Yaşamı ve Kollontay’ı hatırlamanın güncelliği: Kadının özgürlüğü
Gülin Kara
“Ve hayatımda en büyük ve en anlamlı anın hangisi olduğu sorulsa bana, hiç düşünmeden cevaplayabilirim: Sovyet iktidarının ilan edildiği an.” – A. Kollontay, Birçok Hayat Yaşadım
Sovyet iktidarının ilanıyla, o güne kadar düş sanılanlar gerçeğe dönmüş, artık yeni bir hayatın mümkün olmadığına inanmak için pek bir sebep kalmamıştır. Bu anlamıyla tarihteki ilk işçi devleti, yeni hayatın yeni insanını da yaratmayı başaracaktır. “Yeni insan” başından sonuna kadar devrimci bir sürecin ve kavganın ürünüdür. Deyim yerindeyse fanusta değil, gerçek yaşamda, çelişkileri aşarak ve deneyimler biriktirerek yetişmiştir. Bu sebeple salt sosyalizmin insanını değil, “mücadele insanını” da tarif edebilmelidir. İşte Aleksandra Kollontay, bahsettiğimiz iki haliyle de “yeni insanın” bir portresini sunmaktadır bize.
Gözünü feodal kalıntılar üzerinde yükselen kapitalist bir çağa, savaşlara, baskı ve gericiliğe açsa da Kollontay, geri üretim ilişkilerinden doğan zorunlu rolleri kendi yaşamında elinin tersiyle itmiştir. Kollontay’ın hayatı, devrim arayışıyla beraber değişen, gelişen, duyarlı ve sürekliliği olan bir hayattır. Kendi kaleminden çıkan “Özgür Bir Kadın Komünistin Otobiyografisi” ve “Birçok Hayat Yaşadım” kitaplarının arasında kısa bir gezintiyle bile bunu sezebilmek mümkündür. Eskinin çarkları arasında iki kez mahkûm edilen kadınlara kurtuluş yolunu, yalnız teorik ve pratik katkılarıyla değil yaşamıyla da gösteren Kollontay, öncü bir kadın komünist olarak anılmayı fazlasıyla hak etmektedir.
“Altından niçin nefret ettiğimi onlara nasıl anlatabilirdim?”
Aristokrat bir ailenin küçük kızı olan Şura Domontoviç, tüm çocuklar gibi meraklıdır. Mutluluk ve refah içinde geçen çocukluk yılları, babasının Osmanlı-Rus Savaşı için cepheye gitmesi ve savaş dolayısıyla yükselmekte olan milliyetçi atmosferin etkisiyle sorulara boğulur. Tekrarlanan savaş ve “Panslavizm” gibi anlamını henüz bilmediği kelimeler bu küçük kız çocuğunun dünyasında hiçbir karşılık bulamaz. Evlerine cila yapmak için gelen ilk arkadaşlarım dediği yalın ayaklı genç çocuklardan birinin hastalanıp ölmesiyle belki de savaşa dair artık gerçek bir fikri vardır. Babasının, altın ve madalyalarla savaştan dönüşüne sevinemez bile çünkü cilacı çocuklardan “birileri altın ve gümüşler içinde yüzdüğü için, diğerlerinin paçavra giydiklerini” öğrenmiştir.
Babasının savaştan dönüşünden kısa bir süre sonra politik ortam hareketlenmiş, Çar öldürülmüş, kitaplar, konuşmalar, toplantılar üzerinde baskı ve yasaklar egemenliğini arttırmaktadır. Bu yıllarda yaşamında pek çok değişiklik gerçekleşen, karakteri ve fikirleri şekillenmeye başlayan genç Şura artık kendisi, ailesi ve “önemli” insanlardan oluşan çevresi dışındaki hayatı merak etmeye başlar. Kitap okumanın ne kadar tehlikeli olduğuna kulak asmadan çok kitap okur, artık daha çok merak eder. Sorgulayan ve merak eden bir aklın erişebileceği pek çok gerçeğe de böylece erişecek, kitaplarda gördüklerini gerçek hayatta arayacak, ilk birikimlerini böyle elde edecektir. “Yalnızca kitaplardan tanıdığım bu yoksul insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyordum.” derken, saf bir gözlem isteğinin ötesinde insanlığın yoksulluktan nasıl kurtulacağını da düşünecektir.
Evlilik, ev işleri ve kutsal aile
1880’lü yılların sonuna doğru gelindiğinde ise çocukluktan beri kendine biçilmek istenen o rollerle genç bir kadın olarak yüzleşme zamanı gelmiştir. “Eşitlik ve özgürlük” düşüncülerini insanlara aşılamak için yazar olma hayalleri kurarken, ondan beklenen süslü balolarda boy göstermek ve çevresinin onaylayacağı uygun bir eş adayı beklemektir! Oysa o ailesinin eğitim ve ekonomik anlamda ona “yakıştırmadığı” mühendis Vladimir Kollontay ile aşık olarak evlenecek, artık Şura Domontoviç Kollontay olarak anılacaktır. Böylesi bir evliliğin sonunda kendi kuralları ve yaşamı olacağını düşünse de ev işleri, çocuk bakımı ve “kadınlık rolleri” Şura’nın tam anlamıyla politik işlere yönelmesi ve istediği gibi yazıp okuması için gereken zamanı kısıtlayacaktır. Kurulu toplumsal düzenin çizdiği çerçeve aşk ile başlayan bir ilişkiyi bile “kafese” çevirebilmektedir. Kitap okurken ona ev işleri hakkında soru sorulmaması, çalışmalarına ayırdığı kısacık bir zamanda dahi çocuk bakımının hatırlatılmaması bile, kadını kutsal ailenin içine “anne” rolüyle yerleştiren düzen için epey aşırı bir talep sayılmaktadır, o zaman da şimdi de… Kollontay’ı hatırlamanın güncelliği ise tam da burada başlıyor: kadının özgürlüğü.
Yol ayrımı
İlk öykülerini yazdığı bu dönemde özgürlüğün “bireysel” yöntemlerle elde edilemeyecek büyük bir “toplumsal” mesele olduğunu anlaması hiç de zor olmayacaktır. Öyleyse özgürlüğe ket vuran bu düzeni toptan karşıya almak gerekir: burjuva ahlak yasalarıyla, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşullarıyla, insanı boyunduruk altına alan ve aile yaşamına kadar nüfuz etmiş sömürü ilişkileriyle… Bütün bunlar güçlü bir teorik ve pratik kavgaya aynı zamanda Kollontay için yeni bir yaşama zemin hazırlayacaktır.
Rusya’da devrimci işçi hareketi ve komünistlerin çalışmaları yükselirken, Kollontay’ın sosyalizme olan yönelimi onu artık bilinçli bir kavga insanına dönüştürür: “2.000 erkek ve kadın işçinin çalıştırıldığı ünlü büyük Krengolm dokuma fabrikasına yaptığım bir ziyaret benim yazgımı belirledi. İşçi kitlesi böylesine korkunç biçimde köleleştirilmişken ben mutlu, huzurlu bir yaşam sürdüremezdim. Bu hareketin içinde yer almalıydım.” (Özgür Bir Kadın Komünistin Otobiyografisi)
Bu kararla başta ekonomi politik olmak üzere Marksizm okumalarına ağırlık verirken vakit kaybetmeden illegal konumdaki sosyal demokrat partisini aramaya başlar. Halk eğitimi konusuna yoğunlaşan Gezici Müze’de çalışmaya başladığında, umduğu gibi burada devrimcileri bulur. Müze, RSDİP için bir örgütlenme alanı ve genç Kollontay’ın yetersiz bulduğu teorik birikimiyle neler yapabileceğine dair kaygılarını aştığı bir yerdir. İlk parti görevi evrak ve malzemeleri bir adresten diğerine götürmektir. Parti’yi ve mücadeleyi ise 1917’de parti genel sekreterliğini üstelenecek olan Yelena Stassova’nın şu sözleriyle kavramaya başlayacaktır: “Partinin önündeki büyük devrimci görevler için, iki koşulu yerine getiren herkes yararlı olabilir. Bu koşullardan ilki, partiyi sevmek, ikincisi disiplini korumayı öğrenmektir. Elbette Marks’ın artı-değer teorisini incelemeniz ve Lenin’in eserleriyle ilgilenmeniz yararlı, ama bu yetmez. (…) Tüm burjuva alışkanlıklar bırakılmalı, ‘rol’ oynama ya da kendini ön plana çıkarma isteği alt edilmelidir. Küçük görevler verildiğinde gücenilmemelidir, çünkü parti çalışmasında önemsiz olan hiçbir şey yoktur. Çünkü küçük bir görevde yapılan hata büyük görevlere de zarar verebilir. (…) Ama orada hak etmeden bir ‘rol’ oynamayı düşünüyorsanız, Partiye girmeyin Şura.” (Birçok Hayat Yaşadım)
Kollontay’ın böylece işçi hareketine katılması aynı zamanda yaşamını kökten değiştirecek bir karar olacaktır. Evliliğini ve kafeste hissettiren aile ilişkilerini bu uğurda geride bırakarak, kadını çalışma yaşamının bir parçası yaparken aynı zamanda ev işlerini de onun sırtına yükleyerek sömürüyü ve esareti iki katına çıkaran burjuva düzene sırt dönmüş olur. Eşini terk eder ve oğlu Mişa’yı ailesinin gözetimine bırakarak ekonomi politik eğitimi için Zürih’e gider. Bundan sonrasında da hayatında kendi benliğini esaret altına alacak hiçbir sevgi ilişkisini sürdürmeyecektir. Hayatını ve bilincini kendi seçtiği koşullarda ve süreğen bir mücadele içerisinde şekillendirmeyi seçtiğinden beri herhangi bir anlamda teslimiyeti de tanımayacaktır.
Bu düşüncelerle yurt dışından döndüğünde Rusya bıraktığı gibi değildir; sosyalistler, Bolşevikler ve Menşevikler olarak iki kampa bölünmüş; Kollontay kısa bir süre iki gruba da aynı mesafede kalarak sonunda safını Bolşeviklerden yana seçmiştir.
Burjuvalar ile kadın hareketi arasına çekilen sınır
1905’e gelindiğinde, Kanlı Pazar’ı işçilerle beraber yaşamış, kadın ve erkek işçilerin bu olay sonrasında Çar’a sırt dönüşüyle büyük bir uyanış başlamıştır. İşçilerin mücadelesi yükselirken, çeşitli burjuva hareketler de ivme kazanmaktadır. 1905 ve izleyen yıllarda Rusya’daki bu politik hareketlilik içerisinde devrimci mücadelenin o güne kadar konuşulmayan eksikleri gün yüzüne çıkmaktadır. Kollontay’a göre, kadın işçilerin harekete katılımında sürekliliğinin sağlanması ve örgütlenmesi sorunu kesinlikle ele alınması gereken bir başlıktır.
Kadınlar arasında özellikle “oy hakkı” gibi kadının politik hakları üzerinden üretilen söylemleriyle feminist hareket alan tutmaktadır. Kollontay, oy hakkının önemini yadsımaz ancak kadın mücadelesini salt politik haklar üzerinden yürütülemeyecek ve burjuva eğilimli feministlere bırakılamayacak kadar değerli olduğunu düşünür. Bu kadınların, işçi hareketi içerisinde oynayacağı büyük rol ile ilgilidir. Ne var ki Parti henüz kadın işçileri bu hareketin içerisinden koparacak söylem ve araçlara sahip değildir. Krupskaya’nın işçi kadınlara yönelik çıkarttığı illegal broşürden başka beslenecek politik kaynak da yoktur.
Kollontay Marksist teoriye yaslanarak feminizmle hem teorik hem de pratik mücadelesini yürütürken, ayrı bir kadın örgütlenmesinin gerekliliğine yoldaşlarını da ikna etmeye çalışır. Bu çabaların her zaman büyük bir takdir ve anlayışla karşılandığını söylemek pek mümkün değildir, Parti içinde Kadın İşçiler Bürosu’nun kurulması için toplantı yapacakları salonun kilitlenmesiyle karşılaştıkları “Salt kadınlar için toplantı yapılmayacak. Yarın salt erkekler için bir toplantı var.” yazısı başarısız girişimlerden sadece birisidir. Nihayet 1907’de St. Petersburg Kongresinde bir kadın işçi grubunun kendi programıyla hareket içerisinde yerini alması sağlanır. Kadınların kurtuluşunun, toplumsal kurtuluşun bir parçası olarak birincil derecede önemli görülmesi ve işçi hareketinin asıl amaçlarından olması gerektiği düşüncesiyle, sürekliliği sağlanamayan ya da erişilemeyen kadın işçiler arasında ayrı bir örgütlenme çalışmasının temelleri de böylece atılmış olacaktır.
Bu gelişme işçi sınıfının kadınları ile burjuva feministler arasına Kollontay’ın deyimiyle bir “sınır” çekmiştir. Aynı yıl Rusya’dan tek temsilci olarak Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’na katılan Kollontay, konferanstan fikirlerini güçlendirmiş olarak çıkar.
Feodalizmin üretici ailesi yerine kapitalizmin tüketici ailesinin geçmesiyle, kadın işçi yığınların arasına katılıyor, ancak kapitalizm geri üretim biçimlerinden devraldığı mirası, yani kadının ev içindeki rolünü sürdürüyordu; bu kadın işçilerin örgütlenmesinde sürekliliği sağlamayı güçleştiriyor ve düzen ile bağları koparmayı zorlaştırıyordu.
Kadın kurtuluşunu işçi hareketinin parçası haline getirmekle, Marksistler kadın sorununu ikinci plana atmak ya da “sosyalizme havale etmekle” suçlanırlar. Oysa burjuva feministler karşısında komünist kadınlar, kadının özgürleşmesine giden en büyük adıma da zemin hazırlamaktadır: sömürüye karşı mücadele etmek ve “köleliğin paslanmış zincirlerini kırmak”.
Kadını özgürleştirecek ilk adım, kapitalist düzenin reva gördüğü her türlü ilişkiye, evlilik formuna, aile içerisine sıkışmaya, yıllardır neden yapıldığı bilinmeden sürdürülen adetlere, “makbul” kadın algısına, verili görevlere ve sömürü esasına karşı başkaldırmak; başkalarının takdiri ya da burjuva “ahlak” yargılarıyla değil, topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmekle var olmaktır.
1917’ye kadar politik sebeplerle çalışmalarına Rusya dışında devam etmek zorunda kalan Kollontay, hem yurtdışında hem de devrimin ertesinde politik üretimlerine devam ederken öyküler de yazar. Yaşamın içinde gizlenen “paslı zincirleri” tartıştığı makaleleriyle, gündelik konuları, özgür aşkı, evliliği veya annelik rolünü tartışırken, özel mülkiyetin varlığından beri gelen geri üretim ilişkilerinin beslediği “kutsalları” derinden sarsmayı amaçlar. Bu hikayelerde anlatılanlar, kişisel tercihlerden daha fazlası olarak, insan olmaya dönüştür.
“Tarihte Kadının Konumu” ve Rusya’ya döndüğünde yazdığı “Aile ve Komünist Devlet” gibi eserleriyle toplum ve aile formunun değişimiyle beraber kadın sorununun dinamiklerinin, üretim ilişkileriyle olan bağını “ezber”in ötesine taşımış ve nasıl kavranması gerektiğini de ortaya koymuştur. Üretimleri, devrime giden süreçte olduğu kadar devrimden sonra da yol gösterici olmuş, örneğin “Annelik ve Toplum”, Sovyetler Birliği’nde kadınlara yönelik sosyal haklar çıkarılmasında önemli katkılar sunmuştur. Sovyet hükümetinin “Sosyal Yardımlaşma” Bakanlığına seçilerek dünyadaki ilk kadın bakan olur, burada eğitim, barınma, kadınların toplumsal yaşama katılımı ve çocukların korunması ile ilgili bir dizi çalışma yapar. Üçüncü Enternasyonal’de parti ile arasında kısa sürecek görüş ayrılıkları sürecindeyse bakanlıktan ayrılır ama Parti’nin aktif bir üyesi olarak çalışmalarına özellikle kadın alanında devam eder, “komün evleri” fikriyle toplumsal yaşamda kadının rolünü güçlendiren bir çalışmaya da imza atmış olur. 1921’de Kollontay, Parti’nin kadın çalışması olan Jenotyel’in sorumluluğunu üstlenir ve Merkez Komitesine seçilir.
Ekim Devrimi öncesinde yurtdışında yürüttüğü çalışmalar ve kurduğu bağlantıların da etkisiyle 1923’te SSCB’nin önce Norveç Büyükelçiliği Müsteşarı sonra ise İsveç Büyükelçisi olur. Böylece tarihte bir de “ilk kadın diplomat” sıfatını kazanır. Sovyetler Birliği’nin “Olağanüstü ve Tam Yetkili Büyükelçi” unvanını da alır ve 1946’dan ömrünün son yıllarına kadar SSCB Dışişleri Bakanlığı Danışmanı olarak da çalışmalarına devam eder. Bunlarla beraber sosyalist kuruluşa ve Parti’ye verdiği katkılarından dolayı pek çok nişan alan Kollontay, yalnızca verilen görevleri özveriyle yerine getirdiği için değil; inisiyatif almaktan ve mücadeleyi geliştirmekten korkmadığı için hala öğretmekte, sosyalist kadın hareketinin yeniden ayağa kalkması gereken bu dönemde “çıkış yolunu” arayanların yoldaşı olmaya devam etmektedir…