Kuruculuktan Sürdürücülüğe: DEVA
Derin Demir
30 Ağustos Zafer Bayramı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB)’nin düzenlediği etkinlikte çalışanların vals yapması ile bazı tartışmaları alevlendirdi. Uzun süredir sanatın her alanına yapılan müdahalelerle kültürel dokunun bozulmasına, yozlaşmasına şahit olmuşken, vals yapan belediye çalışanları biraz geçmişe giderek bazı gerçekleri tekrar hatırlamamızı da sağladı. Yapılan tartışmaların merkezinde ne vals vardı ne de sanat.
30 Ağustos günü Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde de bir tören sahnelendi. Törende devlet protokolü gayri resmi olarak değiştirildi ve Diyanet İşleri Başkanı, Genelkurmay Başkanı’nın önünde yer alarak protokolde 52. sıradan 12. sıraya yükseldi. Sonrasında Ankara’da yeni Yargıtay binasının ve yeni Adli yılın açılışına katılan Ali Erbaş yeni misyonundan aldığı güçle taleplerini sıraladı:
- Öğrenci yurtları, gençlik merkezleri, cezaevleri, hastaneler, YURT-KUR, üniversite kampüsleri vb. yerlerde Kur’an kursları açılması
- İlkokul öncesi din eğitiminin zorunlu hale getirilmesi
Talepler karşılanır mı bilinmez ancak bu cüreti gösterebilme noktasına gelinmişse açık söylemek gerekir ki 30 Ağustos’ta İBB’nin düzenlediği etkinliğin tartışılması basit bir vals tartışmasından ziyade esas olarak Cumhuriyet ve laiklik tartışmasıdır. 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi ulusal bayramların AKP tarafından uzun süredir kutlanılmaz hale getirildiğini biliyoruz. Dolayısıyla atılan her adımın “Yeni Türkiye” olarak kodladıkları rejimi ideolojik olarak da yerleştirme çabası olduğu tespit edilmelidir.
İBB’nin etkinliğinin ardından en çok gündeme gelen açıklamalardan birini Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi Genel Başkanı Ali Babacan yaptı: “Ülkemizi intikamdan, rövanştan beslenen azgın bir azınlığa bırakmamakta kararlıyız. … Gözümüzden kaçmıyor. … Millî günlerimiz üzerinden bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına biz izin vermeyiz. Biz bu zihniyete pabuç bırakmayız.”[1]
Babacan her ne kadar sonrasında İBB’nin etkinliği kastetmediğini söylese de kimseyi inandıramadı. Bu açıklamaların oturduğu yer bir anlamda Türkiye’de burjuva siyasetin AKP’ye karşı olan muhalif kanadının gericilik sınavıdır. Sınav “daha ne kadar fazla muhafazakâr olabiliriz”den ziyade gericilik özü kaybedilmeden nasıl makyaj yapılacağıdır.
Bugün AKP karşıtlığının oturduğu yer oldukça tartışmalı. AKP karşıtı olmak ne yazık ki her platformda ne pahasına olursa olsun, hatta mümkünse en geri noktalarda ortaklaşmayı hedeflerken, ilkeler, program gibi temel taşlar yerle bir edilmiştir. Bir yanda AKP‘ye karşı olan ama sermayeden, gericilikten, emperyalizmden vazgeçmeyenler, bir yanda AKP’ye karşı olan ama Cumhuriyet’in tüm kazanımlarının yitip gitmesine ses çıkarmadığı gibi, bu tasfiyeye ortak olanlar… Kendilerini Cumhuriyet’in temsilcisi olarak gören ama yıllarca sola karşı faşist, gerici katliamlarla ismi anılanlarla ittifak yapan, gerici kimliklere sonuna kadar sahip çıkan, emperyalistlerle, sermaye ile işbirliğinden çekinmeyen ve yıllardır soldan aldığı destekle kendini büyüten bir “muhalefet”… Ortak belirleyen ise “inanç özgürlüğü”, “muhafazakâr toplamı kapsamak” olarak kanıksanmış durumda. İnanç özgürlüğüne dokunulmazlık atfetmek için bile laik, cumhuriyetçi kesimi karşısına alanlar şunu görmeli ki ülkemizin “yeni Türkiye” rejimine geçiş yolunu kendileri açmıştır. Bir taraftan yapılan her şey din, vicdan özgürlüğü kisvesiyle tarif edilerek soyutlanıyor, toplumdan uzaklaştırılıyor, bu sayede ilkeler toprağa gömülüyor, diğer yandan yapılanların sonuçları en ağır şekilde topluma ödetilmeye çalışılıyor.
AKP’nin kurucu kadrolarından olan, uzun süre bakanlık görevi üstlenen, emperyalizmle ilişkileri ile piyasacılığı ve gericiliği tescilli Ali Babacan’ın bugün AKP karşıtı bir pozisyonda kendini gösterme çabası olası bir iktidar değişiminde kendine yer edinme olarak okunabilir. Basılan zemin aynıdır. 2007 yılında Avrupa Birliği (AB) için baş müzakereci görevini üstlenen Babacan, AB tarafından bile önerilen “Türkiye’nin eğitim sistemi laiktir” ifadesini kabul etmeyerek zamanında bir tartışmayı başlatmıştı. Gerekçesi ise laikliğin Anayasa’da zaten yer aldığı, raporda geçmesine gerek olmadığı gibi bir hinlikti. Hemen ardından Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada “ülkemizde Müslüman çoğunluğun dini özgürlükler ile ilgili sorunları var” çıkışını yapmayı da ihmal etmedi. O günden bugüne Türkiye dönüşmüştür, toplumsal ve siyasal olarak çok daha gericileşmiştir. Siyasetin içi boşaltılarak, programın yerinin kişilere/kişiliklere bırakıldığı böylesi bir tabloda AKP karşıtlığı da Erdoğan’ın kişiliğine, Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmak ise Mustafa Kemal’e indirgenmiştir. Bu sayede bugün partilerin siyasi söylemleri, özellikle “eleştiri” söz konusu olduğunda politik hattan ziyade kişilerin konuşulduğu bir noktaya evrilmiştir. İlkelerin bu kadar önemsiz hale getirildiği bir durumda ise Babacan, Davutoğlu gibi 20 yıllık bilançonun sorumlusu olan başat isimler de ancak böylesi bir gerici dönüşüm gerçekleştikten sonra kendine yer bulabilirdi ve buldu da. Özü aynı makyajı farklı…
Hedef ise belli; bir dönem AKP’ye yönelmiş, hatta kurucusu ve militanı olup şimdi kendileri gibi AKP’den “uzaklaşmış” olan muhafazakâr kesime seslenmek ve burayı kapsamak. Bundan dolayı Babacan’ın “Yeni Türkiye” kodlamasında “daha ılımlı” bir gericilik tarifini benimsemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. AKP’den ayrıldıktan sonra Babacan’ın yaptığı açıklamalar dikkatlice okunduğunda bu durum rahatlıkla görülecektir. Gittikçe artan AKP karşıtlığıyla birlikte AKP’nin süreci hızlandırması, çıkar çatışmalarının şu ya da bu nedenle keskinleşmesi ve bununla birlikte siyasette ilkelerin tamamen ortadan kalkması… Kendilerine yer arayan muhafazakârlar için seçenekler oldukça “çeşitlenmiştir”. Yıllardır bu kesimi “kapsamak” bahanesiyle laiklikten ve cumhuriyetten vazgeçen CHP ve Millet İttifakı mı? Kuruculuktan sürdürücülüğe oynayan, bunu yaparken de ılımlı olmayı seçen DEVA Partisi ya da benzer alternatifler mi? 28 Şubat’ı hatırlatarak mağdurların kazanımlarını koruyacağına değinen Babacan, partisinin ilk genel kurulunda kız kardeşinin başörtülü olduğu gerekçesiyle okulda ne çok sıkıntılar yaşadığını anlatarak laiklik karşıtı tavrını yinelemişti.
ODTÜ’de kız kardeşinin yaşadıklarını anlatırken ağlayan Babacan’ın, “Müslüman çoğunluğun dini özgürlükler ile ilgili sorunları var” diyerek mağdur rolüne bürünmesi kimseyi ikna etmiyor. ”Şeriat isteriz”, “yaşasın Hizbullah” sloganları ile sokağa çıkanların mağdur ilan edildiği dönemin ardından kurulan AKP, tam da bu “mağduriyete” merhem olmak hatta bunun öncüsü olmak için ve Cumhuriyet kazanımlarını ortadan kaldırma görevini üstlendi. Babacan da bu misyonun “parlayan genç yıldızı” olarak burada yerini aldı. 20 yıldır laikliğin tasfiyesi için seferber olanların bugün Şeyhülislamlık mertebesinde kodlanan Diyanet tarafından “Günaydın” demenin bile tartıştırıldığı dönemde hâlâ çıkıp “Millî günlerimiz üzerinden bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına biz izin vermeyiz”[2] açıklamasının yapılması laiklik düşmanlığından başka bir şey değildir. Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Yargıtay açılışına katılmasına yönelik olarak DEVA Partisi Seçim İşleri Başkanı İdris Şahin’in bu durumun Anadolu’da var olan bir gelenekten ibaret olduğunu, işyerlerinin dua ile açılmasına benzediği gibi akıl oyunlarıyla ifade etmesi de Türkiye’de laikliğin yok edilmesi ile bir sorunları olmadığını, hatta tam tersine bu sürecin ortağı olduklarını açıkça ifade ediyor.
Afganistan gündeminin hemen ardından hem Diyanet’in cüretkâr talepleri hem Babacan’ın açıklamaları bu kesimlerin laiklik rahatsızlığını ve tartışmasının devam edeceğini gösteriyor. Ancak, bunların karşısında tartışmayı sürdürürken mutlak olarak politik ilkeler devreye girmeli. Laiklik durup dururken ya da kendiliğinden tasfiye edilmedi. Ciddi bir hedef ve bu hedefe giderken atılan gerici ve işbirlikçi adımlar sayesinde gerçekleşti. Bu yıkımın önemli bir parçasını ise laikliği sadece din ve devlet ayrımı olarak tanımlayanlar, buraya indirgeyenler oluşturdu. Aydınlanma, kamuculuk, bağımsızlık, emek mücadelesi ile zaruri olarak beslenmesi gereken laiklik mücadelesi ise bu kirli siyaset ortamına cevap üretecek önemli bir seçenek olarak görünmektedir.
Bir not da vals için…
2. Mahmut ile başlayan Batılılaşma ile birçok padişahın Batı’da eğitim alması o dönem kültürel zenginlik sağlama çabasının ötesine gitmez. Saraylarda gerçekleşen klasik müzik dinletileri, yine bu dönem yapılan opera, tiyatro binaları, doğrudan Sultan Abdülmecid’in bağışta bulunduğu ve adına loca yapılan Naum Tiyatrosu, yine gündeme gelen Sultan Abdülaziz’in “Valse davet” bestesi aslında Batı’da gelişen sanatın Osmanlı’ya olan etkisinin darlığını ve sınıfsallığını yeteri kadar ortaya koyuyor.
19. yy’da Avrupa müziğinin saraya olan etkisi biliniyor. Örneğin Kırım Savaşı’nın ardından Kraliçe Victoria, Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliği’nde bir davete katılır ve açılış Osmanlı Büyükelçisi Kostaki Musurus Paşa ile kraliçenin valsi ile başlar. Bu konunun hakkını vermek gerektiğinden burada kesip şunları ifade etmek gerekir; bir dans eğer dindar vatandaşlarına gönderme olarak kodlanmaya başlamışsa tarihin bu belgelerine ne diyeceklerini kestirmek zor. Bu satırlar yazılırken İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği bir organizasyonda sahneye çıkan dünyaca ünlü dansçı Ziya Azazi için AKP ve MHP cephesinde ‘Çıplak Semazen’ ifadeleri kullanılarak dini değerlere aykırı olduğu yönünde paylaşımlar yapıldı. Hem AKP ve MHP’nin tepkisi hem de Babacan’ın tepkisi bir ve ortaktır. Yaşadıklarımız bir rejim sorunudur ve topyekûn bir değişim olmadıkça devam edecektir.
[1] Babacan’dan geçiş dönemi mesajı (5 Eylül 2021) https://www.gazeteduvar.com.tr/babacandan-gecis-donemi-mesaji-turkiyeyi-ofkeye-teslim-etmeyecegiz-haber-1533912
[2] A.g.e. (5 Eylül 2021)