Dünden bugüne seçim sistemleri
Berkay Çelen
Seçimler, siyasi tarihimizin en çok tartışılan konularından biri ve hâlen de bu özelliğini sürdürüyor. Her seçimde yeni ittifaklar yapılıyor, yeni “projeler” üretiliyor, halk çeşitli şekillerde ikna edilmeye çalışılıyor. İttifak gerekçeleri, bazen sadece bir partinin barajı geçmesinden ibaret kalıyor, bazen iktidara karşı en güçlü olan muhalefet partisinde birleşmeye yol açıyor, bazen ise doğrudan bir “iltihak’’ olarak karşımıza çıkıyor. İlkeler, ideolojiler ve hatta bütünüyle siyaset, birtakım matematik hesapları üzerine rahatlıkla feda edilebiliyor.
Bu tartışmalarda, muhalefet tarafından sürekli dile getirilen bir husus da seçimlerin adaletsizliği. Buna göre, iktidar kendisini sağlama alacak seçim sistemini sürekli en baştan üretiyor ve böylece, gerçekte ortaya çıkmayacak bir iradeyi bir nevi suni şekilde yaratmış oluyor. Özellikle seçim barajı uygulamasına bakıldığında da bu durumun mevcut iktidarın işine yaradığını görebiliyoruz. Ancak, seçimlerdeki adaletsizliği eleştiren sadece muhalefet de değil, 18 yıldır iktidarda olan AKP’den de seçimlerin adaletsizliği vurguları geliyor! Son günlerde, Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan, herkesi kapsayacak niteliğe sahip olacağı belirtilen ve AKP kurmaylarınca ‘’yeni kurucu anayasa’’ olarak nitelenen yeni anayasa çalışmaları ve sonu gelmeyen ‘’reform’’ çalışmalarında da seçim sistemleri başlığı yerini alıyor.
Bu nedenle bu yazıda, günümüzde seçim sistemi tartışmalarının yeniden dillendirilmeye başladığı bir dönemde, öncelikle ülkemizde bu zamana dek uygulanmış seçim sistemlerini, ardından da iktidar tarafından dile getirilen yeni seçim sistemini, henüz içeriği tam olarak bilinmeyen ancak taslakları kamuoyuyla paylaşılmaya başlanan şekliyle ele almaya çalışacağız.
Ülkemizde, çok partili seçim ilk kez 1946 yılında yapılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından bu yıla kadar ülke, kurucu irade olarak CHP tarafından yönetilmiştir.
AKP’nin hala “tek parti diktatörlüğü’’ gibi ithamlarda bulunduğu bu dönemde, her ne kadar 1930 yılında gerçekleşen yerel seçimlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası ( SCF ) yer almış olsa da, gerek partinin kısa bir süre sonra feshedilmesi gerekse de yalnızca bir kez seçimlere katılmış olmasından bahisle, birçok partililik döneminden söz edilemeyecektir. Bu nedenle seçimler, bir partinin adayları arasından yapıldığı veya bazen doğrudan bir listeyi oylamaktan ibaret olduğu için yerleşik bir seçim sisteminden bahsedebilmek de mümkün değildir. Bu nedenle yazımızın başlangıç noktasını, siyasi literatürümüzde de çok partili ilk seçim olarak kabul edilen 21 Temmuz 1946 tarihli seçim alacaktır.
Basit çoğunluk sistemi
Çok partili hayata geçilmesi ile birlikte uygulanmaya başlanan bu seçim sistemi, 27 Mayıs İhtilali’ne kadar varlığını sürdürmüştür. Bu sisteme göre, her il bir seçim çevresi sayılıyor ve o ilde en yüksek oyu alan parti, tüm listesi ile meclise girmeye hak kazanıyordu. Bu özelliği nedeniyle bu sistem, “Liste Usulü Çoğunluk Sistemi’’ olarak da adlandırılmaktadır. Bu sisteme yöneltilen eleştiri, sistemin büyük partilere ya da en çok oy alan partiye mutlak bir avantaj sağlayarak temsilde adaletin engellenmesine yol açmasıdır.
İktidarda olduğu süreçte bu sistemden önemli fayda sağlayan Adnan Menderes, 2 Mayıs 1954 seçimlerinde kendi listesini çıkaramadığı Kırşehir ilini ilçe yapmış ve o zaman ilçe olan Nevşehir’i il yapıp Kırşehir’i de bu ile bağlama kararı almıştır. AKP iktidarının “demokrasi kahramanı” olarak gördüğü Menderes’in seçim sistemlerinden yararlanma taktiği, AKP’nin de yürürlüğe koymayı planladığı yeni seçim sistemindeki niyetini ortaya koyması açısından oldukça manidar!
D’hondt sistemi
Geliştiricisi olan Belçikalı matematikçiden adını alan bu sistem, 1965 yılındaki seçimler haricinde, 1961 yılından bu yana ülkemizde çeşitli şekillerle uygulanan seçim sistemidir. Barajsız, ülke barajlı ve bölge barajlı uygulamaları ile birlikte günümüze dek uygulaması sürmüş olan bu sistem, nispî temsili esas almaktadır. Bu sisteme göre; bir seçim bölgesinde bir partinin aldığı oy miktarı, o bölgenin milletvekili sayısına ulaşana dek birden başlayarak bölünür. Bu bölünmeler sonucunda, partilerin elde ettikleri sayılar çoktan aza sıralanır ve bu sıralamaya göre de milletvekili dağılımları gerçekleşir. Bu formül, barajsız sistemde başka bir duruma ihtiyaç duymaksızın uygulanır. Seçim barajlarının olduğu formülasyonlarda ise, sıralamaya girecek partilerin, uygulanan baraj sistemine göre mevcut seçim bölgesinde veya ülke genelinde belirli bir oy oranını geçmeleri şartı da ayrıca aranır.
D’Hondt Sistemi ülkemizde 1961 seçimlerinde çevre barajlı; 1969-1983 yılları arasında barajsız olarak uygulanmıştır. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbenin ardından, 1982’de kabul edilen anayasa ile birlikte %10’luk seçim barajı getirilmiş olup bu tarihten sonra D’Hondt Sistemi, 1983-1991 yılları arasında çift barajlı (hem ülke hem bölge barajlı) olarak uygulanırken 1991’den bu yana ülke barajlı uygulamaya geçilmiştir.
Şu anda ülkemiz “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’’ adı verilen bir başkanlık rejimi modeli ile yönetiliyor ve Cumhurbaşkanı olmak için gereken oy oranı %50+1 olarak formüle ediliyor olsa da halen milletvekili seçimlerinde D’Hondt Sistemi uygulaması sürmektedir. Kabinenin dışarıdan kurulduğu, tek kişinin kararnameleri ile ülkenin yönetildiği, meclisin tamamen işlevsizleştiği bu rejimde, meclise kimin hangi seçim sistemi ile girdiği konusunun önemli olduğunu ise sanırız ki kimse düşünmemektedir!
Milli bakiye sistemi
Yalnızca 1965 yılındaki seçimde uygulanan bu sisteme göre; seçim bölgelerinde sonuçlara yansımayan oylar toplanarak Türkiye genelinde partilere sırayla dağıtılıyordu. Herhangi bir seçim barajının olmadığı bu sistem sayesinde, 1965’teki seçimde Türkiye İşçi Partisi (TİP) on beş milletvekili ile mecliste temsil edilme hakkı kazanmıştır. Bu durum, Türkiye’de ilk defa bir sosyalist partinin meclise bağımsız bir şekilde girmesini sağlamıştır ve o tarihten bu yana TİP bağımsız olarak meclise giren ilk ve tek sosyalist parti olma özelliğini sürdürmektedir. Sonraki tarihlerde de meclise giren ‘’sosyalistler’’ olsa da meclise giriş yöntemlerini başka partiler ile yapılan ittifaklara borçlu olduklarını unutmamamız gerekiyor.
1961 yılında kabul edilen anayasanın sağladığı özgürlükçü ortam ile uygulanan bu seçim sisteminin sadece bir seçim uygulanmasının sebebi de yine TİP’in meclise girmesi olmuştur. Sosyalistlerin sesinin mecliste duyulması planları bozmuş ve hemen bir sonraki seçimde tekrar baraj uygulamasına geçilmiştir.
Yeni seçim sistemi tartışmaları: Vesayete son mu yeni vesayet mi?
İlk olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilen yeni anayasa ve yeni seçim sistemi açıklamalarının ardından, iktidar kanadınca yeni seçim sistemine ilişkin çalışmalar hızlandı. Bu satırlar yazıldığı sırada henüz netleşmiş bir taslak mevcut değildi. Ancak, kamuoyuna yansıyan haber ve gelişmelere baktığımızda öne çıkan başlıklar şu şekilde:
- %10 olan mevcut seçim barajının %7’ye düşürülmesi, ittifaklar için ise ayrıca baraj getirilmesi (İttifaklar için %14’lük bir baraj uygulaması getirilmesi planlanıyor.)
- Seçim bölgelerinin daraltılması (Her bölgeye 7 milletvekili düşecek şekilde daraltılmış bölge sistemi uygulamasına geçiş planlansa da bölgelendirmenin yapılış usulü henüz netleşmiş değil.)
- Hazine yardımı için gereken barajın yükseltilmesi, (Şu an %3 olarak belirlenen barajın %7 seviyelerine çekilmesi öngörülüyor.) yargılama sonucu verilecek kararla partilerin hazine yardımlarının kesilebilmesi
- Bir partiden istifa eden milletvekilinin komisyonda temsil yetkisinin engellenmesi
- İl seçim kurullarını belirleme yetkisinin doğrudan Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) verilmesi (Şu andaki sistemde YSK il seçim kurulları ilçe seçim kurulları ve sandık kurullarından oluşan bir ortaklık ile süreç yürütülüyor. Doğrudan YSK üzerinden yapılacak atamalar ile tüm kurulların bir nevi iktidar tarafından belirlenmesi hedefleniyor.)
Doğrudan bu ve bunun gibi eklenebilecek başlıklara bakarak bir yorumda bulunmanın sınırları olduğu malum. Ancak, AKP tarafından bir süredir dile getirilen açıklamalara ve fiili uygulamalara bakıldığında, özellikle son yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuçların ardından, iktidar açısından bir seçim yasası değişikliği ihtiyacı olduğu açıkça görünüyor. Bu değişiklik AKP’yi kurtarır mı, bunun da bugünden yorumlanması zor ancak özellikle hazine yardımı başlığı ile HDP’nin, komisyonda temsil engeli ile Gelecek Partisi ve DEVA Partisi’nin engellenmeye çalışıldığı sanırız hepimizin malumudur. Bu başlıklarda, özellikle de yargılama ve HDP hususunda, İYİ Parti üzerinde de bir çatlak oluşturma arayışlarının olduğunu, doğrudan bir metin içinde geçmemekle beraber, yapılan açıklamaların içeriğinde görebiliyoruz. Bu nedenle, ilgili seçim taslağını ve önümüze konulacak metni salt hukuki bir metin olarak değerlendirmek de eksikli olacaktır.
İktidarını ‘’vesayet rejimine’’ karşı mücadeleye adadığını her fırsatta söyleyen, yeni anayasa ve yeni seçim sistemi çalışmalarının gerekçesini de ‘’vesayetin son kalıntılarından da kurtulmak’’ olarak açıklayan, liberallerle ve hatta “cemaat’’ ile yıllarca süren ittifakını demokrasi kılıfına sığdırmaya çalışan 18 yıllık AKP iktidarının, 12 Eylül darbesinin seçim yöntemlerini hiç tartışmaya dahi açmadan sürdürdüğünü, bu yönde muhalefetin verdiği önerilerin tamamını reddettiğini de not edelim. Henüz içeriği net olarak belli olmayan ancak taslak metinlerde görülen yeni sistem önerilerinin de bu vesayete son vermek şöyle dursun, yeni bir ‘’vesayet sistemi’’ yaratma amacında olduğunu da eklemek gerekiyor.
Bu zamana dek uygulanan seçim sistemlerini ve henüz netleşmeyen yeni seçim sistemi taslağını ifade etmeye çalıştık. Uygulanan sistemin içeriği ne olursa olsun her zaman sistemin kendi menfaatlerine göre uygulamalar yaptığını da bir kez daha görmüş olduk. Günümüzde de yine seçim tartışmaları yapılıyor. İktidarını yürütmede sıkıntılar yaşayan AKP, partisinden çıkan yeni yapıların sesini erkenden kısmak ve son yerel seçimlerde kritik yerlerde seçimleri kaybetmelerine yol açan muhalefet bloğunu kırmak amacıyla yine seçim sistemlerine birtakım müdahalelerde bulunmaya çalışıyor. Bu müdahalelerin ise salt hukuki bir metinden ibaret olmadığını, oyların kullanılması, sayılması ve denetlenmesine kadar geçen sürecin bütününe yönelik bir müdahale amaçlandığını tespit etmek gerekiyor.
Bu nedenlerle, anayasa tartışmaları partilerin oy oranlarının nasıl belirleneceği gibi matematiksel hesapların ötesinde bir rejim tartışmasıyla birlikte ele alındığında karşılık bulacaktır. En nihayetinde hukuk mekanizması iktidarların varlığını sürdürebilmesinin bir aracıdır. Yeniden gündeme gelen anayasa tartışmasını da AKP iktidarının devamlılığı ve sermaye sınıfıyla ilişkisi üzerinden ele almak gerektiğini bir kez daha vurgulamış olalım. Bu duruma karşı sorulması gereken ‘’Nasıl bir ülke?’’ sorusu da ancak bu başlıklara ilişkin çözümlemeler yapılabildiği ölçüde verimli olacaktır. Aksi takdirde ise yalnızca seçimler değişecek fakat ‘’sistem’’ varlığını sürdürecektir.