Kapitalist-Emperyalist Sistemin Yönelimi
Prof. Dr. İzzeddin Önder
Son yirmi yıl içinde küresel emperyalizm açısından iki, Türkiye için ise bunun bir ilavesiyle üç önemli olay yaşandı. Bunlardan biri, 2008 yılında patlak veren ve tüm ekonomileri derinden sarsan kapitalizmin üçüncü derin krizidir. On yılı aşkın süredir devam eden ve henüz krizi çözmeye yönelik ne bir yeni teori ne de savaş ya da benzeri çarpıcı siyasi olay ortaya çıkmıştır. 2008 krizi devam ederken son bir yıldır tüm ülke insanlarını ve ekonomilerini derinden etkileyen COVID-19 da bu sürece tuz biber ekmiştir. Türkiye ise, bu iki dış etmene 2000 IMF-Derviş programı ile kapılmış olarak sürüklenmektedir. Tüm bu alt-üst oluşa bir de Sovyetlerin ve Kızıl Çin’in çözülüp emperyalistler ailesine katılımı eklenince iki kutuplu küresel denge bozulmuş ve çok kutuplu emperyalizm havuzu oluşmuştur. Oluşan yeni durumun Türkiye gibi çevresel konumlu ekonomiler üzerinde farklı yönlerde ve geçmiş dönemlerdekinden daha yoğun emperyalist etkiler oluşturacağı açıktır.
Kapitalizmin sistem sorununun çözümünde içsel dinamiklerle oluşan ve adına neoliberalizm denen süreç bizi aldatmamalıdır. Şöyle ki, neoliberalizm gerileyen kâr hadlerinin telafisi amacıyla güçlü sermaye yapılarının sömürücü vantuzlarını reel yatırım ya da finansal araç olarak çevre ekonomilere uzatma-yayma sürecidir. Ne var ki, gerek küreselleşme şeklinde coğrafi olarak, gerek yoğunlaşan finansal süreçlerle zamansal olarak piyasaların genişletilmesi çabalarının kapitalizmin krizine anlamlı yanıt oluşturamaması sonucunda bizzat içsel dinamiklerle oluşan krizle ekonominin gerekli denge koşulu sağlanmaya çalışılmıştır. Kısacası, neoliberalizm dinamikleri de kriz de kapitalizmin kendisini aşma ve yeni düzeye yerleşerek süresini uzatma refleksidir. Diğer bir deyişle, farklı derecelerde olmak üzere, neoliberal politikalar da kriz de başta emekçiler olmak üzere bireyler üzerinde olumsuz etki yaptığı halde, sistemin sürdürülmesi amacıyla bizatihi sistemin ürettiği organik çözümdür. Krizlerin yaşanması büyük sermayenin ayak bağı olan ufak sermayenin elimine edilerek sistemin tekelleşerek yenileşme sürecidir. Bu yönü ile kriz, verimliliği düşük ufak sermayeyi temizleyip, rekabeti zayıflatarak büyük sermaye birikim modelinin tetikleyicisidir. Çağımızda sermayenin organik sürecini biri ilerletici, biri de geriletici olmak üzere değiştiren iki olguyu aynı anda yaşamaktayız. Sermaye birikimini yükseltirken alanını daraltan faktör, maalesef, giderek merkezileşen ve yoğunlaşan küresel çapta tekelleşme olgusudur; geriletici faktör ise, büyük kayıplarla mücadele ettiğimiz pandemi sürecidir. Pandeminin bir proje olup olmadığı konusunu sosyal antropologlara bırakıp, beklenmedik durum olarak ele alarak ilerlersek, küresel tekelleşmenin ve pandeminin bileşkesinde küresel ve yerel sermaye olgusunun, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerdeki sermaye sürecinin devinimlerini inceleyebiliriz. Bu bağlamda önce genel olarak küresel sermaye döngülerine kısaca göz atalım, daha sonra da odağa Türkiye’yi koyarak olası görüntüyü ele almaya çalışalım.
Küresel sermaye neoliberalizm sürecinde Washington Uzlaşması kuralları çerçevesinde tüm yerküreye kendi kuralları ile yayılırken, merkezlerini ileri ülkelerde korumuş olmakla beraber, kazançlarını vergi cennetlerine taşımaya yöneldi. Geçtiğimiz yıllarda “ABD Devleti kapandı” başlığı ile çıkan gazeteler ve dönemin ABD başkanının ulusal sermayeye ülke içinde yatırım yapma çağırıları ülke dışında yaratılan değerlerin ülkenin vergi gelirlerine katkı yapma amacına yönelikti. ABD’nin borçluluk düzeyinin yüksekliği küresel alana dağılan ABD sermayesinin bu çağrıya olumlu yanıt vermediğini kanıtlamaktadır. Bunun sebebi sermayenin yaratılan katma değerin büyük bölümüne el koyma refleksi yanında, el koyduğu kaynakları da kamu ile paylaşmama refleksinin güçlü olmasıdır. Bu reflekslerin vatanseverlik vb. gibi milliyetçilik duygusuyla bir ilgisi yoktur. Sermayenin kâr refleksinin uzun dönemler boyunca sermayedarlarda oluşturduğu “sermaye refleksinin insanlaşmış hali”nin birkaç yıllık farklı uygulamalarla değişmeyeceği, tam tersi bu uygulamalardan sermaye çıkarına uygun olanının uygulamaya sokulacağı açıktır. Küreselleşme ve finanslaşma tüm çevreyi kuşatırcasına kavururken pandeminin ortaya çıkması neoliberalizm boyasında kapitalizmin piyasa reflekslerinin bazı alanlarda geri plana çekilmesine yol açmasına rağmen, salgın ortamında yaşamak ve salgına müdahalede ülkesel ve bireysel farklılıklar açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum, ister emperyalizm ister kapitalizmin bir uğrağı olarak neoliberalizm diyelim, bu aşamada devlet-sermaye ilişkisini değiştirecek nitelikte görülemez. Geçmişin veba salgını misali benzeri günümüzde yaşanan pandeminin de çağ atlatacakmış gibi görülüyor olmakla beraber, bir yandan emperyalist sermayenin görünür şekilde geri adım atmaması, diğer yandan devlet örgütlerinin de tüm sıkışıklıklarına rağmen sermayeye yönelik bir talepte bulunmamaları toplumsal talepler karşısında sermayenin gücünü koruduğunun açık görüntüsüdür. Kaldı ki, gerek veba olayında gerek sair toplumsal dönüşmelerde ana belirleyici öznel oluşum değil, nesnel koşullardır. Bu konuda ihmal edilmemesi gereken diğer bir konu da, COVID-19’a karşı savaşın geçmişin veba saldırısından çok daha hızlı devreye sokulabilmiş olmasıdır. Bu durum, maalesef, kimi çevreler tarafından kapitalizmin başarısı olarak algılanıp yorumlanacaktır, hatta ileriki günlerde sistem yanlılarının bu durumu çarşaf çarşaf kullanacaklarını dahi beklemeliyiz. Bunun üzerine bir de çeşitli ülkelerdeki yeterli-yetersiz devlet yardımlarını koyduğumuzda sisteme karşı ciddi kalkış için olması gereken zeminin epeyce aşınmış olduğunu düşünebiliriz.
Küresel kararların kapitalizmin gelişmiş merkezlerinde oluşturulması, emperyalizmin tüm küreye yaygınlaşarak sömürü ağlarını en yaygın düzeye çıkarması ve hâlâ sömüreceği bol kaynakların bulunması nesnel koşullar bağlamında emperyalizmin hâlâ sömüreceği alan olduğunun göstergesidir. Bu durumda, bir çöküş alameti ya da hafif de olsa kırılganlık hissedilmediği sürece oluşan öznel koşulların sistem üzerinde etkili olmasını düşünmek fazla geçerli görülemez. Nitekim sermayenin tüm zorluklara rağmen faaliyetini sürdürmesi, enfekte olma riskine rağmen ölümüne artı değer üreten küresel emekçilerden de aşırı bir tepkinin gelmemesi, anlaşılamaz olmakla beraber, asırlar boyunca oluşmuş zihinsel yapının kısa süreli şoklarla bozulamayacağının açık görüntüsüdür. Sistemin ya da neoliberalizmin terk edilmesi olasılığı bir yana, pandemi sonrasında sermaye kararları ile hareket edileceği kuşkusuz gibi gözükmektedir. Çünkü Marksizmin temel ilkesi olan üretim güçleri ve üretim ilişkisi uyuşmazlığı henüz olgunlaşma aşamasına gelmediği gibi, pandeminin bu alt-yapıya bir şekilde müdahalesi de söz konusu değildir. Bundan da öte, pandeminin özel koşullarında yaşanan emek süreçleri emeğe yönelik değil, sermayeye yönelik değerli uygulama bilgi ve olanağı sağlamıştır. Örneğin, uygun koşullarda evde çalışma modelinin devreye alınması ve bu uygulamanın devamlı bir model olarak benimsenmesi öngörülebilir. Zoom ya da sair yöntemlerle sıklaşan toplantıların genel dökümüne baktığımızda, gerek konular gerek ulaşımcılar itibariyle sermaye yanlılarının açık ara emek yanlılarının önünde olduğu görülür. Bu durum, üretim alt yapısı yanında üst yapıda da derin bir uykunun sürgit devam ettiği ve bundan böyle de devam edeceğini görülebilmektedir.
Sistem mantığı gereği sermayeyi odağa koyduğumuzda, pandemi koşullarında ve sonrasında ülkelerin vergi gelirleri ve milliyetçilik açısından ulusal gelirin yükseltilmesi amacıyla sermayenin yatırım yeri ve kârları üzerindeki tasarruflarında etkili değişim beklenmemelidir. Ancak gerek pandemi, gerek giderek sertleşebilecek devlet yönetimleri açısından sermaye çevresel ekonomilerde reel yatırımlardan çok hareket kabiliyeti yüksek olabilen finansal alanda ilerlemesini sürdürebilir. Bu durum, merkez ekonomilere de çevresel konumlu ekonomilere de üretim anlamında reel katkı yapmadan, ülke dışına, muhtemelen vergi cennetlerine kaynak transferine yol açar ki, bunun sonucunda da finansal kaynak kullanan ekonomilerde ulusal gelirin potansiyel büyümenin çok altında kalması kaçınılmazdır. Kapitalizmin giderek sıkışması ve güçlü devletlerin de kaynak açısından güçsüzleşmesi nedeniyle sermaye hareketlerini denetlenmesi gerekli görülebilir, ancak günümüzün yönetişim sisteminde (governance) böylesi bir sermaye yönetim sisteminin kurulması fazla olası gözükmemektedir. Zira 1648 Westfalia Antlaşması ile ulus devletin kurulması sermayeye gümrük koruması sağlayarak ulusal sermayenin gelişmesine destek olurken, günümüzde gelişen sermaye bu kez devlet aygıtını “devletsizleşme” (destatization) ve uluslararasılaşma (denationalization/internationalization) süreçleriyle kendi emrine almakla kalmamış, uluslararası düzeyde kendi kurallarını hâkim kılma aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Böylece ulusal alandan uluslararası alana çıkmış olan sermaye, devlet denetiminden çıktığı gibi, bizzat devletin davranış ve karar mekanizmalarına dahi girmiş bulunmaktadır. Böylesi tarihsel yürüyüşte ciddi bir sosyal kalkış olmadığı sürece özelleştirme karşıtı politikaların yaşama geçirilmesi beklenemez. Hatta tam tersi, giderek ağırlaşan ekonomik koşullarda sermaye değeri düşen kurumlara-işletmelere büyük kurumların el koymasıyla tekelleşme daha da yoğunlaşarak merkezileşebilir. Bu durum kısmî olarak çevresel konumlu ekonomilerde de yabancı sermaye modeli altında görülebilir. Küreselleşme sonrasında oluşan bu süreçte büyüyen firmalara “alfalar”, küçülen firmalara ise “betalar” adı verilmiştir. Hisse alarak şirket devralma sürecinde Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler emperyalistler için fevkalade elverişli konumdadır. Örneğin, yaşanan enflasyon nedeniyle bilanço değerleri azalan büyük şirketlerin hisse senetleri piyasada güçlüler tarafından satın alınarak ülke içinde şirket temelinde yabancılaşma yaşanır.
Kapitalizmin, merkezde kaynak temerküzü oluşturma sürecinin doğal sonucunda kapsama alanı giderek daralır. Böylesi daralma süreci ülke konumları değişmeden, farklı yörelerde de bulunabilecek şekilde varsıllık ve yoksulluk alanlarının birinciler lehine daralması şeklinde oluşur. Geçmişin ekonomiler temelinde Andre Gunder Frank-vari çevre merkez anlatımı günümüzde farklı ülkelerde adacıklar halinde oluşabilen çevre-merkez ilişkisine dönüşmüştür. Şöyle ki, fert başına gelir hesabıyla 45-50 bin dolar dolayındaki ABD, 33 ülke arasında 32. sıradaki Türkiye’nin hemen üzerinde 31. sıradadır. Yani, ABD’de çok sayıda varsıl merkezlere karşın, çok sayıda de çevre alanları bulunmaktadır. Gerekli kesin bilgilere sahip olmamakla beraber, benzer durumun Çin’de ve Rusya’da, hatta ABD’dekinden daha da vahim olarak bulunduğu tahmin edilebilir. Avrupa ekonomilerinde sosyal politika eğilimli uygulamaları nedeniyle çevre merkez koşullarının ABD ya da Çin sertliğinde olmadığı tahmin edilebilir.
Çok kutuplu emperyalizm dünyasında kapitalizm-emperyalizmin ibresi henüz Çin merkezli uzak doğu yöresine tam olarak dönmemiş olmakla beraber, giderek ABD’den uzaklaşma eğiliminde olması küresel hegemonya ve/veya paktlar konusunu muallâkta bırakmaktadır. Emperyalistlerin karşıtı bir sistemin bulunmaması da ittifaklar oluşumu dürtüsünü zayıflattığı gibi, sıkışan koşullarda parsa paylaşımına razı olunmaması da emperyalistler arasında ittifaklar oluşumunu engeller gözükmektedir. Çin’in son Davos toplantısında geliştirdiği ABD’nin korumacı politikalarına itirazı kesin reddedilmemiş olmakla beraber, ittifaklar ya da korumacılık politikalarının bir hayli tartışılacağını göstermektedir. ABD’de yaşanan başkanlık değişimi bu konuda kısmen etkili olabilir gözükmekle beraber, sermayeler arasındaki güç dengeleri asıl belirleyici rolü oynayacaktır. Büyük güçler arası ittifaklar beklenmemekle beraber, büyük devletler arasında yaşanan rekabet ve piyasa savaşları “büyük devlet ve çevresel ekonomiler” modelinde zımnî birliktelikleri gündeme getirebilir. Böylesi zımnî birliktelikler, çevre ekonomilerin ağır sömürüsü pahasına büyük çatışmaları kısmen önleyebilir. Diğer yandan, olası bir çatışma ile emperyalist parsaya hâkim olma dürtüsüne de, savaşla mutlak işgal ve sermaye için ilk sermaye oluşum koşulu öngörülmedikçe girişilemez gibi gözükmektedir. Kaldı ki, yeryüzüne yayılmış reel sermayenin böylesi bir çatışmadan çıkar umması anlamlı gözükmemektedir. Ancak bu durum geçmişten daha keskin ekonomik rekabete, hatta dünyamızı açık ya da büyük ihtimalle kur savaşları ya da gıda savaşları gibi süreçler üzerinden örtülü çatışmalara götürme potansiyeli taşımaktadır. Gıda savaşları tek seferlik tohumlardan uzaklaşmayı gündeme getirerek, doğal tohum sürecine rağbeti yükseltir. Ancak teknoloji yoğun gıda savaşları ileri teknoloji kullanan gelişmiş ekonomilerin bu teknolojiyi Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin çeşitli Afrika topluluklarına uyguladıkları gibi çevresel ekonomiler üzerinde sömürü aracı olarak kullanmaları yolunu genişletebilir. Böylesi bir çatışma devlet kararı olmanın yanında sermaye çıkarı olarak da cereyan edebilir, zaten halen de belli belirsiz bu savaş alttan alta sürdürülmektedir. Çünkü sermaye, bir çatışma tehdidi olmadığı koşulda, devletlerin pozisyonlarından bağımsız olarak birikim dürtüsünü sürdürebilir, yarattığı değeri de vergi cennetlerinde biriktirebilir. Bu durum o denli açıktır ki, günümüzün kamu maliyesi konuları içinde güçlü ve uluslararası sermayenin vergilendirilmesi fevkalade zor ve henüz kesin bir karara bağlanmamış sorun olarak araştırma konularının başında gelmektedir. Adeta sermaye büyüdükçe aynı zamanda devlet yapılarına da kafa tutacak güce ulaşmaktadır. Buna rağmen, herhangi bir çatışma ya da küresel kriz durumunda sermayenin tipik refleksi güvenli merkez ülkeye sığınmaktır. Bu nedenle küreselleşme döneminde çatışma konusunda devlet ve sermaye yapıları birbirine karşıttır.
Neoliberal adını verdiğimiz emperyalizm uğrağında zor durumda kalmış olan devletler iki farklı konumda hareket etmekteler. Bir kısım devletler, Geoffrey Garret tarafından geliştirilmiş etkinlik yaklaşımıyla küresel rekabete çıkmış olan sermaye yapılarının yanında politika izleyerek anti-tröst yasalarını işletmemekte, kamu bütçesini işletmelere aşırı yük yıkmayacak düzeyde tutarak şirketlerin olağanüstü boyutta büyümesine göz yummaktadır. İkinci grup devletler ise, Dani Rodrik tarafından geliştirilmiş telafi yaklaşımıyla, küreselleşme nedeniyle ekonomide yaşanan ekonomik sıkıntıları giderici sosyal yardımlarla halkı desteklemeye ağırlık verebilmektedirler. İkinci grup devletlerde kamu harcamaları birinci grup devletlerdekinden daha yüksek seyreder. Gerek sömürgecilik gerek emperyalizm sürecinde, birincide ilk sermaye oluşturma, ikincide ise sömürü kaynakları oluşturma amacı güdüldüğü halde, işleyişlerinde devletlerin rolü farklıklaşır. Şöyle ki, sömürgecilikte doğrudan devlet güçleri devrede olduğu halde, emperyalizmde devlet geri plandadır, hatta emperyalizmin ağındaki ekonomilerin devletleri yönetişim süreciyle emperyalistin işini kolaylaştırmaktadır. Kısacası, her iki durumda da sermaye odaklı harekât söz konusu olduğu halde, birinci durumda devlet öndedir, ikinci halde sermaye aktiftir, devlet ise, gereği durumda koruyucu işlev görebilir. Örneğin, neoliberal politikaların yayılmasında ABD merkezli sermaye birincil konumda olarak ABD hegemonyası öne çıkmış idi. Söz konusu hegemonya en etkili silah olarak akademi kurumlarını kullanarak tüm dünyaya ideolojiyi yayabilmiştir. Diğer taraftan Çin’de ve sair ülkelerdeki ABD doğrudan ya da ortaklık halindeki yatırımlarda da ABD silahlı kuvvetleri destek güç olarak geride beklemektedir. Silahlı hegemonya olmadan ve akademi dünyası aracılığıyla ideoloji yayma gerçekleşmeden sermayenin çevreye yayılması maddi olarak olanaklı olamaz. Devlet aracılığı ile silahlı kuvvetleri besleyen de sermayedir, akademiye üst-yapı olarak ideolojisini yansıtan ve ideolojiyi kuramsallaştıran da sermayedir.
Kapitalist emperyalist sistemin yönelimi konuşulunca kaçınılmaz olarak Türkiye de gündemde yerini alır. Türkiye’nin ilk kuruluş yıllarından beri kapitalizm içinde yer alması, 1930’lar Devletçilik dönemi hariç, diğer dönemlerin hepsinde kaçınılmaz olarak emperyalizmin alanı içinde devinimine yol açmıştır. Emperyalizme tutsak diğer dönemleri atlayıp sürecin son aşamasını oluşturan 2000 IMF-Derviş programı yardımıyla emperyalizmin ekonomiyi yönlendirme hattını izleyebiliriz. 2000 krizine çare çerçevesinde IMF’nin hazırladığı programın salt Türkiye’nin değil küresel emperyalizmin de kriz dönemine denk düşmüş olması, emperyalizmin günümüzdeki sonuçlarının yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin emperyalizmle dansının uzun erimli sonucu, uzun süre orta gelir tuzağında patinaj yapması, son ilişkinin taşıdığı nokta ise sanayisizleşme ve aşırı borçlu çaresizlik olmuştur. Sözü geçen IMF programının özelleştirme dayatmaları yanında, kamu açıkları için Merkez Bankası yerine para piyasasına gidilmesi önerisi ve ekonominin denetimsiz olarak dış rekabete açılması, ekonominin krizdeki batı kapitalizmine ürün ve faktör piyasası hizmeti sunması ve son aşamada tüm döviz depolarını tüketmesine neden olmuştur. IMF programı rastlantısal olmadığı gibi, programın sadık uygulayıcı siyasal aracı da rastlantısal değildir. Var olan iktidar döneminde değerli kamu birikimleri özelleştirme yaftası altında emperyalistlere ve onlarla işbirliği içinde burjuvalaşamadan kompradorlaşmış kesime aktarılırken salt ulusal kan kaybına uğranılmış olmakla kalınmamakta, aynı zamanda gerek emek piyasasında gerek sermaye piyasasında emperyalizm-komprador hâkimiyeti inşa edilmiş oluyordu. Politikaların doğal sonucunda banka kesimi de yabancı sermayenin denetimine girmeye başladı. Ne hazindir ki, New Jersey valisi Woodrow Wilson’un yaklaşık bir yüzyıl önce söylediği, “Bu ülkede büyük tekel para tekelidir. Bu var oldukça özgürlüğümüz ve bireysel gelişme enerjimiz söz konusu olamaz” veciz sözünü de atlayan iktidar, bazı kamu bankalarını çökerterek, özel kesimdeki bankalardan biri hariç tümünü yabancı kaynaklı sermayenin emrine vererek ekonomiyi ve sanayi kuruluşlarını emperyalist finans sermayenin himmetine sunmuş oldu. Nitekim günümüzde uluslararası faiz haddi ve içeride uygulanan faiz haddi farkına dayalı gelişen arbitraj işlemleriyle, geçmişin ürün ticaretine analojik olarak günümüzde de para ticaretiyle ülkeden kaynak çıkışı yaşanmaktadır. Son iktidar döneminin ortalama cari açığı ulusal gelirin %5’i dolayındadır. Tarım kesiminde de bir yandan batının oyununa gelerek üretimi baltalayıcı Tarım Destekleme Fonu uygulaması, diğer yandan da verim aldatmacasıyla tek ekimlik tohum projesine yönelmek emperyalizm etkisiyle tarım ülkesi konumumuzun eritilmesi anlamına gelir. Artan nüfus karşısında geriletilen tarımsal üretimin neden olduğu kısmi kıtlık ve fiyat artışını siyasal amaçlarla giderebilmek adına gümrük duvarının indirilmesi de tarımın bugün getirilmiş olduğu noktada bitirilmesi mesabesindedir. Manzara şudur ki, emperyalizm ağında bir yönüyle sanayisizleşen ekonomi, diğer yönü ile de beslenme sorununa saplanmak durumundadır. Bu durum ilk aşamada giderek yükselen maliyetlerle gıda ve sair ihtiyaçların karşılanması, sona doğru da yoksullaşma ve uluslar arası düzeyde üçüncü sınıf ekonomi konumuna gerilemeyi gündeme getirmeye aday görülmektedir.
Gerek küresel gerek ülkemiz bağlamında açıktır ki, genel yürüyüş, pandeminin oluşturduğu ani çöküşten de bağımsız olarak, fevkalade olumsuzdur. Emperyalizmin sömürücü vantuzları ve dinmeyen hırsı insanlık ya da kamu yararı gibi insani düşüncelerden arınmış olarak salt kâr, dolayısıyla sömürü amaçlı tetiklenir. Komünizmin tarih sahnesinde bulunmaması, sol akımların, düşünülenin aksine, zayıflaması karşısında sermayenin silahlı ve kalemli savaşçıları şimdilik etkilidir. 2008 krizi etkisini sürdürürken ortaya çıkan pandemi kapitalizmin farklı yapılanmasına olanak sağlayacak kapı aralamamaktadır. Pandemi oluşmasaydı salt 2008 krizinin bir çatışmayı gündeme getiriyor olması daha büyük bir olasılıktı. Ancak pandemi bir yandan ekonomik çöküşün net olarak algılanmasını engelledi, diğer yandan da devletin, sahte de olsa, yardımının değerlendirilmesine sebep oldu. Pandemi tabandaki üretim ilişkileri üzerinde etkili olamadı, ancak belki kısmen üretimin büyük merkezlere çekilmesine sebep olabilir. Ancak, giderek yoksullaşan çevresel ekonomiler yükselen sıkıntıları ve borçları ile finansal merkezlere her geçen dönem daha fazla kaynak aktararak yoksulluk havuzunda derine gömüleceklerdir. Aynı şekilde işsizlik ve çaresizlik emekçileri de derin bir yoksulluğa sürükleyecektir. Bu durum, merkezin korunması açısından uluslararası göçlerin sıkı tehditlere bağlanmasını ve ulusal devletlerin giderek sertleşmesine yol açacaktır. Günümüzün bazı ülkelerinin devlet başkanlarında görülen burjuva demokratik kurallara dahi uymayan uygulamalar rastlantısal değil, pandemi ile de ilgili olmayıp, giderek sıkışan kapitalizmin organik sürecinin doğal sonucudur. Bunun anlamı, pandemi ertesinde bu durum tedricen yükselerek sürecektir.
Marx’ın düşüncesi olan kapitalizmin gelişme aşamasında devrim beklentisi görüşü ABD deneyimiyle şimdilik kanıtlanmamış, hatta derin bir krizle beraber ülke güçleri de derin bir sessizliğe bürünmüş gözükmektedir. Bu durum, karanlık Orta Çağ’ı aydınlanma döneminin izlemesine analojik olarak, bu sessizliğin de elverişli ortam oluştuğunda patlayacak gücü beslediğini düşünmek yanlış değildir. Ne var ki, Marksizm kurallarını çağın koşullarına uyumlu geliştirerek, sistemi ve emekçileri üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk kıvılcımında harekete geçmeye hazır tutmak solcu aydınların görevi olarak karşımızda büyümektedir.