Dosya

Bir NATO’ya gidiş masalı: Sovyet tehdidi, Boğazlar ve toprak talebi meseleleri üzerine

Kamil Tekerek

Birinci perde: İkinci Paylaşım Savaşı’na girişte Türkiye’nin pozisyonu

Savaşın bitiş dönemini ve sonrasını ele almadan önce, savaşın hemen başlangıcında ve savaş sırasında Türkiye’nin pozisyonun, savaştaki ülkeler ile olan ilişkilerindeki öne çıkan başlıkları ele almak önem taşımaktadır. Savaş boyunca yürütüldüğü söylenen ve tarafsızlık ilkesine çokça vurgu yapan bu pozisyon özellikle savaş sırasında bir dizi yalpalamayı da beraberinde getirmiş, bu durumun doğal olarak savaşın sonrasına ve soğuk savaşa girişte de önemli sonuçları olmuştur.

Türkiye’deki egemen güçlerin ve özellikle siyasal alanda sağ ya da emperyalizme hayırhah bakan çevrelerin Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusya’sının devamı olduğuna dair bir görüşü mevcuttur. Günümüzde Rusya’ya bakışta da kendini hissettiren bu görüşe göre, Çarlık Rusya’sının Akdeniz, Boğazlar, Ortadoğu politikaları aynen Sovyetler Birliği tarafından devam ettirilmekte, bu anlamıyla -hatta Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı arasındaki çelişkiler ve paylaşım savaşları da hesaba katılarak- bir tarih anlatısı yapılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar gelen süreçte bu yaklaşım varlığını yitirmemiştir. Günümüzde başta Yeni Osmanlıcılık olmak üzere, Türk milliyetçiliği ve hatta liberaller bu tezin çevresinde dönmektedirler.

Bu başlıkta özellikle birkaç noktanın belirgin hale getirilmesi önem taşımaktadır. Birincisi, 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devlettir. Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ile birlikte temelleri atılan Sovyetler Birliği de işçi sınıfının iktidarına dayanan egemen sosyalist bir devlet olarak şekillenmiştir. Dolayısıyla, savaş ve sonrası da dahil olmak üzere her iki devletin egemenlik hakları karşılıklı bir şekilde ve bir dizi anlaşmayla belirlenmiştir.

İkinci nokta, özellikle 1938 yılında kadar, Mustafa Kemal’in hayatta olduğu ve Tevfik Rüştü Aras’ın Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemlerde iki ülke arasında dostluk ve kökleri Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan karşılıklı pozitif bir ilişki egemen olmuştur. Bu anlamda, Sovyetler Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ana yaklaşımının, kapitalist Türkiye’nin emperyalist kampın bir unsuru haline dönüşmemesi, bu anlamıyla sosyalizmin dünya üzerindeki ittifaklarının güçlendirilmesi ve barış üzerine kurulu olduğunun altının çizilmesi gerekir. Bunu, “Çarlık’ın devamcısı Sovyet Rusya’nın pragmatik politikaları” tezine dayandırmak isteyenlerin yolunun anti-komünizme çıktığı ise tarihte ve günümüzde tescillenmiştir.

Üçüncü olarak ele alınması gereken nokta, İkinci Paylaşım Savaşı’nın ayak seslerinin adım adım gelmesi ile birlikte ortaya Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerinin geldiği yerdir. Bu noktada, gerek yeni yetme Türkiye burjuvazisi gerekse ikbalini Nazi Almanya’sında, İngiliz ve ABD emperyalizminde gören sağ siyasetçiler ve devlet görevlileri tercihlerini aslında savaşın bitmesinden önce yapmış görünmektedirler. Bahsettiğimiz pozisyonun, ulusal çıkarların savunulması gibi meşru bir yanı olmakla birlikte bunun arka planına Sovyet düşmanlığının ve devamında adım adım anti-komünizmin yerleşmesi Türkiye’nin emperyalizmin yörüngesine daha güçlü bir şekilde girmesi gibi bir sonucu doğurmuştur.

Bu anlamda, ulusal çıkarları belirleyen temel olgunun Türkiye’nin kuruluş felsefesi itibariyle de anti-emperyalizm olması beklenirken bunun tam tersi bir noktaya doğru ilerlenmesi büyük bir çelişki olarak ortaya çıkmıştır. Hele ki, Sovyetler Birliği cephesinden Türkiye’ye dönük bir tehdit bulunmamasına rağmen böylesi bir yola girilmesi bir tercihin ürünü olarak değerlendirilmelidir.

Masalın birinci bölümü: 1939 yılı ve Boğazlar meselesi

Bahsettiğimiz tercihin oluşmasında ortaya konulan temel tezlerden bir tanesi savaşın somut olarak başlangıç yılı olarak bilinen 1939’da yaşananlar olarak gösterilmektedir. 1939 yılında Sovyetler Birliği’nin Boğazlar meselesi üzerinden Türkiye’yi tehdit ettiği ve bunun üzerine Türkiye’nin adım adım anti-Sovyetik bir noktaya doğru ilerlediğine dair tarih tezleri günümüzde de havada uçuşuyor. Ancak durum böyle mi ve hangi koşullarda ne yaşandı kabaca gözden geçirmek önem taşıyor.

Öncelikle o dönemki bazı olayları kronolojik olarak ve beraberinde bazı yorumlarla birlikte ele almak doğru olacaktır.  

  • 1939 yılı Şubat ayı itibariyle İngiltere ile Türkiye arasında İtalya’ya karşı bir anlaşma yapılması gündeme geliyor. İkinci Paylaşım Savaşı’nın daha sıcak hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin emperyalist İngiltere ile anlaşma arayışının arka planında faşist İtalya’ya karşı kendini koruma arayışı olduğu gibi, savaşta İngiltere’nin yanında yer alarak İngiltere’nin savaş zaferine ortak olmaya çalışmak gibi önsel bir düşünce olduğunun da altını çizmek gerekir. Yukarıda bahsettiğimiz çelişkili tutum burada kendisini göstermektedir. Emperyalizme karşı mücadeleyle kurulmuş olan Türkiye, soluğu emperyalist İngiltere’nin yanında almaya çalışmaktadır. 1939 yılının başlarında İngiltere’de faşizmi Sovyetlerin üzerine doğru yönlendirme politikası henüz varlığını korumakta, Sovyetler Birliği ise kendi güvenliğini almak, savaşı geciktirmek ve güç toplamak için İngiltere ve Fransa ile anlaşmalar yapmaya çalışmaktadır.
  • Böylesi bir ortamda Türkiye ile İngiltere arasında 12 Mayıs 1939’da, Türkiye ile Fransa arasında da 23 Haziran 1939’da anlaşmalar yapılmıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin doğrudan faşist Almanya’nın yanında savaşa girmeyeceği belli olsa da, gelecek dönemlerdeki oynak politikanın zemini de emperyalistlerle yapılan anlaşmalarla döşenmeye başlamıştır.
  • 1939 yılı Ağustos ayında Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa ile yürüttüğü müzakerelerin sonuçsuz kalmasından sonra Sovyetler Birliği ile Almanya arasında 23 Ağustos 1939 tarihinde Molotov-Ribbentrop saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği’ni karşı karşıya getirme politikasına oynayan Türkiye açısından bu imzalanan pakt büyük bir korku yaratmış ve özellikle doğu cephesinde Almanya’ya karşı yalnızlık hissinin uyanmasına yol açmıştır. Ancak, normalde 1925 yılında Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında imzalanan dostluk anlaşması gereği böyle bir korkunun yaşanmasına gerek yoktur. Bununla birlikte 1939 yılında da Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında yeni anlaşmaların yapılmasının zemini hala bulunmaktadır.
  • Tüm bunlarla birlikte, Türkiye 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa ile üçlü bir anlaşmaya imza atmıştır. İsterseniz bunu Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yapılan saldırmazlık anlaşmasına bir tepki olarak değerlendirebilirsiniz. Ancak o dönem hala Türkiye’de Sovyetlerin yenileceğine ve İngiltere’nin savaştan galip çıkacağına dair bir görüş hâkim olmakla birlikte, uluslararası siyasette işler bu şekilde mi yürüyor diye de sormak gerekir. 
  • Tam da bu dönemde Türkiye’nin karşılıklı yardım paktı imzalamak önerisine karşı Sovyetler Birliği’nin Karadeniz ve Boğazlar üzerinden gündeme getirdiği bir dizi başlık, Sovyet tehdidi olarak lanse edilmiş ve kamuoyunda bu şekilde propagandaya başlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin gündeme getirdiği şey, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya yakınlaşması ile birlikte Karadeniz’in güvenliğinin tehdit altına girmesi ve bunun için Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ve Karadeniz’i kesen karşılıklı bir yardım anlaşması yapması üzerine kuruludur. Çünkü, Türkiye’nin emperyalist ülkeler ile yaptığı anlaşmalar sonrasında, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre olası savaş durumunda İngiliz ve Fransız gemilerinin Karadeniz’e geçirmelerine olanak sağlayacaktır. Sovyetler Birliği 1939 yılında buna önlem almak istemiştir.
  • Bu çerçevede, 1939 Ekim’inin ilk yarısında bir tanesine Stalin’in de katıldığı bir dizi görüşme Molotov ile Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu arasında Moskova’da gerçekleşmiştir. Bu görüşmelerin sonucu bir dizi tarihçi ve siyasetçi tarafından abartılarak, Sovyetlerin boğazlardan üs ve Montrö’nün değiştirilme talebi olarak lanse edilse de, bunların bir abartı ve çarpıtma olduğu ifade etmek gerekmektedir. Toplantı tutanaklarında böylesi talepler olmadığı açıktır, ki Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Molotov da 31 Ekim 1939’da yaptığı bir konuşmada, Saraçoğlu ile yaptığı görüşmelere dair şunları söylemektedir:

 

“Bu görüşmelerin esası hakkında yurtdışında her tür masalı yazıyorlar. Kimileri, SSCB’nin güya Ardahan ve Kars ilçelerini talep ettiğini iddia ediyor. Açıkça söyleyelim ki bu düpedüz uydurma ve yalandır. Kimileri de SSCB’nin güya Montrö’de imza edilen uluslararası konvansiyonda değişiklik ve SSCB için Boğazlarda avantajlı hak iddia ettiğini ileri sürüyor. Bu da uydurma ve yalandır. Aslında, Karadeniz ve Boğazlar bölgesiyle sınırlı ikili bir karşılıklı yardım paktı imza edilmesi söz konusuydu. SSCB, birincisi, böyle bir paktın imza edilmesinin, kendisini Almanya ile silahlı bir çatışmaya çekebilecek eylemlere itemeyeceği; ikincisi de SSCB’nin, Türkiye’nin savaş tehdidi varlığını göz önüne alarak Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerini İstanbul Boğazı ve Karadeniz’e geçirmeyeceği garantisini alması gerektiği görüşündeydi.”

Kısacası, 1939 yılında Sovyetler Birliği, Karadeniz ve Boğazların güvenliği için karşılıklı yardım paktı ve özünde Montrö’nün gerçek anlamıyla uygulanmasını önermiştir. Amaç, Boğazları ve Karadeniz’i emperyalist ülkelerin ve faşist Almanya’nın istismar etmesini önlemektir. Ancak bu olmamıştır. Bunun negatif sonuçları ise İkinci Dünya Savaşı yıllarında açık bir şekilde görülecektir.

Bu bölümü kapatmadan önce Türkiye’nin bu dönem itibariyle kazandığı pozisyonu açıklamak için bir diğer Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko’nun sözlerine göz atmak yerinde olacaktır.

“25 Eylül 1939’da Türkiye Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, SSCB’ye Boğazlar ve Balkan bölgesine münhasıran karşılıklı yardım paktı için görüşmeler yaparken eş zamanlı olarak Britanya ve Fransa ile de görüştüğü ortaya çıktı. Bu, şu anlama geliyordu: Eğer Sovyetler Birliği, bu sırada Türkiye ile onun önerdiği paktı imza etseydi, kendini İtalya ve Almanya ile savaşa çekilmiş bulabilirdi, oysa Britanya ve Fransa’dan Sovyetler Birliği’ne yardım için hiçbir yükümlülükte bulunulmamıştı ve dahası onlar tarafından Sovyet ülkesiyle ilişkilerinde son derece düşmanlık mevcuttu. Bu suretle, Saraçoğlu’nun önerisi, SSCB’yi, Britanya-Fransa bloğuyla eşit haklarda olmayan bir askeri ittifaka çekme, Sovyet-Alman anlaşmasını bozma ve SSCB ile İtalya ve Almanya arasında silahlı çatışmayı provoke etme girişimini temsil ediyordu. Elbette ki, Sovyet hükümetinin bu şartlarda bir pakt imzalaması mümkün değildi. Bu nedenle Türkiye’ye, 1925 tarafsızlık anlaşmasının teyit edilmesini önerdi. Saraçoğlu, bu öneriyi geri çevirdi. Daha sonraki gelişmeler de, Türk hükümetinin bu sırada SSCB ile ilişkileri iyileştirmeyi değil, hükümetleri Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanca bir siyaset güden Britanya ve Fransa ile yakınlaşma güttüğünü gösterdi.”

İkinci perde: Faşist Almanya’ya örtülü destek ve emperyalizmle iktisadi bütünleşmeye giriş

İkinci Dünya Savaşı’nda yeni bir perdenin açılmasındaki kuşkusuz en önemli olay, 22 Haziran 1941 yılında faşist Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgali anlamına gelen Barbarossa Harekâtı’nı başlatmasıdır. Bu harekâtın başlamasından tam dört gün önce, 18 Haziran 1941 tarihinde Türkiye ile Almanya  bir dostluk anlaşması imzalamıştır. Alman faşizminin saldırganlığının tek müsebbibi elbette bu anlaşma olarak nitelendirilemez ancak Almanya’nın Sovyetler’i işgaline yol veren olay olması ve savaş boyunca Türkiye’nin Alman yanlısı pozisyonunu belirlemesi açısından bu anlaşma önem taşımaktadır.

Bu anlaşma bir diğer taraftan 1925 yılında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan dostluk anlaşmasının zeminini de ortadan kaldırırken (ki bu konuda 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile yapılan paktın da payı olduğunu unutmamak gerekir), 1938’e kadar süren barış süreci sona ermiş, İkinci Dünya Savaşı’nın toz dumanı arasında Türkiye siyaseten anti-komünist çizgiye yerleşmiştir. Bu açıdan savaş sonrasında ortaya çıkan ve Sovyetler Birliği düşmanlığının emperyalizm işbirlikçiliğinin temel karakteri, pratik olarak da örneğin NATO üyeliğinin gerekçesi haline getirilmesinin köklerinde 1941 yılında Almanya ile yapılan anlaşmayı da görmek yerinde olacaktır.

Türkiye sağının, gericilerin ve liberallerin yüksek perdeden tutturduğu en önemli türküyü bir kere daha hatırlayalım: “Sovyet tehdidi” nedeniyle Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız olduğu iddia edilen pozisyonunu terk ederek “Batı demokrasileri”ne ya da daha doğru ifadeyle emperyalist ülkelere yanaşmıştır. Bunda en önemli gerekçe ise Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve Boğazlar’dan üs istemesi olarak gösterilmektedir. Emperyalizme bağımlılığın en önemli kriterlerinden bir tanesini oluşturan NATO üyeliğine giden yol da bu şekilde anlatılmaktadır. Halbuki durum böyle değildir. Türkiye’nin adım adım nasıl emperyalizme eklemlenmeye başladığının birinci perdesini yukarıda ifade etmeye çalıştık. Şimdi devamını anlatmaya çalışalım.

1930’lu yıllar, Türkiye ile Almanya arasında ticari ilişkilerin yükselişine sahne olmuştur. Bunun zirve noktasını ise 1941 yılında yapılan anlaşmanın oluşturması ve bu anlaşmanın sermaye sahiplerini memnun etmesi tesadüf sayılmamalıdır. Bu dönemde Türkiye’nin bir numaralı dış ticaret ortağı olan Almanya, Türkiye’deki ticaret burjuvazisi ve toprak sahipleri için en önemli odak olmaya devam etmiştir. Ekonomik ilişkiler siyaseti de belirleyecek elbette. Tüm bunların pratik sonuçları arasında Türkiye’nin faşist Almanya’ya savaş boyunca krom satması, ticari ilişkilerin yükselerek devam etmesi, Boğazlar’dan Alman savaş gemileri ve denizaltılarının geçmesine Türkiye’nin göz yumması, Alman bankalarının savaş boyunca Türkiye’de yürüttükleri faaliyetler ve hatta 1942 yılında çıkartılan Varlık Vergisi’ni de dahil edebileceğimiz geniş bir silsile yer alıyor. Ne güzel bir tarafsızlık örneği değil mi?

Almanya ile kurulan ticari ilişkiler ile birlikte Türkiye sermayesi için esas yönelinmesi gereken odağın ABD olduğu ise savaş süresince adım adım şekillenmeye başlamıştır. 1942 sonrasında ABD’nin de tercihleri doğrultusunda Türkiye emperyalizm ile daha güçlü ticari ilişkiler tesis etmeye başlamıştır.

1939 yılında ABD ile Türkiye arasında bir ticaret anlaşması yapılmıştır. Bu anlaşma savaş süresince kadük kalmış gibi görünmekle birlikte esas tartışmamıza örnek vermek açısından önem taşıyor. 1939 yılı Türkiye’nin Sovyetler Birliği olan ilişkileri açısından -sonrakiler gibi- netameli bir yıl olarak hatırlanacak. Yine o zaman da Boğazlar meselesi gündem edilerek gürültü çıkartılıyor.

Devam edersek, Türkiye ile ABD arasında 23 Haziran 1945 ve 27 Şubat 1946 yılında yapılan ticari anlaşmalar da emperyalizmle iktisadi bağımlılığı ve diz çöküşünü güçlendiren olgular olarak ön plana çıkmıştır. 5 – 9 Nisan 1946 tarihlerinde Amerikan Missouri zırhlısının Boğazlara gönderilmesi, 15 Ağustos 1946 tarihinde ABD Başkanı Truman tarafından Türkiye’ye gönderilen diplomatik notada Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi üsler ve askeri yöntemlerle teslim alarak yönetmeye çalışacağının ve dolayısıyla Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerin mutlak anlamda Sovyetler’den kopartılması gerektiğinin söylenmesi önemli gelişmeler olarak ele alınmalıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkışta inisiyatifi almaya karar veren ABD ve Truman yönetimi tüm dünyayı dizayn faaliyetine girişmiş, bunun temel direği anti-komünizm, az ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri öncelikle iktisadi olarak kendine bağımlı kılmak ve Sovyet tehdidi ile korkutmak üzerine kurulmuştur. Truman Doktrini, Marshall Planı, NATO’nun kuruluşu ve üyelikler, Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluşu vb… başlıklar hep bu çerçevede ele alınmalıdır.

Bu bölümü kapatmadan önce, Türkiye’nin 1935 ila 1955 arasındaki dış ticaret dengelerine göz atarsak bu bölümde ifade etmeye çalıştığımız olguların arka planı daha da açık hale gelecektir. Burada okuyucularımızın özellikle 1939 yılı sonrasındaki değişimlere dikkatini çekmek istemekteyiz.

(Küçük, Yalçın, “Türkiye Üzerine Tezler 1908-1998”, Tekin Yayınevi, 3. Basım (Mart 1980), Cilt 1, sayfa 380-381)

Masalın ikinci bölümü: Sovyetler Birliği’nin Boğazlar’dan üs ve toprak talepleri

İnsanlığın kurtuluşu yolunda faşizmi yenen ve bunu milyonlarca insanı pahasına hayata geçiren Sovyetler Birliği de İkinci Savaş sonrasında yeni bir konjonktürle karşı karşıya kalacağını bilmekteydi. Savaş döneminde ittifak yaptıkları İngiltere, Fransa ve ABD’nin yeni dönemde eskisi gibi olmayacakları tahmin edilebilir bir durumdu ve kısa bir zaman diliminde beklenen olmuştur.  

Burada özellikle Türkiye’nin savaş döneminde askeri olarak savaşa girmeden tarafsız görünen ama Almanya, İngiltere ve ABD arasında dans eden pozisyonu savaşın hemen sonrasında Sovyetler Birliği’nin karşısına pragmatik bir şekilde çıkmıştır. Bu noktaya kadar çizmeye çalıştığımız çerçeve, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye ağzıyla kuş tutsa yaranamayacağı bir konjonktüre karşılık gelmektedir. ABD ve emperyalist ülkeler tarafından kışkırtılan, sağ siyasetçilerin ve devlet adamlarının ağırlık kazandığı, toplumsal hayatta savaş döneminden kalan faşist eğilimlerin güçlendiği, komünist hareketin toplumsal bir etki oluşturamadığı bir Türkiye’den Sovyet tehdidini abartmak, kimi zaman masal uydurmak, kimi zaman pireyi deve yapmak, kimi zamansa kendi yalanlarına inanmak gibi sonuçlara çıkıldığı açıktır. 

1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın bitmeye yüz tuttuğu bir dönemde Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerinde birkaç nokta önem taşımaktadır:

1-) Türkiye her halükârda emperyalizme doğrudan itilmemesi gereken bir karakter taşımaya devam etmektedir. Ancak savaş dönemi pratiği özellikle Stalin yönetiminde kuşkuların ve güvensizliklerin artmasına yol açmıştır.

2-) 1925 yılında yapılan dostluk anlaşması artık geçersizleşmiştir. Bunun nedeni, 1939 yılında İngiltere ve Fransa, 1941 yılında ise Almanya ile yapılan dostluk anlaşmalarıdır. Zaten 1945 yılında bu anlaşmanın sona erdiği Sovyetler Birliği tarafından ilan edilmiştir. Türkiye tarafından bu anlaşmanın yenilenmesi talep edilmiş, bunun üzerine gerek Molotov ile Türkiye Büyükelçisi Selim Sarper arasında yapılan görüşmeler gerekse Potsdam konferansında ifade edilen başlıklardan bir sonuç çıkmamıştır. Sovyetler Birliği’nin bu başlıktaki ana yaklaşımı üzerinden toprak talebi, Türkiye’nin egemenlik haklarına tecavüz, Boğazlar’dan üs talebi gibi başlıklar propaganda edilmektedir. Sovyetler Birliği’nin bu süreçte çeşitli görüşmelerde gündeme getirdiği bir dizi başlık Türkiye’nin egemenlik haklarından vazgeçmesinden ziyade, yeni bir barış anlaşmasının koşullarını oluşturmak amacıyla ifade edilmiştir. Ancak buralarda bir sonuca varılamamıştır. Toprak ve Boğazlar’da üs talebi olarak adlandırılan başlıklar bu görüşmelerde geçmektedir. Gürcistan ve Ermenistan’da yükselen milliyetçilikleri bastırmak için Türkiye’den toprak talep edilmesi veya Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası Türkiye üzerinde baskı kurmak için bu talepleri gündeme getirmesi işin tali yönü olarak görülmelidir. Talep Türkiye’den geldiği için Sovyetler Birliği de bu süreci askeri, siyasi, diplomatik ve ekonomik sınırlarına kadar zorlamamıştır. O yüzden bu başlık üzerinden koparılan yaygara bir yanıyla siyasal yalan, diğer yanıyla masal kategorisinde ele alınmalıdır.

3-) Esas mesele aslında, 1939 yılında Sovyetler Birliği’nde Boğazlar konusunda tedirginlik yaratan başlıkların savaş döneminde somut karşılıklarının ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla savaş sonrasında Karadeniz’in güvenliği, Boğazlar’ın bu konudaki pozisyonu, faşizme karşı zaferin birinci öznesi Sovyetler Birliği’nin bazı talepleri gündeme getirmesi meşrudur. Bu talepler, Sovyetler Birliği tarafından 1946 yılında verilen notalar ile gündeme gelmiş ve siyasallaşmıştır. Çünkü artık emperyalizmin adım adım anti-sovyetik bir çizgiye doğru yerleşeceği açık bir hale gelmiştir.

O açıdan eğer ki bir başlık ele alınacaksa o da 1946 yılında verilen Boğazlar konulu notalar olmalıdır. Bu notalar da Sovyetler’in Türkiye’nin egemenlik haklarına tecavüzü olarak lanse edilmektedir. Ancak burada Sovyetler Birliği tarafından Montrö Boğazlar Sözleşmesi için önerilen revizyon önerisinde ihtilaf yaratan dördüncü ve beşinci maddeler şu şekildedir:

Dördüncü madde: Boğazlar rejiminin tesisi Türkiye’nin ve Karadeniz sahil devletlerinin yetkisinde olmalıdır.

Beşinci madde: Boğazlar’da ticaret seyrüsefer serbestliğini ve Boğazlar’ın güvenliğini sağlama bakımında en fazla ilgili ve bunu uygulamaya muktedir olma sıfatıyla Türkiye ve Sovyetler Birliği Boğazlar’ın savunmasını ortak araçlarla temin etmelidirler.

Özellikle beşinci madde üzerinden kopartılan gürültü de Türkiye’nin egemenlik hakları ile eşit tutularak karşılanıyor. Sovyet notasının beşinci maddesi hakkında “Bu Sovyet önerisi, T.C.’nin hiçbir biçimde feragat edemeyeceği egemenlik haklarına aykırıdır” deniliyor. Önerinin kendisi yine üs talebi olarak lanse ediliyor.

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin bu öneriye karşı çıkması ve Türkiye’nin de meseleyi büyütmesi üzerine, Sovyetler Birliği bu konuda ısrarcı davranmıyor ve konu kapanıyor. Dolayısıyla, Boğazlar üzerindeki emperyalist ülkelerin egemenliği, Karadeniz’deki ülkelerin güvenliğini tehdit etme pahasına bir kere daha tescilleniyor. Şimdi tam da bu noktada, NATO üyeliği sonrasında Türkiye’nin dört bir tarafının emperyalist askeri üslerle donatılmış olduğu gerçeğini hatırlamak gerekmektedir.

Sovyetler Birliği ittifaklar politikasında ya da diplomasi de bazı başlıkları fazla zorlamış veya hatalar yapmış olabilir. Ancak bunun kendisi Sovyet sosyalizmini emperyalist ya da iyi ifadeyle emperyal olarak nitelemeyi mümkün kılamaz. Tüm bunlarla birlikte Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye dönük askeri, siyasi ve ekonomik herhangi bir tehdidi, yaptırımı ya da saldırganlığı olmamasına rağmen Türkiye cephesinden büyük bir Sovyet karşıtı propaganda başlatılmasının nedenleri emperyalizmle kurulmaya başlanan ilişkilerde aranmalıdır. Türkiye burjuvazisi ve sağı, ülkeyi emperyalizmin kucağına iterken anti-sovyetik masalları ile kendine yol açmış ancak koskoca bir ülkeyi de ateşe atmıştır. NATO’ya üyelik yolunda Sovyetler’in toprak ve Boğazlar’da üs talebi üzerinden yürütülen propagandanın tam anlamıyla sonucu budur.

Bu noktada bazı başlıklar kafa karıştırıcı olabilmekte ve gerek tarih yazımında gerekse siyasal alanda hatalara düşülmektedir. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin topraklarına gözünü diktiği ve Türkiye’de askeri üsler kurarak halkımızı mezalim altında titretmek amacı güttüğü Türkiye’deki Amerikancı, sağcı güçler tarafından ortaya konulmuş büyük bir siyasal yalandır. Bu yalanın dünyadaki en büyük destekçisi ve propagandisti de ABD olmuştur. Bunun kendisi emperyalizme yanaşmanın ve işbirliğinin örtüsü olarak kullanılmış, soğuk savaş dönemi boyunca devam ettirilmiştir. Hatta günümüzde dahi propaganda edilmektedir. Emperyalizm işbirlikçiliği anti komünist histeri ile örtülmeye çalışılmaktadır. Dün de bu şekildeydi, yeri geldiğinde bugün de bu şekilde karşımıza çıkmaktadır.

O yüzden yazıyı bitirirken bir kere daha net bir şekilde ifade etmek gerekiyor: Türkiye’nin NATO’ya girişinin ve emperyalizme bağımlılığının nedeninin, “Sovyet tehdidinden” ziyade Türkiye’deki egemen güçlerin ve Türkiye sağının emperyalizme olan bağlılığının ve tercihinin eseri olduğunu asla unutmamak gerekmektedir.

Comments are closed.

0 %