Akademi

Üniversite Özerkliği ve Kayyım Rektör

Prof. Dr. Rıfat Okçabol

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), tek parti olarak iktidardayken ve Cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerine sahip çıkarken, 13 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nu çıkarmıştır. Bu yasayla ilgili meclis konuşmasında Milli Eğitim Bakanı Hasan li Yücel, “Ana prensip, üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir. Bu özerklik yönetimde, öğretimde ve mali alanlardadır. … Bilimin hürriyet isteyişi bir bedahettir…” demiştir. Bu Yasa’nın 12. maddesine göre, üniversite kendi rektörünü seçmektedir ve rektörün görevi, fakülteler arasında düzeni sağlayıp senato ile üniversite yönetim kurulunun kararlarını uygulamaktır.

Ancak CHP, 21 Temmuz 1946 genel seçimleri sonrasında emperyalist Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile ilişkilerini sıklaştırmaya ve de Cumhuriyetin temel değerlerinden uzaklaşmaya başladıkça, iktidara gelenler Amerikancılığı benimseyip piyasacılaştıkça, gericileştikçe ve faşistleştikçe, yukarıda değinilen özerk üniversite anlayışından uzaklaşılmıştır. Demokrat Parti’nin Başbakanı Adnan Menderes, öğretim üyelerine “Kara cüppeliler” demesiyle dikkat çekmiştir. Adalet Partisi’nin Başbakanı Süleyman Demirel, üniversite gençliğini ve de özellikle Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni (ODTÜ) hedef almıştır. Gençlerin ve üniversitelerin ABD karşıtlığından rahatsız olan silahlı kuvvetlerin 12 Mart 1971 günü verdikleri muhtıra sonrasında kurulan Prof. Nihat Erim başkanlığındaki hükümetler zamanında, ABD karşıtı üniversite öğrencileri tutuklanırken ya da öldürülürken profesörler bile tutuklanmıştır.

Piyasacı, gerici ve Amerikancı üst subaylar, 12 Eylül 1980 darbesini yaptıklarında önceliklerinden biri üniversitelerin özerkliği ve bilimselliğini yok etmek olmuştur. 6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu çıkarılıp iktidara bağımlı olacak Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kurulmuştur. YÖK’e tüm dekanları atama, akademik yükselme koşullarını, ders programlarını, öğrenci/akademisyen disiplin koşullarını ve de her üniversite için dört rektör adayını belirleme yetkisi verilmiştir. YÖK başkanı ile rektörlere olmadık yetkiler verilmiştir. Üniversitelerin bazıları atanan rektöre göre akıl-almaz tutum içine girmiş, örneğin İstanbul Üniversitesi 1982’de darbeci Kenan Evren’e, Ankara Üniversitesi de 1984’de bir başka darbeci General Ziya-ül Hak’a fahri doktor unvanı vermiştir.

Dünya Üniversite Birliği’nin 1988 yılında yaptığı toplantıda açıkladığı ‘Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük Üzerine Lima Bildirgesi’nde yer alan maddelerden biri şöyledir: “Yükseköğretim kurumlarının özerkliği, ilgili kurum üyelerinin etkin katılımını içeren ve kendi kendini yönetme esasına dayanan demokratik yöntemlerle gerçekleştirilmelidir. Akademik topluluğun tüm üyeleri; hiçbir şekilde dışlanmaksızın akademik ve idari işlerin yürütülmesine katılma hakkına ve fırsatına sahip olmalıdırlar.” (m.19). İktidarlar bu bildirgeyi görmezden gelmiştir.

YÖK’ün rektör adaylarını belirleme durumuna karşı önce Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) girişimde bulunmuş ve 26 Mayıs 1992 günü yaptıkları seçimle seçtikleri dört adayın adını, rektör adaylarımız diye ilgililere duyurmuştur. BÜ’nün bu girişimi üzerine, koalisyon hükümeti 7 Temmuz 1992 tarihinde, rektör atanmasıyla ilişkili maddeyi, üniversitelerin altı rektörü aday seçmesi ve YÖK’ün bu altı adaydan üçünü Cumhurbaşkanı’na sunması şeklinde değiştirmiştir. BÜ ve ODTÜ gibi üniversitelerde, aday belirleme seçimlerinde ilk sırayı almayanların rektör olmaktan vazgeçmeleri ya da gelen atama önerilerini kabul etmedikleri için, bu rektör atama yöntemi sorunsuz işlemiştir.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) 5-8 Temmuz 2009 günlerinde düzenlediği ve YÖK’ün de temsil edildiği ‘Dünya Yüksek Öğretim Konferansı’nın sonuç bildirgesinde, “Yükseköğretim kurumları, kurumsal özerklik ve akademik özgürlük bağlamında yürüttüğü temel işlevler (araştırma, öğretim ve topluma hizmet) aracılığıyla, disiplinler arası boyutu artırmalı ve sürdürülebilir kalkınma, barış ve refah ile cinsiyet eşitliğini de içeren insan haklarının gerçekleşmesine katkıda bulunacak olan eleştirel düşünmeyi ve aktif vatandaşlığı teşvik etmelidir.” denmektedir (m.3). Ancak iktidar bu maddeye aldırmayıp önce YÖK’ü AKP’lileştirmiş sonra da üniversiteleri AKP’lileştirmek için üniversitelerin belirlediği adaylar içinde AKP’ye yakın olanları rektör olarak atamaya başlamıştır. Bu yolla rektör atananlar durumu içlerine sindirdikçe ve de üniversiteler sessiz kaldıkça bu uygulama yaygınlaşmıştır. İktidar, adaylar içinde kendisine yakın aday bulamayınca ya da ilk sırada olmayan adaylar rektörlük önerisini reddettikçe hırslanmıştır. İktidar, BÜ ve ODTÜ gibi üniversiteler, iktidar istemiş olsa da, 2016 Ocak ayında barış bildirisini imzalayan akademisyenlerini üniversiteden uzaklaştırma yerine onlara sahip çıkınca daha da hırslanmıştır.

Bu arada iktidar, ‘FETÖ’cü’ yaftasını yapıştırdığı 5000 kadar akademisyen ile 400 kadar imzacı akademisyeni meslekten çıkarmış, imzacı akademisyenler hakkında davalar açtırıp genellikle teröre destek suçlamasıyla 1,5 yıl hapis cezası almalarını sağlamıştır. Bu davalardan tutuklananların başvurusu üzerine, Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz 2019 tarihli kararıyla imzacı akademisyenlerin beraat etmelerini sağlamıştır. Mahkemenin gerekçeli kararı, aşağıda örneklendiği gibi, akademik özerklikle ilişkili olarak ders niteliğinde olmuştur:

“(…) ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız ya da ilgisiz kabul edilen bilgi ve fikirler için değil incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğu ifade özgürlüğünün bir dereceye kadar abartıya ve hatta kışkırtmaya izin verecek şekilde geniş yorumlanması gerektiği kabul edilmelidir. (…) akademisyenlerin açıkladıkları görüşler kendi araştırma, mesleki uzmanlık ve yeterlilik alanlarına ilişkin olmasa, tartışmalı olsa veya rağbet görmese dahi ifade özgürlüğünün sıkı koruması altında kalmaktadır. (…) uzmanlık alanı dışında olsa dahi akademisyenlerin herhangi bir vatandaş gibi en kritik ve hassas politik meselelerde en güçlü görüşlere bile karşı çıkabilmesi diğer kişilerin görüşlerine göre daha etkili olabilir ve bu sebeple de bir toplum ve ülke için hayati derecede önemlidir.”

İktidar, 15 Temmuz 2016 darbe girişimini fırsat bilip 676 sayılı olağanüstü hal (OHAL) KHK’si ile Cumhurbaşkanı’na istediği kişiyi istediği üniversiteye rektör atama izni vermiştir. Çünkü YÖK’ün 21 üyesinin 14’ünü doğrudan Cumhurbaşkanı, yedisini de onun atadığı rektörlerin oluşturduğu Üniversitelerarası Kurul seçmektedir. OHAL kaldırıldığı halde 676 sayılı KHK, nasıl oluyorsa hâlâ geçerlidir.

İktidarın taşeronu olarak işlev gören YÖK’ün genelde AKP’li dekanlar ataması, 20 hukuk fakültesi dekanlığına ilahiyatçıları getirmesi, yandaş kişilerin rektör olmalarını sağlaması, üniversitelerin özerkliği yanında laik, bilimsel ve sorgulayıcı kimliğini de yok etmek içindir; üniversiteleri medreseye dönüştürmek içindir.

BÜ öğrencileriyle akademisyenlerinin kayyım rektöre (doğal olarak) karşı çıktıkları gibi özerkliklerine de sahip çıkmaları ile BÜ’ye verilecek desteklerin artacağı ve de başkalarına örnek olacakları korkusu, iktidar mensuplarını sinirlendirmektedir.

Bu tür konularda şaşırtıcı olan, BÜ’nün kayyım rektöre karşı çıkması değil, diğer üniversitelerin kayyım rektörlere ve kayyım dekanlara karşı çıkmamasıdır. Bu durum tam da iktidarın istediği durumdur. İktidara mensup milletvekilleri parti liderinin hiçbir sözüne, kararına ve uygulamasına karşı çıkmadıkları için, üniversitelerden de hiçbir şeye karşı çıkmamaları beklenmektedir.

Ülke için bir talihsizlik, iktidarın insanın, toplumun ve doğal kaynakların geleceğine değil, iktidarların geleceğini öncelik vermesidir. Bir başka talihsizlik de, toplumun aklı, yüreği ve vicdanı olması gereken üniversitelerin sessizliğidir; hukuk katledilirken hukukçuların, eğitim katledilirken eğitimcilerin, ormanlar katledilirken ormancıların, … bu gelişmeleri görmezden gelmeleridir. Profesör unvanlı YÖK üyelerinin intihal yapmış AKP milletvekili olmuş ya da doğru dürüst akademik yayını olmayan kişilerin rektör olmasını sağlamasıdır.

Piyasacı ve gerici iktidarlardan bilime, laikliğe, kişilerin-akademisyenlerin-üniversitelerin özgürlüğüne önem vermelerini beklemek gerçekçi bir durum değildir. Ancak akademisyenlerin birer ‘akademisyen’ gibi tutum ve davranış göstermelerini beklemek, akademisyenliğin raconu gereğidir. Akademisyenlerin öncelikle yapması gereken, 200 yüzyıl kadar önce Immanuel Kant’ın “(…) üniversite kültürünün temeli özgür ve eleştirel düşüncedir(…). Üniversitenin birincil görevi eleştirel aklın toplum düzeyinde yaygınlaştırılmasıdır.” şeklindeki şu sözlerine kulak vermektir.

Yoksa üniversitelerin medreseleşmesi kaderimiz olacaktır.

Comments are closed.

0 %