SÖYLEŞİ | Fonlu Yayıncılık
1. Medyanın bağımsızlığı tartışmaları geçtiğimiz aylarda yeniden gündeme geldi. Bir dizi medya organının ve derneğin yurtdışından (ABD ve Avrupa ülkeleri merkezli kuruluşlar, Avrupa Birliği, yabancı vakıflar, konsolosluklar vb.) maddi destek aldığı yönündeki haberler üzerine konu kamuoyunun gündemine girdi. Siz dışarıdan maddi destek alarak yürütülen yayıncılığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
2. Günümüzde yayıncılık, özellikle de basılı yayıncılık, temelde ekonomik nedenlerle devamlılığını sağlamanın zor olduğu bir alan. Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) 2021 Mayıs Ayı Medya Raporuna göre Basın İlan Kurumu üzerinden verilen resmi ilanların yaklaşık %78’lik bölümü iktidar yanlısı gazetelere giderken, gazetelere verilen ilan kesme cezaları ise 2020’de %150 artış göstermiş ve cezaların %97’si BirGün, Cumhuriyet, Evrensel, Korkusuz ve Sözcü gazetelerine kesilmiş. Bir de ilanlara ulaşması zaten mümkün olamayan bir yayın toplamı bulunmakta. Tüm bu tabloyu ilk sorumuzla birlikte değerlendirebilir misiniz? Kendisini sol olarak tanımlayan yayınlar faaliyetlerinde devamlılığı sağlamak adına sizce nasıl bir yol izlemelidir?
Ender Helvacıoğlu
Bilim ve Gelecek Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
1. Son tahlilde mali kaynağınızın çizdiği çerçevede yayın yaparsınız. Mali kaynağınız okurlarınız ve izleyicilerinizse, esas olarak onları gözeten bir yayıncılık yaparsınız. Yayınınızı dışardan destek alarak sürdürüyorsanız, verilen desteğe bağımlı iseniz, o “dışarısı”nın çizdiği çerçeveyi gözetirsiniz. Hatta çoğu zaman bunu kendiliğinden, sanki kendi fikrinizmiş gibi yaparsınız. Mali kaynak meselesi, sadece yayıncılık alanında değil, her alanda ve her kurum için kritik ve belirleyici önemdedir.
Bazıları “dışardan mali destek alıyoruz ama yayın çizgimize karışmıyorlar” diyebilir. Safça bir düşüncedir. Bu tür yayınların yöneticilerinin o kadar saf olacaklarını sanmam; bu önerme asıl okurları/izleyicileri yönlendirmek için ileri sürülür.
Fon verenin amacı, fon verdiği kurumun ekonomisini ele geçirmek ve bu güce dayanarak o kurumu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktır. Bunu çok kaba yöntemlerle de yapabilir. Örneğin bir miktar para verip makalesinin yayımlanmasını talep etmek gibi. Fakat ince yöntemlerle, hissettirmeden, amacını saklayarak, hatta o kurumun çizgisine hiç karışılmayacağı garantisi bile verilerek, ele geçirmeyi sürece yayarak da o kurumun ekonomisine hâkim olunabilir. Siz, fon verenden hiçbir talep gelmese bile, ister istemez, hatta fark etmeden kendi çizginizi ayarlarsınız. Çünkü fonu hesaba katarak bir bütçe yapmışsınızdır, çarkı o şekilde kurmuşsunuzdur ve o fonu yitirmemek sizin için hayati hale gelir. Böylece fon verene karşı olmama duyarlılığı içeren bir çizgiye çekilirsiniz. Bu noktada fon alan kurumun yaptıklarına değil yapmadıklarına bakılması gerekir; fonun etkisi ancak böyle anlaşılabilir. Fonlama, bir şeyleri yaptırmak için değil, bir şeyleri yaptırmamak için yapılır genellikle.
Akıllı foncu, fonladığı kurumun bağımsızmış gibi gözükmesini gözetir. Çerçevesini geniş çizer. Hatta kırmızı çizgileri hariç, kendisine karşıymış gibi gözükenleri tercih eder. Bütçe bir kez ele geçirildikten sonra, zaten bu kırmızı çizgileri fonlayan değil bizzat fonlanan gözetmeye başlar. İşlem tamamdır!
Foncuların daha pek çok yöntemleri vardır. Çaktırmadan fonlayarak ekonominin ele geçirilmesi gibi… Kurtararak ele geçirme gibi… Bağımsızlığını gözeten yayın organları ve kurumlar bile bu yöntemlerle tuzağa düşürülebilir. Bu, sınıf mücadelesinin bir cephesidir. Uyanık ve dikkatli olmak, kendi nesnelliğini iyi analiz etmek gerekir. Bir yayın organının yöneticisinin asıl işlevi de budur.
2. Yani kısaca fon zehrinin panzehirini soruyorsunuz. Kolay bir yolu yok; hele günümüz koşullarında…
Bence en temel ilke, öz-güce güvenmek, dayanmak ve bütçeyi ona göre kurmaktır. Yani okurlarınıza/izleyicilerinize, yazarlarınıza ve yayın çizginizi benimsemiş insanlara dayanmak ve bu tür insanları çoğaltmak çizgisi. Bir yayın organı çıkarmak, okuyucu/izleyici ile bir bağıt yapmak anlamına gelir. Şu çizgide, şu hedefleri gözeterek, şu kalitede, şu periyotta yayın yapacağım dersiniz; insanlar bunu kabul ederlerse yayına devam edebilirsiniz. Bu bağıta sadık olmak gerekir; namus borcudur. Bu öz-güç devam ettiği sürece yayın da devam eder. Çok zor, ama başka bir yolu yok.
İkincisi, benzer hedeflerle faaliyet yapan kurumlarla dayanışmayı güçlendirmektir. Bu da öz-gücün bir parçasıdır.
İlan, bazı istisnalar dışında öz-gücün bir parçası değildir. İlan verenler genellikle irili ufaklı sermaye odakları ve devlet kurumlarıdır. İlana dayalı bir bütçe kurulmamalı; ilana güven olmaz.
Kısacası, öz-gücümüz ne kadarsa o kadar bağımsız yayıncılık yapabiliriz. Ayağını yorganına göre uzatmak; ayak kesilemeyeceğine göre, yorganı uzatmaya çalışmak gerekir. Tıpkı devrimci bir örgütün devrimci çizgisini koruma çabası gibi…
B. Sadık Albayrak
Yeni Gelen Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
1. Toplumsal yapıyı üretim ilişkilerine göre değil de, siyasi üstyapısına göre açıklayanlar günümüz Batı toplumlarını demokratik toplumlar olarak tarif ediyorlar. Gerçekle ilişkisi sorgulanmaksızın şematize edilen demokratik rejimlerde “kuvvetler ayrımı” dedikleri, birbirinden bağımsız işleyen üçlü bir yapı öngörülüyor; seçilmiş meclislerin “yasama” kuvveti, yine seçimle gelen hükümetlerin yönetmesi olarak “yürütme” kuvveti ve bunlardan bağımsız işleyen mahkemelerin uyguladığı “yargı” kuvveti. Siyaset bilimciler, bu şematize kuvvetler ayrımında yer almayan dördüncü kuvvet olarak eski deyişle “basını” yeni adıyla “medyayı” sistemin vazgeçilmez bir öğesi olarak eklemeyi unutmuyorlar. Basın halkın gerçekleri öğrenmesini, böylelikle yasama, yürütme ve yargı süreçleri hakkında bilgilenmesini sağlayarak çeşitli demokratik mekanizmalarla bu kuvvetler üzerinde etkili olmasını sağlayan bir kuvvet olarak değerlendirilir. Halkın seçim yapabilmesi için gerçekleri bilmesi gerekir; bu da bağımsız ve doğru bir yayıncılık yapan bir medyanın olmasına, bunu izleyecek, okuyacak gelişkinlikte bir halkın olmasına bağlıdır.
Siyaset bilimcilerin bu şemasını tekelci toplumların gerçekleriyle karşılaştırdığımızda bunun bir aldatmaca olduğunu görürüz. Tekelci toplumlarda yasaları yapanlar da, hükümeti yürütenler de, mahkemelerde yargılayanlar da egemen sınıfın çıkarlarını yerine getirirler. Yasalar tekellerin bürolarında hazırlanır, bakanlar şirketlerin eski yöneticilerinden seçilir. Medya ise halkın bilgilenmesi için değil, bu düzenin sürmesini pekiştirecek fikirlerin halka benimsetilmesi için çalışır, Chomsky ile Hermann’ın yıllar önce “Manufacturing Consent”, rıza imalatı olarak adlandırdıkları, düzene başkaldırıyı önleyen fikirlerin halka aşılanması işleviyle hareket eder. Bu durumun en açık görülebildiği ülkelerden biri, bizim ülkemizdir. Son yirmi yıla baktığımızda, basının nasıl uç noktada bir “rıza imalatçısı” haline getirildiğini görebiliriz. Sabah, Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerin, Star, atv, Kanal D gibi televizyonların devlet bankalarından verilen ve ödenmediğinin de bugünlerde ortaya çıktığı kredilerle nasıl iktidar megafonu haline getirildiğini biliyoruz. Bugün okuyucusu bile kalmayan bu gazeteler yine devlet bankalarından aktarılan reklam paralarıyla finanse edilmektedir. İlkokullarda öğretilen “kuvvetler ayrımının” bir masal olduğunu yine son yirmi yılımız çok iyi göstermektedir. Şirketlere göre onlarca kez yeniden ve yeniden yazılan bir ihale yasası, herhalde “yasamanın” kimin kuvveti olduğunu çok iyi anlatmaktadır. Şirketlerin altın madenine veya taş ocağına karşı direnişe geçen halkın karşısına çıkarılan “yürütme” gücü, jandarma ve polis, bu kuvvetin de kimin hizmetinde olduğunu belgelemektedir. “Yargının” durumu da, Türkiye’nin tekelci siyasi rejimler açısından bir laboratuvar özelliği taşıdığını gösteriyor. Son yirmi yılın Türkiye’sine baktığımızda ne doğru dürüst bir seçim, ne doğru dürüst bir yasama ve yargı görüyoruz. “Yürütme” ise argodaki anlamıyla özdeşleşmiştir. Basın ya da medya çürümüş ve toplumu ahmaklaştırmak için çalışan bir sektör olmuştur. Bu koşullarda iktidara yapışık medyanın dışında kalan birtakım medya şirketlerinin ABD ve AB fonlarından beslenerek yayıncılık yapmaları, bu sektörün çürümüşlüğünün bir başka görüngüsüdür.
Frances Stonor Saunders’in CIA’nin sanata müdahalesini araştıran Kültürel Soğuk Savaş kitabı Türkçeye “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı” adıyla çevrilmiştir. Bu ad işin özünü çok iyi anlatmaktadır. CIA’nin Sovyetler Birliği’ne ve sosyalist bir sanata karşı dünya çapında yürüttüğü kültürel operasyonları araştıran bu kitaptan çok önemli bilgiler edindik. Sosyalist sanata karşı kapitalist toplumun bireyci, nihilist, anti hümanist sanatını yaygınlaştırmak için CIA 40’tan fazla ülkede dergiler finanse etti. Bunlardan en ünlüsü İngiltere’de yayınlanan Encounter’ın editörü Stephen Spender bile maaşının CIA fonlarından ödendiğini bilmiyordu, öğrenince neredeyse intihar edecekti. Fonlayanlar, “parayı vermiş, düdüğü çalmıştı.” Bu kitap bugünün foncu gazeteci, yazarlarını anlamak için tarihsel bir belgedir.
1950’lerde, 1960’larda bu işler büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu; CIA bu dergilere, soyut ekspresyonist resim sergilerine, antikomünist sanat etkinliklerine para aktarmak için birçok paravan vakfı kullanıyordu. Saunders bunu ortaya koyan kitabında bir dedektif gibi bunların izini sürmüştü. Bugün ise artık gizliliğe gerek duyulmayan bir dünyada yaşıyoruz. Artık her şey alenidir; fonlayanlar da, fonlananlar da bunu rahatlıkla sergiliyorlar. Hiçbir siyasi, ahlaki çekinceleri bulunmuyor. Bu pervasızlığı nasıl yorumlamak gerekiyor bilemiyorum. Tekelci düzenin her alanda egemen olmasının yarattığı bir rahatlığın sonucu olabilir mi? Neoliberal yıkım döneminde karşı düşünce ve ahlak geliştirecek bütün kurumları, sendikaları, sosyalist odakları, sınıf bilinçli işçileri etkisizleştirdiklerine mi güveniyorlar? Fonlanan gazetecilerin bu durumu çok sıradan ve olağan bir şey gibi göstermelerine bakılırsa, bu yolda büyük mesafe aldıklarını söyleyebiliriz. Yeni Gelen dergisinin Ağustos 2021 sayısında Taylan Kara “AB ve ABD Fonlarıyla Zihin İthalatı ve Düşünce İkliminin Dönüşümü” yazısında fonlarla yazıp çizenlerin kavramlarımızı nasıl değiştirdiklerini, sömürü gerçeğinin bu yolla nasıl gizlendiğini kapsamlı biçimde ortaya koyuyor. James Petras, 1980’lerde benzer fonlarla harekete geçirilen Latin Amerikalı entelektüellerin “kültürel bir karşıdevrim yaptığını” tespit ediyor. Fonların hizmetine giren gazeteci yazarlar düzene karşı ideolojik silahlarımızı, kavramlarımızı elimizden alıyorlar. Toplumsal çelişkileri saptırıyorlar; kapitalist-işçi çelişkisini gizlerken kadın-erkek çelişkisi, etnik çatışmalar, kimlik sorunları ekseninde yazıp çizerek toplumun temel gerçeğinin anlaşılmasını önlüyorlar.
2. Tekelci düzende gerçek bir basın ya da medya ancak bu düzene karşı mücadele içinde yaratılabilir. Bağımsız bir basının var olabilmesi ancak bu düzene karşı mücadele edenlerin organik bir parçası olmasına bağlıdır. Bu düzenden kurtulmak için mücadele edenler, eleştirel, sol, sosyalist yayınları satın alarak yaşatacaklar, okuyarak, izleyerek işlevini yerine getirmesini sağlayacaklardır.
AKP karşıdevriminin en stratejik darbelerinden biri, SEKA’nın özelleştirme adı altında yok edilmesi oldu. Devletin 1930’lardan başlayarak 2000’lere kadar sürekli geliştirdiği, ülkenin ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan bir kâğıt sektörü vardı, onu yok ettiler. Yok eden maliye bakanı Kemal Unakıtan’ın 1980’lerde SEKA genel müdürü olduğunu da hatırlatmak isterim. Kâğıt artık dövizle alınıyor ve Türk lirasının değerinin düşmesi kâğıt fiyatının artması demek. Özal’dan başlayarak, AKP ile hızlandırarak Türkiye’nin bütün kültürel altyapısını yok ettiler. Basının tekelci sermayenin işi olması, yayıncılığın bankalara ve büyük sermayeye geçerek piyasalaştırılması, eğitimde dijital teknolojinin de yardımıyla okumayı sevmeyen kuşaklar yetiştirilmesi, üniversitelerin medreseleştirilmesi okuryazarlığın olanaklarını daralttı. Cep telefonları aracılığıyla dijital haberleşmenin yaygınlaşması basın yayın alanını güç duruma düşürdü. Kâğıt ve baskı fiyatlarının yüksekliği ile okur sayısının azlığı birleşince gazete, dergi, kitap yayınlamak günümüzde değeri bilinmeyen bir kahramanlığa dönüştü.
Elbette çürümüş düzene karşı mücadele etmek için haberlerin ve düşüncelerin paylaşılması, tartışılması zorunludur. Sözünü ettiğiniz gazeteler büyük zorluklara rağmen eleştirel bir tutumla gerçekleri yazmaya çalışıyorlar. Varlıklarıyla tepeden tırnağa yalana batmış iktidar medyasının balonunu söndürüyorlar. Bu cezalar bunun bedelidir. Fakat AKP iktidarı kendinden önceki hiçbir hükümetin cesaret edemediği ölçüde yasa ve hukuk tanımaz biçimde muhalif gazete ve televizyonlara bu türden cezalar kesmektedir. Gerçeğin okuru azalsa da, gerçeğin niteliği ve gücü artmaktadır. Toplumun ilerici güçlerinin gerçeğin tarafında yer alan gazete, dergi, televizyonlara destek olması gerekir.
Okuryazarlığın gelişmesi toplumda değişme umudunun güçlenmesiyle de bağlıdır. Bugünkü karanlık düzen, ilerici birçok kişiyi karamsarlığa ve umutsuzluğa sürüklemiştir. Bu düzenden kurtuluş için örgütlü mücadelelerin gelişmesiyle, toplumda değişme umudunun güçlenmesiyle okuryazarlığın da yaygınlaşacağını düşünüyorum. Bu zor koşullarda aylık Yeni Gelen dergisini çıkarıyorum ve okur yokluğunun ne kadar ağır bir sorun olduğunu özellikle salgın döneminde derinden hissettim. Ama bu büyük ülkede bizi yaşatacak ve hep birlikte geleceğe taşıyacak yüzbinler olduğunu biliyorum. Birbirimizi okumalıyız, tartışmalı ve ortak bir yürüyüşte buluşmalıyız.
Alp Atamanalp
Yazılım Mühendisi, Yeni Ülke Dergisi Danışma Kurulu Üyesi
1. Türkiye Sağı’nın cümle emperyalist odakla tarihsel göbek bağı zaten malum, burada Türkiye Solu’nun yakın tarihi özelinde konuşacak olursak miladı 12 Eylül Darbesi olarak almak gerekir diye düşünüyorum. 12 Eylül’ün ertesinde Türkiye sosyalist hareketinin kadroları, sempatizanları ve sürükledikleri kitleler gözlerini bambaşka bir ülkeye açtılar. Birkaç ay öncesine kadar memleket sathını titreten muazzam bir hareketlilikten trajedilerle inşa edilen bir sessizliğe keskin bir geçiş. Ortada hem milyonlar ölçeğinde hem de hayatta kalabilen sosyalist kadrolar, aydınlar özelinde korkunç bir travmayı da içeren büyük ve çok yönlü bir yenilgi vardı Türkiye Solu açısından. Bu büyük yıkımın ardından sorulması gereken soru hemen belirdi “Nerede hata yaptık?” Bir yerlerde hata yapıldığı kesindi fakat bu soruya verilebilecek onlarca devrimci yanıt yerine Türkiye sosyalist hareketinin ana gövdesi ve aydınları günün sol liberallerinin etkisiyle tarihlerinin en gerici, en sağdan muhasebesini yaptı, kapılarını Batı’da bizzat CIA tarafından desteklendiği belgelerle kanıtlanan postmodern akımlara ardına kadar açtı. Türkiye Solu’nun ne kadar doğrusu (iktidar hedefi, sınıf perspektifi, yurtseverlik, anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve Cumhuriyet Devrimi ile kurulan tarihsel ilişki başta olmak üzere) varsa tartışmaya açıldı, lanetlendi, DNA’dan atıldı; yerine bitimsiz kimlikçilikler, anti-kuramlar, Türkiye Solu’nu marjinalleştirecek ve tarih tezini kökten çürütecek türlü postmodern el çabuklukları kondu, bir üretim bandı gibi çalışan ve kendi solcusunu üreten neoliberal ağ ilmek ilmek örüldü.
“Türkiye Solu’nun neoliberalleşmesi” olarak özetleyebileceğimiz bu ideolojik karşı devrim sürecinin fikrî, akademik ve medyatik gıdasının çok önemli bir kaynağını da işte konumuz olan bu “fonlanan yayınlar ve STK’lar” oluşturdu. Kırk yıl boyunca kimi aynı kimi farklı isimlerle karşımıza çıksalar da operasyonel olarak hep aynı tezleri işlediler ve sosyalist kadroları, genç aydınları, kentli okumuşları, öncü işçileri aynı liberal/postmodern kavram ve tarih tezi bombardımanına tuttular ve büyük ölçüde başarılı oldular ne yazık ki. Kurtuluş Savaşı bir soykırıma mı indirgenmedi, türban ve çarşaf kadın özgürlüğünün birer simgesine mi dönüşmedi, iktidarı almak darbecilikle mi eşitlenmedi; saymakla bitmeyecek deli saçması bombardıman halinde Türkiye Solu ve kapsama alanına bahsi geçen oluşumlar ve yayınlarca yağdırıldı. Elbette sosyalist solun bütünü için aynı şeyi söyleyemeyiz, bereket ki bu dalgaya direnen unsurlar da oldu ve eğilmemenin, neoliberalizmin kalıbına girmemenin bedelini yıllar boyunca kimi zaman şeytanlaştırılarak, kimi zaman meczuplaştırılmaya çalışılarak, kimi zaman doğrudan şiddete maruz kalarak ödediler. Toparlamak gerekirse, bugün gelinen noktada, emperyalist odakların fonlarının değdiği herhangi bir oluşuma denk gelindiğinde, göze ne kadar muhalif gözükürse gözüksün, bu kırk yıllık yıkım sürecini akılda tutmanın ve bir ilk tepki olarak tüylerin diken diken olmasının faydalı bir refleks olduğu kanaatindeyim. Kendimizi bir emperyalist odağın ajandasının, yani bir karşı devrimin, turuncu devrimin askeri olarak bulmamak için.
2. Fonculuğu AKP muhalifi bir noktadan meşrulaştıran “Biz devletle karşı karşıya geliyoruz, AKP bizimle uğraşıyor, demek ki yanlış yapmıyoruz. Fon meselesini gündeme getirenler ise devletin sillesini yememiş, güvenli siyaset yapanlardır” gibi özetlenebilecek bir argüman var anladığım kadarıyla. Eğer bugün bir kitle yayını çıkarmanın tek gerçek yolu fon almak ise, yani bir tür mecburiyet var deniyorsa, o halde fon almadan yayın faaliyeti yürüten birçok kuruma, yapıya dolaylı yoldan “salak” deniyor demektir. Fon almama ilkesinin biricik amacı kendi öz gücüne dayanarak, kendi programını hayata geçirebileceğin adımları atabilme bağımsızlığını korumaktır. İlkeler pratikte sonuç doğurmuyorsa ilke olmaktan çıkarlar. Bak falanca alıyor, bu onun solculuğuna halel getirmiyor, o halde ben de alayım, daha iyi habercilik, sendikacılık vb. yaparım deniyorsa bu mantık yürütmenin sonu tupturuncu bir havuza çıkar, başka hiçbir yere değil. İlke ilkedir, değilse hiçbir şeydir, fonculuğa dair ilke esnemesi bir başka gücün projesine asker yazılmakla biter. Yani olanakları zorla, yaratıcı ve gerçek işler yapmaya uğraş, kimse senin çizgine müdahale edemesin, hata yapıyorsan da kendi, onurlu hatalarını yap. Peki, bugün fonlardan azade, öz güce dayanılarak kitlesel, etkili bir yayın faaliyetinin yürütülmesi gerçekçi bir hedef midir? Kısa cevap, bence evet, fakat bir reçetesi yok elbette. Güçlü bir dijitalleşme hamlesiyle birden çok kanaldan yürüyebilecek (e-gazete, portal, video kanalı, podcast…), ekonomik anlamda -zorlamayla değil doğalında- kendini döndürebilen, özgün içerik üretimine karşı okurdan/takipçiden makul ücretler talep etmenin ya da reklam almanın (fon değil!) normal karşılandığı, yalnızca basılı olmayan, doğrudan web ve mobil tabanlı, ya da web ve mobil uygulama desteği olan basılı yayın modellerini keşfetmek, bu keşif süresince denemek/yanılmak mevcut şartlarda bir zorunluluk. Sosyalist solun bir parçası olan ya da olmasa da benzer mekanizmaları kurabilmiş web yayınlarının, ya da web ara yüzüyle desteklenen basılı yayınların etüt edilmesi bu noktada büyük katkı sağlayabilir ve tamamen öz güce dayanan gerçek araçlar yaratılabilir. Ekonomik olarak kendini çevirebilen modellerin yaratılması okur/takipçi ile kurulan bağın güçlenmesine ve yayın mutfağının sağlıklı ve devamlı bir biçimde işleyebilmesine olanak sağlayacaktır diye düşünüyorum.
Dr. Anıl Aba
Akademisyen
1. Zor bir konu. Yurt içi veya yurt dışından fon alarak gazetecilik yapmak tercih edilen bir model değil elbette. Fakat bağımsız medyanın önünde Türkiye’de üç engel var. Birincisi siyasi konjonktür. Havuz medyası diye bir gerçek var. Yandaşlara medya işletmek veya satın almak için kamu bankalarından ucuz kredi verilirken muhalif yayın organlarına sürekli para cezaları kesiliyor. Resmi ilanların da çoğu yandaş medyaya gidiyor. AKP belediyeleri, toplu konutları vs. yandaş gazetelere abone oluyor. Okunmasa da satıyor. İkincisi, ülkede ekonomik durum içler acısı. İşsizlik almış başını gitmiş. İş bulsan, bu hayat pahalılığında insan gibi yaşamak zor. İşsiz veya asgari ücretle çalışan bir sürü muhalif gazeteci var, bu insanlar ne yapacak? Bir sürü Marksist akademisyen var devlet üniversitelerinde işe alınmadıkları için özel üniversitelerde çalışmak zorunda olan. Aynı şekilde bir sürü muhalif gazeteci var bu medyada iş bulamadığı için fon alarak yayın yapan medya kurumlarında çalışmak zorunda kalan. Çoğu istediği için değil geçinmek için mecbur kaldığı için çalışıyor buralarda. Üçüncüsü, dijitalleşme ile birlikte tiraj ve reklam gelirlerini kaybeden medya kurumları yeni gelir kanalları bulamadı. Ya da en azından dijitalden elde edilen gelirler çoğu zaman kaybedilen gelirleri kompanse etmiyor. Okuyucularına ve takipçi kitlene “bağış yapın” diyorsun, yapmıyorlar; “abone olun” diyorsun, olmuyorlar. Kimisine bedava sirke baldan tatlı geldiği için kimisi de hali vakti iyi olmadığı için destek olmuyor. Hal böyle olunca, bazı kurumlar için yurtdışından fon bulmak tek seçenek haline geliyor. Sonra senin gazetene bağış yapmayanlar, abone olmayanlar kalkıp “vay efendim sen yurt dışından fon alıyorsun” diyorlar.
Arkada siyasi bir örgüt varsa, örgüt üyelerinin maddi ve manevi desteğiyle ortaya bir yayın çıkarılabiliyor. Bunların çoğu da kısa ömürlü oluyor. Medya tarihimiz 5-6 sayı çıkmış örgüt dergileri ve kapanan siyasi gazetelerle dolu. Diyeceğim, fon meselesini tasvip etmemekle birlikte günün koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Norveç’te yaşamıyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşulları hesaba kataraktan ben son kertede bu medya kurumlarının 1) yayın çizgisine, 2) fon kaynağının yayın çizgisine ne kadar müdahale ettiğine bakıyorum.
2. İktisatçı Julia Cage, doktora tezinde, vakıf ile anonim şirket arası bir yerde kâr amacı gütmeyen medya ortaklığı modelini öneriyor. Vakıf olmanın avantajı kâr amacı gütmeksizin kaliteli haber üretmek ve devamlılığı olan bir sermaye yapısıdır. Anonim şirket olmanın avantajıysa çeşitlendirilmiş hissedarlık ve demokratik karar alma mekanizmasıdır. Cage’ye göre bu model, Amerika ve İngiltere’deki büyük üniversitelerin ticari faaliyetle kamu hizmetini birleştiren modele yakın bir modeldir.
Medya ortaklığı “crowdfunding” (katılımcı finansman) ile okurlara da yer açmalıdır. Sadece “pamuk eller cebe” demek yetmez. Gazeteye bağış yapan okuyucular karar sürecinde söz sahibi olmalıdır. Böylece haber ve enformasyon sadece onu üretenlerin değil tüketenlerin de sorumluluğunda ve denetiminde olur.