Komün Öldü, Çok Yaşa Komün!
Sertaç Canbolat
“İşte, Komünarlar duvarının/Durduğu yerdir burası/Küçük bir kısmı da/Kalbur dönmüş deliklerden,/Sararmış bir harabe./Eski duvardan geriye kalan/Küçük bir kısmı/Bugüne kadar hep o günkü gibi./Nasıldıysa öyle./Bir bir/Sayılır/Üstündeki kurşun delikleri/Birden/O aynı ihtiyar taşlara/Çılgın bir intikamın havada sallanan tokmağıyla/Yüzler nakşetti/Tüyler ürpertici/Bir yontucu/O nakşettiği, bir kadın/Sırtı duvarda/Yüzü engin bir öfkeyle aydınlanmış/Göğsü çıplak./Kaldırdı düşmana/O ürkünç kolunu/Kızıllaştı coşkulu dudakları:“Komün öldü Komün ÇokYaşa!”
İki ayda bir yayınlanan Europe dergisinin 1970 yılının Kasım-Aralık sayısında, Fransızcaya çevrilerek 13 sayfada yayınlanan Komünarlar Duvarı adlı şiirinden bir küçük kısmı okudunuz; bana kalırsa 1871 Paris Komünü’nü anarken her daim söylenmesi gereken müthiş önemli bir ifadeyle bitiyor; hiçbir romantizme düşmeden açık ve seçik bir biçimde “öldüğü” bilinmelidir ve yenisini kucaklamak için özenle saklanmalıdır romantizm. Fransız romantizminin büyük ustası Victor Hugo’nun senatör olarak mecliste 22 Mayıs 1876’da hitabında komünarlar için “af istemesi”, merhametin medeni ve toplumsal hayatta olduğu kadar siyasi düzende de makul olduğunu, dolayısıyla affetmenin doğru ve siyasi bir konu olduğunu ifade etmesi elbette tahlil edilebilir ama sonuçta biz Sefiller’e referans verdiğimizde Victor Hugo’nun şu veya bu siyasi duruşuna değil, romana kefil oluruz; aynı şekilde büyük cumhuriyetçi ve aydınlanmacı Emile Zola’nın 3 Haziran 1871’de “Marsilya Semaforu” adlı gazetede komün için: “Kanla yıkanması belki de ateşli hallerinden bazılarının yatışması için feci bir zorunluluktu. Şimdi sağduyuyla ve görkemle büyüdüğünü göreceksiniz” demesi onun büyük romanı Hakikat’e kefil olmayacağım anlamına gelmez. Kişiler ile eserler arasındaki açıya dikkat etmek gerektiği gibi olguları romantikleştirme ile gerçek arasındaki açıya da dikkat etmek gerekir; her ne kadar coşkulu bir yükseklik, kısacası romantizm, yapıp eylemeyi sağlayan bir buhar makinesi kazanı gibi olsa da…
Komün tartışmasız iki olgunun simgesidir; sosyalizmin kızıl bayrağının ve proletaryanın birlikteliğinin, dahası bu birliktelikle proletarya iktidarının kurulabileceğinin.
Bayrak; tarihini uzun uzun anlatmayacağım ama üç renkli Fransız bayrağı esasında, Devrim’den önce Kral başkanlığında toplanan Kurucu Meclis tarafından kabul edilmiş olan ve aslında 14. yüzyılda Paris’teki tüccar odasının başına gelen Étienne Marcel’in benimsettiği, kraliyet armasının mavisi ile İsa sevgisini simgeleyen kırmızı renklere temelleniyor. Devrim’de özgürlüğün simgesi olan Frigya şapkasıyla birlikte en önemli simgesi durumundaki üç renkli kokartının adı (dıştan içe kırmızı ve beyaz halkalar, ortada mavi yuvarlak) 1789’da (dönemin kimi gazetelerdeki haber ve anlatılarda) hâlen “kraliyet ve burjuva kokartı” olarak geçmektedir. 17 Temmuz 1789’da 16. Louis’nin aynı kokartla halkı selamladığı aktarılmaktadır. Bir Jakoben değil ama Jakobenlerle birlikte Montagnard (Dağlılar, meclisin üst sıralarında oturduklarından dolayı) olarak anılan grupta Kordöliye kulübünün mensubu büyük devrimci Camille Desmoulins’in yeşil bir yaprakla halkı Louvre Sarayı’nın bahçesinde galeyana getirmek için bir simge oluşturma çabası, o yeşil renk, Artois kontunu anıştırdığı için halk nezdinde başarılı olmamıştır. Şey ile şeyin ayrımının yapılması anlamına gelen tahlilde, simgelerin güçleri, bunların zamanla anlamlarını nasıl yitirdiklerini veya güçlendirdikleri veya bir karşıtlarına dönüştüklerinin bilgisini de aklımızın bir yerinde diri tutmamız gerekiyor. Ve simgeleri tahlil ederken o yüksek romantizmin aklın seviyesinden çok yukarlara çıkmamasına dair olan kırmızı çizgiyi de hatırlamalıyız.
İşte o Frigya başlığında ve kokarttaki üç rengin komünarlar için “burjuvazinin baskıcı rejiminin” bir göstergesi olması da budur; burjuvazinin baskıcı rejiminde mücadeleye atılan işçilerin dökülen kanlarının simgesidir kızıl, bayrak yapılan proleter kanıdır. Proletaryanın birlikteliği ve iktidarı alması; evet Paris Komünü’nde burjuvalar, konforlarından arındırılıp, proletaryanın, dahası halkın büyük bölümünün zorunlulukla mahkûm edildiği işlere koşulmuştur, evet işlere “koşulmuştur.” Bu angarya işlerin sadece temsili değil pratik bir anlamı da vardır elbette; daha çok işgücü. Burjuvazinin angaryaya koşulmasından rahatsızlık duyanlar olabilir; beni ilgilendiren ise burjuvazinin sınıf nefretinin, Paris Komünü’nün mağlubiyetinin ardından burjuva kadınların komünar kadınların cesetlerinde cinsel organlara karşı şemsiyeleriyle giriştiği tasallutta temsilini bulmasıdır. Bu temsilin daha düşük bir yoğunlukta örneğin kimi belediyelerde çöpçülerin (çöp toplama görevlisi diye burjuva diliyle kibarlaştırmayacağım çünkü insan onuruna aykırı şekilde yapılmadığı sürece hiçbir iş, kibarlaştırılması gereken “düşük” bir isim sahip değildir.) Ve evet, federeler ile kol kola girmiş proletaryanın Paris’teki kısa iktidarı her ne olursa olsun “iktidarın burjuvaziden alınışının” simgesidir!
Daha önce de söylediğim gibi, simgelerin romantik anlamlarına belli bir mesafeyle tahlil yapmak durumundayız. Evet, Paris sokaklarında barikatlarda dövüşenler kahramandır, yüksek bir duygu durumuyla hatırlanmalıdır ama o barikatların askeri açıdan hiçbir işe yaramadığını bilerek! Şu halde ne oldu da proletaryanın iktidarında, çok değil, üç ay önce, yani Ocak 1871’de Prusya-Fransa savaşı sırasında Paris’i kuşatan Prusya’nın toplarına dayanan Paris surlarının kapısı, hiç kimsenin olmadığı bir ıssızlıkta bir burjuvanın kapıları açması sayesinde Thiers ordusu tarafından kolayca geçilebildi? (Bu olayın “bir burjuvanın ihaneti” olarak tarif edilmesini de garipsiyorum. Bir burjuva niye ihanet etsin Paris Komünü’ne? Tam tersine yüksek bir sınıf bilinci ve sınıfına tam bir sadakatle surların kapısını açmış!)
Şu halde, tarih bizim için trajik anmalar değilse ve günümüz için devrim projesini yeniden üretmek anlamına geliyorsa, Marx’ın “Fransa’da İç Savaş” incelemesinin de her ne kadar belli bir siyasi çerçeve çiziyor olsa da bu soruya doğrudan bir yanıt vermediğini kabul etmemiz gerekiyor. Ve yine Marx’ın da çok önem verdiği, yine bir komünar olan gazeteci ve tarihçi Prosper-Olivier Lissagaray’nin (Lisagare) 1871 Komünü’nün Tarihi adlı çalışması, konu hakkında ilk elden önemli bir tanıklık olarak kabul görüyor. Lissagaray kitabı 1871 yılında yayınladı. (Bu ilk versiyon Marx’ın kızı Eleanor Marx tarafından İngilizceye çevrildi). Sonra gözden geçirdi, tadilat yaptı ve 1896 yılında, ölümünden birkaç sene önce yeni haliyle yayınladı. Bana kalırsa Türkçeye çevrilmesi gereken birinci önemdeki versiyon da budur. Ayrıntısına girmeden söyleyecek olursam, çeviri ve editörlük açısından hiç de kolay olmayan bir ödev. Bakunin’le yakın temastaki Lyonlu Enternasyonalcilerin -1. Enternasyonal- yine kısa süren girişimi olan ve Marx tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilen Lyon komünüyle dönemdaş olması nedeniyle birlikte okunması gereken Paris Komünü için Lissagaray’nin nasıl bir anlatısı var? Öncelikle önsözde bunun çerçevesini veriyor. Her şeyi üreten proletaryayı yadsıyan veya ondan nefret eden bir zamanların büyük burjuvazisi, toplumun aşağısından gelen devrimlerle çıldırmıştır ve işte bu yüzdendir ki 1871 Komünü’nün tarihi üç kâğıtçılar tarafından yazılmaktadır. Lissagaray kendisinin de ifade ettiği gibi Komün’ün ne bir idari görevlisi ne bir subayı değil, sadece sıradan bir komünar olarak pek çok kişiyle temasta bulunmuş, olayları görmüş, dramları yaşamış biri olarak gelecek nesiller için Komün’e ışık tutmak istemektedir. İlk bölüm olan Savaş Öncesinde Fransa’dan başlamak üzere gözümüzün önünde neredeyse gündelik hayatı canlandıracak şekilde olayları aktarır. Öyle ya, bütün bir siyasi ortam insanların somut durumlarında, somut koşullarında, somut ilişkilerinde, kısacası gündelik hayatın nasıl örgütlendiğinde şekilleniyor. Dolayısıyla Paris Komünü’nde siyasetin nasıl evrildiğini, siyasetin çekişmelerini genel hatlarıyla görmek, olayları olup bittikleri şekilde görebilmek, birleşmiş proletaryanın Komün’ünün askeri yenilgiyle sonuçlanan “dağılmış” yapısını görmemize yetecek mi?
Bu soruyu başka türlü sormak da mümkün. Komün’ün bugün için ders niteliğinde olacak o uzun ve zahmetli çalışmayı diyelim ki yapmadık; peki, başta da söylediğim gibi, Prusya kuşatmasına dayanan surlarda bir kapının açılması, trajik bir kahramanlığın romantik anmasıyla yetinmek yerine, bir altüst oluş sürecinde neye nasıl hazırlıklı olmak gerektiğine dair ders çıkarmak için yeterli değil mi?