Dosya

Hiç bitmeyen öykü: (Yeni) anayasa gündemi

Dr. Ulaş Karadağ

“Büyük öyküler hiç bitmez mi acaba?”

-Samwise Gamgee, Yüzüklerin Efendisi: İki Kule

1. ‘Yeni anayasa’ sorunu, yaklaşık 20 senedir sürmekte olan ‘AKP’li yıllar’ın hiç bitmeyen tartışma başlıklarından birisi. Pek sağduyulu Efendi Samwise’ın sorusuna atıfla, bir nevi ‘büyük öykü’. Bilindiği gibi, AKP’li yılların liberallerce kutlanan (ve hatta kutsanan) 8-10 senelik bölümünde gerek yeni anayasa gerekse anayasa değişiklikleri tartışmaları, AKP’nin ‘vesayetçi demokrasi’yi sözde ‘ileri demokrasi’ye taşıma ajandasının önemli bir parçası olarak belirdi. Bu zaman diliminde anayasa gündemi büyük oranda, demokrasi ile ‘jüristokrasi’ veya ‘yargısal aktivizm’ arasındaki gerilim bağlamında, kısaca söylenecek olursa, bir ‘anayasa krizi’ kılığında ortaya çıktı. 2007 yılında, Abdullah Gül’ün parlamento tarafından Cumhurbaşkanı seçilmesine kesin biçimde engel olan Anayasa Mahkemesi’nin (nam-ı diğer ‘367’) kararını, bir karşı hamle olarak Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören (ve başkanlık sistemine daha o tarihte kapı aralamış olan) anayasa değişikliği referandumu ve değişikliğin %68.9 ile kabulü izledi. Böylece, pek çoklarının o dönemde ileri sürdüğü gibi demokratikleşme ajandasına değil de, daha ziyade AKP’nin politik ajandasına uyumlu olarak, Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmeye başladı. 2007 ‘anayasa krizi’ bu şekilde sonuçlanmıştı.

2008 bu bağlamda daha çarpıcı bir seneydi: Mart ayında Anayasa Mahkemesi’ne sunulan AKP’nin kapatılması iddianamesi aynı ay içinde mahkeme tarafından kabul edildi. Temmuz ayında ise partinin kapatılmamasına fakat “laiklik karşıtı eylemlere odak olmaktan” hazine yardımının kesilmesine karar verildi. Bir başka deyişle, Anayasa Mahkemesi iddianamenin temel iddiasını kabul etmiş, fakat demokratik işleyişe ciddi bir yargısal müdahalede bulunmamıştı. 2010’lu yıllar boyunca anayasa gündemi canlı kalmaya devam etti. ‘Yeni anayasa’ başlığı bu süreçte bazen bir seçim vaadi bazen ‘yazılmakta olan’ bir proje olarak karşımıza çıktı. Demokrasinin görece iyileştirilmesi olarak selamlanan (oysa Hrant Dink öldürüleli üç yıl olmuştu bile) 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu ise, başlı başına yeni bir döneme girildiğinin habercisiydi. Bu zaman diliminde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi’nin yapıları birden fazla kez değişime uğradı. 16 Nisan 2017’de yapılan anayasa değişikliği referandumu sonucunda ise parlamenter sistem yerini (‘Türk tipi’ de denilen) başkanlık sistemine bıraktı. Esasında yargı artık vesayetçi demokrasimizin özgürleşmesine pek de engel olamıyordu; ama bu sefer de Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararını eleştiren liberal hukukçu veya entelektüeller (ve 2010 referandumunun destekçileri) de dâhil olmak üzere Türkiye’nin otoriterleştiğinden ve hatta anayasasızlaştırıldığından söz edilmeye başladı. Birçok mecrada ‘tek adam rejimi’, ‘seçimsel otoriterlik’, ‘rekabetçi otoriterlik’ gibi kavramlardan, anayasa yargısının işlevsizliğinden dem vuruluyordu. Geldiğimiz nokta, ‘yargısal aktivizm’ tartışmalarından, bir Anayasa Mahkemesi üyesinin Twitter hesabında Anayasa Mahkemesi’nin fotoğrafını paylaşarak “ışıklar yanıyor” yazmasıyla başlayıp hükümet mensuplarının yanıtlarıyla devam eden ‘ışıklar polemiği’ydi. Mahkeme’nin -en azından teori gereği mevcut olan- politiko-jüridik rolünün bastırılmışlığı, görünen o ki yeni gerilimlerin doğmasına hâlâ neden olabiliyordu. Hükümet yetkilileriyse, ‘aktivizm’ ve hatta ‘müdahale’ ve ‘darbe’ sözcüklerini hatırlatmakta gecikmediler. Ömer Çelik, “Türkiye’nin gerçek hukukçuları en son 15 Temmuz darbe girişiminde teröristlerin müdahalesine güçlü bir direniş gösterdiler. Gerçek hukukçular demokrasiyi koruma mücadelesi verdiler. AYM Üyesi’nin kullandığı dil ise milleti tehdit etmenin ve hukuku yıkan müdahalelerin dilidir.”[1] diyerek, olası bir yargısal muhalefetin darbecilikle eş tutulacağını ima ediyordu. Son olarak, İstanbul Başsavcısı İrfan Fidan’ın 27 Kasım 2020 tarihinde Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından Yargıtay üyesi seçilmesine, fakat daha bir tane bile dosya incelemeye fırsat bulamadan, Cumhurbaşkanı’nın aralarından birini Anayasa Mahkemesi üyesi olarak atayacağı üç kişinin belirlenmesi amacıyla 17 Aralık’ta gerçekleştiren Yargıtay Büyük Genel Kurulu seçiminde en fazla oyu almasına ve takiben Cumhurbaşkanı tarafından üye olarak atanmasına tanık olundu. Özetle, anayasa gündeminin AKP iktidarı boyunca, pek çok belirleyici uğrağa damgasını vurduğu söylenebilir. AKP’nin iktidara gelme koşullarını belirleyen 2001 ekonomik krizi ve onun siyasal etkisinin, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in anayasa kitapçığını fırlatmasında sembolize olduğu da (buna, 2002 seçiminden önce açılan kapatma davasının yanı sıra Anayasa Mahkemesi’nin Erdoğan’ın 756 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinden hüküm giymesinden dolayı milletvekili olarak seçilme yeterliliğinin bulunmadığını karara bağlamasını ve Erdoğan’ın milletvekilliğinin ve başbakanlığının ancak Aralık 2002’de gerçekleşen anayasa değişikliğinden sonra 2003 yılında başlayabilmesini de ekleyelim) düşünüldüğünde, daha en başından itibaren AKP iktidarı ile anayasa sorununun tam anlamıyla simbiyotik bir ilişkiyi ifade ettiği görülmektedir.

2. Kuşkusuz, hem reel ya da somut anlamlarıyla hem de soyut ve kapsayıcı içerikleriyle, ‘iktidar’ ve ‘anayasa’ arasında böylesi bir ilişkinin bulunması sürpriz değil. Sonuçta anayasa ve anayasacılık dediğimiz şey, Server Tanilli’nin deyişiyle, devlet iktidarının ortaya çıkardığı şu üç sorunla ilgili: “İktidarın kazanılması, kullanılması ve sınırları”.[2] Bununla birlikte, anayasaların, ‘hegemonya’ ve ‘rejim’ kavramlarıyla olan bağıntısı az çok bilinen bir husus. Anayasalar her ne kadar çoğunlukla iktidarın nasıl dağıtıldığı sorunu ve idarenin sınırlanması ve denetlenmesi hususları bakımından önem kazansa da, bir toplumdaki politik ve ekonomik somut güç mücadeleleri alanından bağımsız düşünülmemeli.[3] Bu bakımdan (bilhassa da kamu hukuku bakımından) Türkiye’de, hukuk ile siyasal güç mücadeleleri ve hatta iktidar bloku içindeki devinim arasındaki ilişkinin gerektiği gibi kavranamadığına tanık oluyoruz. Burada iki temel (uç) eğilimin bulunduğunu söylemek mümkün. Bunlardan ilki, hukukun kendinden menkul bir varlık olarak kavranışıdır. Her geçen gün, siyasal iktidarın fiili bir uygulamasının ya da yürürlüğe soktuğu bir düzenlemenin vs. maddi gerçekliğimizden özerk bir varlıkmışçasına ‘hukuk’a aykırı olduğunu söylerken yaşadığımız infial ve çaresizlik bununla ilgilidir. İkinci eğilim ise hukuk ile siyasi olan arasındaki ilişkinin belirli bir indirgemeye tabi tutulmasından kaynaklanır. Hukuk ve siyaset burada dışarlıklı bir ilişkinin karşıt tarafları olarak ele alınır. Söz konusu eğilim Türkiye’de bu ilişkiyi; yerleşik hukukun veya anayasallığın, liberal demokrasi karşısında kendinde vesayet potansiyeli; reel-hâkim siyasetinse kendinde demokratikleşme potansiyeli taşıdığı düalizmine yaslanarak sahteleştirmiştir. Bu aynı zamanda, ‘anayasacılık’ ile ‘demokrasi’ arasındaki kurucu bir karşıtlık (ya da dengeleme) sorunu biçiminde ortaya çıkar. Hukuk (anayasa hukuku)-siyaset ilişkisi bu ikiliğin sınırları içinde ele alınır. Söz gelimi, Ergun Özbudun Anayasalcılık ve Demokrasi kitabında şöyle yazmaktadır: “Türkiye’nin belki en ilginç paradoksu, yaklaşık 70 yıllık çok-partili demokratik hayat deneyimine rağmen, hala anayasalcılıkla demokrasi arasında makul ve sürdürülebilir bir denge oluşturulamamış olmasıdır. Uzun süre anayasalcılık, demokrasi ilkesi aleyhine işlemiş; askeri ve sivil bürokratik vesayet kurumlarının halkça seçilen organlarının hareket serbestliğini aşırı ölçüde sınırlandırması olarak anlaşılmıştır. Son yıllarda ise, sürecin tersine döndüğü ve çoğunluğun mutlak hakimiyeti şeklinde anlaşılan demokrasi ilkesinin, anayasalcılığı zayıflattığı, anayasal denge ve denetim kurumlarını etkisiz hale getirmeye başladığı gözlemlenmektedir. Ortaya çıkmakta olan rejim, bir anayasal demokrasi değil, bir ‘yarışmacı otoriter rejim’ olarak tanımlanabilir”.[4]

Esasında anayasallık ve demokrasi arasındaki göreli karşıtlık, belirli bir ölçüde anayasal normların hiyerarşik üstünlüğünün ve anayasa yargısının demokrasiyi kısıtlayan jüridik etkisiyle ilgilidir (Hukuki bir sistem olarak anayasa ile politik sistem olan demokrasinin karşı karşıyalığı diyelim buna). Diğer tarafta ise, demokratik sürecin kendisiyle anayasallığı özdeşleştirerek, anayasal normlara veya anayasa yargısına değil de parlamentonun üstünlüğüne (bizim durumumuzda eklemekte fayda var, ‘milli irade’ye) öncelik tanıyan, anayasayı hukuki değil politik bir sistem olarak kavramaya daha yatkın bir ikinci yaklaşım söz konusudur.[5] İşte Türkiye’de anayasallığın demokrasi üzerindeki ‘vesayet’i, belirli bir ölçüde bu ikinci yaklaşımın işe koşulmasıyla tersine çevrilmiştir. Bu durumda, demokratikleşme adına yapılanlar temel norm olarak anayasayla çelişmek zorunda değildir; çünkü anayasa artık (en azından fiiliyatta) temel norm olarak ele alınmaz.[6] İlgili yaklaşımın temel sorunu ise, demokratik(leşme) sürecin(in) oldukça biçimsel ve eksik ölçütlerle tanımlanması, hukuk-politika ilişkisinin bu doğrultuda yüzeyselleştirilmesidir. Türkiye’de demokrasinin hukukun paslanmış zincirlerinden kurtulmasını savunan (bu vesileyle hukukun kendisinin de politik olduğunu dile getiren) pek çok kişi, söz konusu yüzeysellik nedeniyle şunlardan birçoğunu ya da birkaçını (kuşkusuz kimileri bile isteye) görmezden gelmiştir: Seçim hileleri, seçim rekabetinde diğer partilerin tabi olduğu kısıtlar, iktidar partisinin reel-politikaya ve toplum mühendisliğine dair somut ajandası (söz gelimi piyasalaştırma, gericileşme vs.), iktidar bloku içinde devlet iktidarını ele geçirme/elde tutma amacıyla ortaya çıkan ittifaklar ve mücadeleler, siyasal iktidarın marjinalleştirilen kesimlere karşı tutumu vs.

Demokrasi, diğer bağıntıları göz önüne alınmaksızın, eski Türkiye’nin ‘vesayet’ kurumlarının tasfiyesi pratiğine (yani eninde sonunda bir idare pratiğine) indirgenmiş; siyaset, ‘paysızların iktidardan pay almaları talebi ve mücadelesi’ ya da ‘devlet iktidarını ele geçirme/elde tutma mücadelesi’ biçiminde anlaşılmamış, devletçi-statükocu-otoriter ‘eski’nin yerine muhafazakar-demokrat-özgürlükçü ‘yeni’nin gelmesi biçiminde olumlanmıştır (hâl böyle olunca, 2010 anayasa değişikliği referandumu gibi, esasında -ileride darbe girişiminde bulunacak- dinci-gerici bir örgütün yüksek yargıyı büyük ölçüde ele geçirmesine imkan tanıyan bir hadisenin, yalnızca vesayetçi kurumların tasfiyesi ve 12 Eylül zihniyetiyle/rejimiyle hesaplaşma gibi söylemler eşliğinde kutlanması mümkün olmuştur). AKP ise liberal çevredeki bu hâkim söylemi önce araçsallaştırmış, belli bir andan itibaren ise ‘lider hukuku’yla harmanlayarak radikalleştirmiştir. Böylece anayasa gündemi, AKP’li yılların bir bölümünü kapsayan neoliberal hegemonya projesinden, son yıllarda tamamlanan rejim değişikliğine kadar, Türkiye’nin son yirmi yıldaki dönüşümünün önemli taşıyıcılarından birisi olarak işlev görmüştür.

3. Peki yeni ‘yeni anayasa’ gündemini, hukuku kendinden menkul bir entite olarak soyutlamadan ve hukuk-politika ilişkisini yukarıda değinildiği gibi yüzeyselleştirmeden nasıl yorumlayabiliriz? Bu, çoğu yerde ‘anayasal dönüşüm’ olarak nitelenen toplumsal süreçlerin, politik ve ekonomik bağıntılarıyla bir bütünlük halinde ele alınmalarıyla mümkündür. Yazının bu son bölümünde kısaca bu sorunu tartışacağız.

AKP ve anayasa gündemi ilişkisinin hiç bitmeyen bir ‘büyük öykü’ gibi okunabileceğini başta belirtmiştik. Pek kuşkusuz bu öykü, daha da büyük bir öykünün, kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal dönüşümü öyküsünün bir parçasıdır. Bilindiği gibi, Cumhuriyet şimdiye dek üç anayasa üretti: 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları. 24 Anayasası tek parti döneminin yanı sıra 27 Mayıs’a kadar süren çok partili rejim döneminde yürürlükte kaldı. 61 Anayasası 12 Eylül’le birlikte rafa kalktı. 82 Anayasası ise hala yürürlükte olmakla beraber pek çok kez değişikliğe uğradı. Yaygın olarak, askeri iradenin ürünü olan ‘vesayetçi-otoriter-devletçi’ 82 Anayasasının bu değişikliklerle birlikte görece ‘özgürlükçü’ hale geldiği söylendi. Hatta Özbudun, 2010 değişikliklerinin anayasa(l)cılık-demokrasi gerilimi bakımından ‘makul bir denge’yi ifade ettiğini belirtmektedir.[7] Bununla birlikte, söz konusu değişikliklerden bir süre sonra, otoriterleşmenin önlenemez biçimde arttığı, siyasal gücün tek bir kişide toplanmaya başladığı (otokratikleşme) ve kimi akademisyenlerce ‘anayasasızlaştırma’ olarak adlandırılan istisnai bir sürecin ortaya çıktığı görüldü. Devamında ise, yine 82 Anayasası altında, parlamenter rejim yerini başkanlığa bıraktı. Bu noktada akla şu soru geliyor: Böyle büyük çaplı bir otoriter dönüşümden ve güç tahkimatından sonra, neden yeni bir anayasaya (ve anayasa tartışmasına) ihtiyaç duyuluyor?

Gerçekten de Türkiye’de rejim değişikliğine yol veren otoriter dönüşüm boyunca yeni anayasadan bolca söz edilse de yeni bir anayasa yapılmadı.[8] Süreç daha ziyade siyaset bilimci Jan-Werner Müller’in ‘anayasal ele geçirme’ (constitutional capture) olarak adlandırdığı biçimde gerçekleşti. Yani, siyasal iktidarın güç tahkimatı hedefi uyarınca (anayasacılığa dair yukarıda özetlenen hâkim eğilim eşliğinde) anayasa metninde kimi değişikliklere gidildi ve bu sırada devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının (yargıdan medyaya) fiili olarak ele geçirilmesi amaçlandı. Müller bu yapılanlardan ilkine ‘biçimsel anayasal ele geçirme’ (formal constitutional capture) adını verirken, ikincisini ‘sosyo-politik anayasal ele geçirme’ (socio-political constitutional capture) olarak adlandırmaktadır.[9] Anayasa değişiklikleri bir yandan kimi kriz anlarında AKP’ye konjönktürel çıkış imkânı sağlayarak iktidarını ve (‘popülist’) politik ajandasını tahkim etmesi, diğer yandan anayasadaki denge ve denetim mekanizmalarını tahrip ederek olası bir iktidar değişikliğini zorlaştırması bakımından bu süreçte hayati bir rol oynadı. Aynı hususlar bakımından önem kazanan devlet ve özel sektör aygıt ve kurumlarının ele geçirilmesi süreci ise yine belirli ölçülerde yürütmeyi güçlendiren-yetkilendiren anayasa referandumlarıyla mümkün olurken (ki 12 Eylül rejimiyle hesaplaşma makyajının ardında iktidar ‘paydaş’ları bu aygıtların kontrolü bakımından ayrı bir mücadele veriyorlardı) buna başkaca yasal düzenlemeler ve fiili kontrol mekanizmaları eşlik etti. Bu sürecin en berrak örneklerinden ikisi; YSK’nın 2017 referandumu gerçekleşirken aldığı mühürsüz oy pusulası kararı ve 31 Mart 2019 tarihinde gerçekleşen yerel seçimler sonrasında (36 gün sonra) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal ve yenileme kararıdır.

Burada, altı özellikle çizilmesi gereken bir başka husus, sözü edilen ‘ele geçirme’ sürecinin esasında pek de sürpriz olmamasıdır. Belirtmek gerekir ki AKP iktidarı, 80’li yıllar Türkiye’sinin, dünya piyasasıyla bütünleşme hedefi doğrultusunda dönüşen otoriter rejiminin/devletinin bir ürünüdür. 80’li yıllar, küresel ölçekte tekelci kapitalizmin yeni bir aşamasına denk düşen, dolayısıyla iktisadi ve siyasal kimi önemli dönüşümlerin yaşandığı (neoliberalizmin hegemonyasının oluşmaya başladığı) bir dönemdir. Bu dönüşüm Türkiye’de, sermaye hareketinin belirli bir doğrultuda ve ortamda gerçekleşmesini sağlamak amacıyla yasama karşısında güçlü bir yürütmenin varlığını gerektirmiştir. Nitekim yukarıda başvurduğumuz değerli hukukçu Server Tanilli tam da bu nedenle, 80’lerin hemen başında yayımlanan Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş kitabının ‘Yürütme’ alt başlıklı bölümüne, kapitalist devletteki değişime değinerek başlar (günümüzde anayasa hukukunu böylesi bir perspektifle ele alan yaklaşımlara rastlamak ne yazık ki oldukça zor). Tanilli şöyle yazar: “Tekelci sermaye, ekonomik kanunların kıskacına sıkışıp bunalımdan bunalıma yuvarlandıkça ve sermayenin bu bunalımları geniş kitlelere yansıdıkça, devletin ekonomik alandaki etkinliği de koyulaşıp yoğunlaşmaktadır. İşler, üretim araçlarının sahipleri için ‘devletsiz’ yürümemektedir artık. Yarışmacı kapitalizmin ‘gece bekçisi devleti’ gitmiş, yerini, tekeller yararına müdahaleci, programlayıcı, güdümcü bir ‘güçlü devlet’ almıştır”.[10] Tanilli, ekonomik bunalımlardan etkilenen kitlelerin düzenle bütünleştirilmeleri için zorlayıcı ve ideolojik araçların işe koşulduğunu belirtir: “Devlet alabildiğince yüceltilmekte, ‘güçlü devlet’, ‘milli birlik ve beraberlik’ mistifikasyonları beyinlere işlenmektedir. (…) [Z]orla bastırma, huzursuzlaşan ve düzenle bütünleştirilemeyen kitlelerin direncini kırma eylemi yoğunlaştırılır”.[11] Devlet biçimindeki temel değişimler ise şunlardır: Güçler ayrılığından güçlerin merkezileşmesine doğru yaşanan dönüşüm, ‘tepeden inme kararcılığın’ belirmesi, ‘parlamentosuz parlamentarizm’ ve kanun gücünde kararnamelerin egemenliği, politiko-jüridik mimari bakımından belirleyici hususlarda halk oylamalarına gidilmesi.[12]

Görüldüğü üzere, Türkiye’de son yirmi yılda yaşanan otoriter dönüşümün temel unsurları 70’lerin sonu dahil olmak üzere 80’li yıllarda gerçekleşen kapitalist devletin dönüşümü analizinde mevcuttur. Tanilli’nin 1982’de basılan eserinden aktararak söylediklerimizin ‘AKP’li yıllar’la bütünüyle örtüşmesi ise pek tabi ki AKP döneminin, halihazırda Türkiye açısından da başlamış olan “otoriterleşme sürecinin neoliberal hegemonyanın devletin bütünsel işleyişine hâkim kılınmasıyla daha ileri bir aşamaya taşınmasını” ifade etmesiyle ilişkilidir.[13] AKP’nin ilk dönemindeki ‘başarı’sı, Türkiye’de neoliberalleşme sürecinin kesintiye uğraması (2001) sonrasında, özellikle de 2002-2007 yılları arasında neoliberal hegemonyayı IMF güdümünde istikrarlı biçimde inşa edebilmesinde yatar.[14] Bu sürece, her ne kadar AKP’nin ilk seçim beyannamesinde yer alan ‘kanun devletinden hukuk devletine geçme’ söylemi ve aslında AKP iktidara gelmeden önce meclis tarafından kabul edilen ‘AB uyum yasaları gündemi’ damga vursa da (yani vesayetçi-otoriter devletin geriletildiği söylemi hem AKP hem de liberal çevrelerce yükseltilse de) devletin siyasal ve ekonomik disipline edici işlevi güçlendirilmiştir. Hem politiko-jüridik hem de ideolojik açıdan, yürütmenin savcılığını üstlendiği Ergenekon davası gibi siyasi davalar muhalif kesimlerin üzerinde disipline edici/baskıcı bir işlev görmüştür. Bir diğer deyişle, siyasi sürecin parlamento eliyle değil yargı eliyle işletildiği otoriter bir legalizm devreye sokulmuştur.[15] Ne var ki, yukarıda anayasal ele geçirme kavramıyla nitelediğimiz sürecin eşlik ettiği bu dönem bir süre sonra, hem neoliberalizmin batı orijinli kriziyle (2008) hem de AKP-Gülen iş birliğinin kademeli kriziyle bunalıma girdi. Bu süreçte, 2000’li yılların ortalarında benimsenmiş olan ve bir süre sonra tükenmeye başlayacak olan büyüme modelinin (“2000’li yılların ortalarından itibaren ekonomiye hâkim olan dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modeli”nin[16]) halk kesimleri üzerindeki yoksullaştırıcı etkisi, gelir ve vergi adaletinin tahribatı ve baskıcı siyasal atmosferin yoğunlaşması bilhassa da muhalif halk kesimlerinde ciddi tepkilerin doğmasına neden oldu. Bunlardan en önemli ve etkilisi Gezi Parkı direnişi oldu. Hükümetin yanıtı ise, otoriterleşme sürecinin önemli bir uğrağı olan iç güvenlik paketleri kılığında geldi. Tüm bu yaşananlar, bunalımın daha da derinleştiğini gösteriyor ve rejim değişikline kadar varan otoriterleşme sürecini hızlandıran temel dönemeci ifade ediyordu (kuşkusuz 15 Temmuz darbe girişiminin bu noktada belirleyici bir etkisi oldu). Dolayısıyla ‘AKP’li yıllar’ın farklı evrelerinin, 80’lerde başlayıp son yirmi yılda kesintisiz bir biçimde devam eden otoriter dönüşümün farklı aşamalarına denk düştüğünü, bu süreçte ise anayasa-anayasacılık gündeminin söz konusu dönüşümü sürekli tahkim ettiğini saptayabiliriz.

İşte yeni ‘yeni anayasa’ gündemini bu çerçeve/arka plan eşliğinde değerlendirmek gerekmektedir. Esasında Cumhurbaşkanı’nın son açıklamalarından da önce muhalefet tarafından gündeme taşınan ‘yeni anayasa’ konusuna ilişkin olarak, içinde bulunduğumuz reel politik koşullar bakımından farklı yorumlar geliştirmek mümkün. Hatta bu tartışmayı, ‘insan hakları eylem planı’ için söz konusu olduğu gibi, muhaliflerin hiçbir sınır tanımaksızın hukuksuz bir biçimde hapiste tutulduğu bir siyasal atmosferde ciddiye almamak da bir seçenek. Özellikle de -bu yazının yazıldığı sırada bir ‘son dakika gelişmesi’ olarak beliren- HDP’ye açılan kapatma davası, ‘yeni anayasa’ gündemine dair akıl yürütme işini görece absürt bir faaliyet haline getiriyor. Fakat nasıl insan hakları eylem planı, Türkiye’nin insan hakları açısından içler acısı bir halde olduğunun resmi ifadesi olarak düşünülebilirse, ‘yeni anayasa’ gündeminin bir kez daha karşımızda belirmesi de, AKP’nin uzunca bir süredir içinde olduğu bunalımla ilişkisine dair bir şeyler söylemekte. Bu doğrultuda, AKP iktidarının söz konusu bunalımla ancak devletin zor aygıtlarını topyekûn işe koşarak baş etmeye çalışmaya mahkûm olması karşısında; yeni anayasanın, bu hegemonya krizinden konjonktürel ya da kalıcı bir çıkış, ‘AKP’li yıllar’ın ömrünü uzatma hamlesi olarak düşünüldüğünü ileri sürmek mümkün. Önümüzdeki zaman diliminde yeni anayasa tartışmasının ‘realize’ olup olmayacağına dair esaslı bir soru işareti koymakla beraber, ‘büyük öykü’nün her halükârda bir süre daha devam edeceğini söyleyebiliriz.

[1] “Son dakika haberi: Sosyal medyada ‘Işık’ polemiği! Tepkiler peş peşe geldi”, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-haberi-sosyal-medyada-isik-polemigi-tepkiler-pes-pese-geldi-41635519. (Erişim tarihi: 15.03.2021).

[2] Tanilli, S., (1982), Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş, Say Yayınları, s. 11.

[3] Bkz. Hirschl, R., (2005), “Preserving Hegemony: Assesing the Political origins of the EU Constitution”, International Journal of Constitutional Law, Volume 3, Issue 2-3, s. 278.

Siyasi iktidarın sınırlanması, denetlenmesi ve dengelenmesi için ayrıca bkz. Gönenç, L., (2015), Siyasi İktidarın Denetlenmesi-Dengelenmesi ve Yargı, Adalet Yayınları.

[4] Özbudun, E., (2019), Anayasalcılık ve Demokrasi, Yetkin Yayınları, s. 115.

[5] Bu iki yaklaşımı Richard Bellamy’nin hukuki anayasacılık (legal constitutionalism) ve politik anayasacılık (political constitutionalism) kavramlarından hareketle tarif ediyorum. Fakat bu, Bellamy’nin kavramsallaştırmasının bu yazının konusu olan sürece bütünüyle uygulanabileceği iddiasını taşımamaktadır.  Bellamy, R., (2007), Political Constitutionalism: A Republican Defence of The Constitutionality of Democracy, Cambridge University Press.

[6] Bkz. Drinòczi, T. &  Bień-Kacała, A., (2019), “Illiberal Constitutionalism: The Case of Hungary and Poland”, German Law Journal, 20(8), s. 1162.

[7] Özbudun, a.g.e., s. 119.

[8] Buna karşılık, son yıllarda Türkiye’yle sıklıkla karşılaştıran Macaristan’ın otoriterleşme süreci yeni bir anayasa yapımını beraberinde getirmiştir.

[9] Bkz. Müller, J-W, (2016), “Protecting the Rule of Law (and Democracy!) in the EU The Idea of a Copenhagen Commission”, Reinforcing Rule of Law Oversight in the European Union, CLOSA, Carlos/ KOCHENOV, Dimitry (Ed.), Cambridge University Press, s. 208;

Müller, J-W, Rising to the Challenge of Constitutional Capture: Protecting the rule of law within EU member states”, Eurozine, https://www.eurozine.com/rising-to-the-challenge-of-constitutional-capture/. (Erişim tarihi: 17.03.2021).

[10] Tanilli, a.g.e., s. 329.

[11] Tanilli, a.g.e., s. 331.

[12] Bkz. Tanilli, a.g.e., s. 331-333.

[13] Güzelsarı, S., (2020), “Türkiye’de Neoliberal Otoriterleşme: Yürütmenin Tekleşen Bir İktidar Merkezi Haline Gelmesinin Tarihsel Evrimi”, Marx 202: Bugünü Karl Marx ile Düşünmek, Ayyıldız, E., Ahi, Y., Açıkgörz, M. (Ed.), Belge Yayınları, s. 189.

[14] Güzelsarı, a.g.e., s. 222.

[15] Otoriteryan legalizm kavramı için bkz. Kalyvas, A., (2002), “The Stateless Theory Poulantzas’s Challenge to Postmodernism”, Paradigm Lost. State Theory Reconsidered, Aronowitz, S., Bratsis, P. (Ed.), University of Minnesota Press, ss. 105-142;

Özdemir, A. M., Çelebi, H. (2014), “Başkanlık Sistemi, Birikim Stratejileri ve Yeni Hukuk: Türkiye’de Hükümeti Biçimlendirmek”, (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye, Kamalak, İ. (Der.), Kalkedon Yayınları, s. 323-347.

[16] Orhangazi, Ö. (2020), Türkiye Ekonomisinin Yapısı, İmge Yayınları, s. 12.

Comments are closed.

0 %