlarla (siz kapitalist restorasyon olarak okuyun) ilişkilendiriyor. Daha ne söylenebilir!

Son Perde: Sovyetlerin Ardından Yüzsüz Hain Gorbaçov

Bugün artık Sovyetler Birliği fiilen bulunmuyor. 1991 yılında komünizmin kızıl bayrağı Sovyet topraklarından geri çekilmek zorunda kaldı. Yalnızca Sovyetler mi? Örneğin, Yugoslavya ve sosyalist blokta bulunan diğer ülkeler de emperyalizmin askeri müdahaleleriyle ortadan kaldırıldılar. 

Mihail Gorbaçov ise çözülüşün hemen ardından kapitalist ülkeler tarafından kahraman ilan edildi ve Nobel Barış Ödülü dahil onlarca ödül verilerek mükafatlandırıldı. Batı açısından Gorbaçov yenilmiş bir lider olarak değil, görevini başarıyla tamamlamış bir özgürlük savaşçısı olarak pazarlanıyordu.

Ancak kapitalimin bu sahte kahramanının önemsiz bir kişiliğe dönüşmesi uzun sürmedi. Kendi ülkesinde bile itibar görmeyen; ve adı sıradan Rus vatandaşları için bile ülkeyi batırmasıyla özdeşleşen bir karakter olarak anıldı.

Sovyet halkının yaşadığı trajedinin baş sorumlusu olarak tarihe geçen Gorbaçov emperyalizmin zafer naraları attığı bir dönemde, kendi ülkesinde açılan Amerikanlı bir fast food şirketinin reklamında bile oynayacak kadar yüzsüzdü.

Gorbaçov’un sosyalizme inanmış milyonlarca emekçi için ise tek bir karşılığı bulunuyor. Adının önüne malum sıfatı koymayı unuttuğumuzda tashih etmek gerekiyor; “hain Gorbaçov!”

Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Mihail Gorbaçov’u ne emekçiler, ne komünistler, ne de tarih affedecek. Tarihin cilvesine bakın ki, Moskova’da gömüldüğü Novodeviçi Mezarlığı’nda önemli bir devrimci daha yatıyor: Büyük Usta Nâzım Hikmet… 

O zaman komünist Nâzım Hikmet’in harika dizeleriyle haini uğurlayalım!

“–Yoldaş unutma bunu 

Burjuvazi

ne zaman aldatsa bizi

böyle haykırır:

– Hav… hav… hak… tü!”

Comments are closed.

0 %