“Türkiye İşçi Hukuku” üzerine…
İş hukukunu, çalışma ilişkilerinin ekonomi politik altyapısını da ele alarak değerlendiren ve farklı bir bakış açısıyla bireysel iş hukukunu inceleyen “Türkiye İşçi Hukuku” kitabı, 2023 yılının son ayında yayımlandı ve ilk baskısı hızlıca bitti. Kitap, emek mücadelesinin geriye çekildiği ancak tam tersine ekonomik krizlerin derinleştiği bir dönemde, iş hukukunun durumunu gözler önüne sermesi açısından önemli. Kitabın bir diğer önemli katkısı da, iş hukukçularına, sendikacılara ve esas olarak iş hukukunun öznesi işçilere, işçi hakları konusunda ışık tutması. Biz de, ikinci baskısı 2024 Ocak ayının sonuna doğru çıkacak kitabın yazarı Av. Dr. Murat Özveri’ye, Türkiye İşçi Hukuku’na ilişkin merak ettiğimiz soruları sorduk.
Murat Hocam, öncelikle böyle kapsamlı bir çalışmayı, emek mücadelesine kazandırdığınız için hem teşekkür hem de tebrik ederiz. Hızlıca sorularımıza geçmek istiyoruz. Kitabın giriş bölümünde, bu kitabı yazma amacınızın işçisiz iş hukukuna bir itiraz çabası olduğunu belirtiyorsunuz. Öncelikle bunun tam olarak ne demek olduğunu açıklayabilir misiniz?
Türkiye’de 1936 yılından beri yürürlükte olan bir iş yasası var. Milat olarak 3008 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1937 yılını alın, 1937 yılından bugüne kadar işçiler çalışırken iş yasasının kendilerine verdiği hemen hemen hiçbir hakkı kullanamamakta veya işverenin iş yasasına aykırı uygulamalarına çalışırken karşı çıkamamakta, dava yoluyla haklarını arayamamaktadır. Tek cümleyle söylersek işçiler halen iş hukukunun öznesi durumuna gelememişlerdir. İş yasasını işçi işten atıldıktan sonra kullanabilmektedir.
İşten çıkarıldıktan sonra “hak” arayan işçiler açtıkları tüm davaları kazanmış olsalar dahi zamanaşımı, faizin işlememesi, hakkaniyet indirimi, gerçek ücretin bildirilmemiş olması, katı bir şekilde uygulanan ispat kurallarına bağlı olarak kazandıkları her davada aynı zamanda kaybeden durumundadır. İşveren işçiye çalışırken vermesi gereken hakları vermeyerek işçiyi dava yoluyla hak aramaya ittiği her durumda davayı kaybetse dahi reel olarak işçiye çalışırken ödeyeceğinde yüzde otuz yüzde altmış oranında daha az ödeme yapma olanağını elde etmektedir.
Durum özetle şöyle; sendikalı olan çok küçük bir kesimi (hadi bu kesime işçilerin yüzde 15’i diyelim) dışarıda tutarsanız çalışırken iş yasasından yararlanabilen işçi yoktur. İş yasası ancak işçi işten çıktığında veya işten atılmayı göze aldığında işini kaybetmesi koşuluyla yürürlüğe giren bir hukuk dalı olmaktan halen çıkamamıştır.
Somut olarak söylemek gerekirse, bireysel iş yasası,işçi çalışırken işverenin yönetim hakkını sınırlandırarak işçiyi haksız işten çıkartmalara , işçinin sağlığını bozan olumsuz çalışma koşullarına işçinin mahkûm olmamasına, işçinin çalışması karşılığı alması gereken ücrete ulaşmasına ve işçinin ücretli dinlenme hakkını kullanmasına olanak sağlamak zorundadır.
İşçilerin haksız feshe karşı etkili bir korumaya sahip olduğunu hiçbir vicdan sahibi iş hukukçusu söyleyemez. On yıl on beş yıl çalışıp bel fıtığı, boyun fıtığı gibi omurga hastalıklarından birisine yakalanan her işçi, bir biçimde kapının önüne konulmaktadır.Bu ülkede her gün beş işçi iş cinayetlerinden ölmeye devam etmektedir. İşçinin gerçek ücreti nadiren bildirilmesi gereken resmi yerlere bildirilmekte, işçiler çalışırken sosyal güvenlik haklarının erozyona uğratılmasına ses çıkartamamaktadır. Ücretin güvencesi ise yoktur. Aciz, iflas hallerinde işçiler ipotek alacaklısı veya leasing alacaklısı kadar olsun korunmamaktadır. Haftalık çalışma süresinin en fazla 45 saat olduğuna, fazla çalışmanın işçinin rızasına bağlı olduğuna işçileri inandırmak dahi mümkün değildir. İşverenin otoritesi o denli içselleştirilmiştir ki işveren istediği sürece çalışmak işyerine, sadakatin temel ölçütü olarak görülmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısası bu ülkeden fiilen işveren otoritesini sınırlandırmaya gücü yetmeyen adı var kendisi yok bir iş hukuku pratiği yerleşmiş, hatta kuramsallaşmıştır.
Sosyal gerçeklik bu olmasına karşın ilginç bir şekilde çok uzun süredir iş hukukçularının çok büyük kesimi, iş hukuku öğretisi ve yargı tarafından işçinin korunması ilkesine yapılan her vurguyu “ama” bağlacı ile başlayan ve iş hukukunun denge kurması gerektiğini ifade eden bir cümle ile devam etmektedirler. Kendi içerisinde tonu değişse de özü değişmeyen bu anlayışın en uç noktasında “işletmeyi korumak gerekir işletmeyi koruyamazsak işçiyi koruyamayız” diyen görüş yer almaktadır. İş hukukunda denge arayanlar son dönemde “istihdama engel olmayacak kadar koruma, işçiyi koruma ilkesini zedelemeyecek kadar esneklik” denklemini sık dillendirmeye başlamışlardır.
Koruma ve güvence kavramına iş hukuku özelinde itiraz eden bu görüşler, hareket noktası olarak iş yasalarının “katı” olduğu kabulünü almaktadır. Tüm bu görüşler akademik düzeyde fikir tartışması boyutunda kalsa, haydi neyse deyip geçersiniz. Ne var ki bu anlayışlar, işçilerin yaşamını doğrudan etkileyen yargı kararları olarak somutlaşmakta ve ülkede ancak işçiler işten atıldığında devreye giren iş hukukunu tüm çalışma yaşamını belirleyen bir hukuk dalıymış gibi sunmakta, sadece işçiler işten atıldığında devreye giren iş hukukunun getirdiği sınırlı korumayı dahi işçilere çok görmektedir.
Oysa, iş hukuku işçinin hukukudur. İşçinin emeğin yağmasının durdurulması karşılığında emeğin sömürüsüne razı olduğu bir uzlaşmanın ürünüdür. Kapitalist sistemi, kapitalizmin ana işleyiş mekanizmasını işçinin kabul ettiği, bu kabulün karşılığında emeğin yağmasının durdurulduğu bir çalışma yaşamı karşılığında yapılan bir uzlaşmanın ürünüdür. Uzlaşma işçi ve işveren arasında denge kurma konusunda değildir. Uzlaşma emeğin yağmasının durdurulması, işçinin iş yasasıyla asgari ölçülerde korunmasının sağlanması konusundadır. İşçi emeğinin karşılığını alacak, işveren işçinin yarattığı artı değere sahiplenecek, iş işçinin yaşamını sağlığını riske etmeyecek şekilde organize edilecek, işçi sosyal risklere karşı sosyal güvenlik sistemi ile güvence altına alınmış olacak, karşılığında da sisteme karşı çıkmayacaktır. Çok özet olarak belirttiğimiz bu uzlaşma, Türkiye’de hiçbir zaman sağlanamamış, işçi hiçbir zaman gerçek anlamda korumayı yaşamında hissedememiştir. İşçinin rızası iş hukuku üzerinden değil, işçiyi çaresiz bırakma ve baskılama üzerinden alınmıştır.
Peki, iş hukukunun işçisizleştirilmesinin ülkemizde başlıca köşe taşları nelerdir? Bununla bağlı olarak kitabın temel tezlerini/iddialarını açmanız mümkün mü?
Türkiye’de milat olarak 1980 yılını aldığımızda işverenlerin işgücü üzerindeki denetimi en etkili, en az maliyetli ve en üst noktada yürütmesinin yolu olarak güvencesizlik devreye sokulmuştur. Daha doğrusu güvencesizlik, bir sistem haline getirilmiştir.
Güvencesizlik sistem olduğu için bir amacı vardır. Bu amaç en az maliyetle işçi üzerindeki denetimi en üst noktaya getirip, küresel piyasalarda ucuz işçiliği rekabet avantajına dönüştürmektir.
Güvencesizliğin bir ideolojisi vardır. Bu ideoloji de hangi koşullarda olursa olsun istihdam yaratan işveren kutsal ana aktör, her an kaytarmaya meyilli sakar işçi sistemin katlanmak zorunda kaldığı üretim girdisidir. İş bulmak bir nimettir. İşin yeteneklerine uygun olması, insan onuruna yakışır olması vb. unsurları fantezidir. Koruma işverene maliyet, Ve bu maliyetin karşılığı daha az işçi çalıştırmak ve işsizlik demektir. Koruma çağ dışı kalmış bir anlayıştır. Piyasa kutsanmıştır. Kutsanan piyasada işçi rasyonel davranarak, kendi güvencesini işverene sağladığı yarar üzerinden sağlayacaktır vb.
Güvencesizlik bir sistem olduğu için bir de hukuku ve bu hukuku uygulayan kurumsal yapısı vardır. İşçisiz iş hukuku işçinin değil, bir sistem haline getirilen güvencesizliğin hukukudur. Çalışma Bakanlığı işçisiz iş hukukunun güvencesizliğin yarattığı gerçeğine sırtını dönerek, işçisiz iş hukukunun çalışma yaşamını belirlemesini sağlayan kurumdur. Yargı iş hukukunu güvencesizlik ve sınırlı koruma arasında orta bir noktada tutarak rıza üretilmesini sağlamakta, güvencesizliğe iş hukuku üzerinden karşı duruşu sağlayacak bir etkinlikte işlemesine özellikle izin vermemektedir.
İş hukukun var olması ancak etkili ve yaşamın içerisinde işveren otoritesini işçi işyerinde çalışırken sınırlandıran bir hukuk disiplini olarak uygulanmaması iş yasasının yürürlüğe girdiği 1936 yılından bugüne kadar değişmeyen bir politikadır. Bu kadar uzun süre etkisiz bir iş hukuku var etmek tesadüflerle açıklanamaz. Bu bilinçli bir tercihin ürünüdür. Bu tercihi yapan hangi nedenle olursa olsun devlettir. İktidarda hangi siyasi parti olursa olsun, ufak tefek değişikliklerin dışında ana eksen değişmeden bugüne kadar sürmüştür.
Üstelik bu etkisiz iş hukukunun gündeme geldiği işçinin işten çıktıktan sonra kısmi ölçülerde hakkını araması çok görülmüş, bu olanakta işçinin elinden alınan bir sürecin kapısı arabuluculuk üzerinden açılmıştır. İş hukukunda bu nedenle bir süreklilik vardır. Dün bugündür bugün müdahale edilemezse yarın olacak ve giderek iş hukuku bu hukuk disiplinini özgün kılan tüm özelliklerinden arındırılmış bir hale getirilecektir.
İş hukukunun işçisizleştirilmesinde siyasal iktidarların, yargısal süreçlerin yanında iş hukuk öğretisinin de etkisinin değerlendirilmesi önemli. Aslında ilk soruda kısaca değindiniz, ancak biraz daha açmak istedik. Siz iş hukukunun bu dönüşümünde, iş hukuku öğretisinin etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz, (işçisizileştirilmesine etkisi ya da buna karşı mücadelesi) nasıl görüyorsunuz?
“Her genelleme bir yanlış içerir, buna genelleme de dahil” demiş Fransız düşünür Sartre. Bu nedenle, iş hukuku öğretisi olarak bir genelleme yapmayacağım. Ancak ana akım ya da hakim anlayış ya da öğretideki baskın görüş iş hukukunu sosyal politikadan kopartarak ele almış, ülkenin sermaye birikim modeline, endüstri ilişkileri sistemine, iş hukuku sınırlandıran komşu sistemlere deyim yerindeyse sırtını dönüp, yasa maddelerini açıklayan bir duruş benimsemiştir.
Bu duruşu vahim haline getiren ise iş hukuku öğretisinin çağdaşlık adı altında esneklik arayışlarını sempatiyle karşılayıp, iş hukukunu bir denge hukuku olarak kabul etmeleri ve bu şekilde yorumlamayı tercih etmiş olmalarıdır. Bu tartışmalarda çok sık tekrarladım. İş hukuku denge hukukudur demek koruma amacından vaz geçmektir. İş hukuku bağımlığın getirdiği dengesizliği ortadan kaldırmaya çalışan hukuk demek yerine denge hukuku demek insan doğasına aykırı bir ilişki biçimi olan bağımlılığı, bağımlılığın insan üzerindeki olumsuz etkilerden azade etmek anlamına gelmektedir. Diğer yandan korumayı ortadan kaldırmayacak kadar esneklik istihdamı ortadan kaldırmayacak koruma denklemi de anlamlı bir denklem değildir. İş hukukunda esneklik matematikte çarpım işleminde sıfırın yaptığı işi yapar. Sıfır çarpım işleminde yutan elamandır. Bir büyüklük ne kadar büyük olursa olsun sıfırla çarparsanız elde edeceğiniz sonuç sıfır olacaktır. Siz ne kadar koruma derseniz deyin yanına esnekliği koyarsanız elde edeceğiniz koruma sıfır olacaktır.
İşletmenin korunması iş hukukçusunun sorunu olmadığı halde son dönemlerde işletmenin korunması iş hukuku öğretisinin konusu haline gelmiştir. İşletmenin iş hukuku üzerinden korunması işçinin haklarının erozyona uğratılmasıdır. İşletme ticaret kanunu, gümrük mevzuatı, teşvik uygulamaları vb. iş hukuku dışında onlarca yolla korunabilir. Öğreti bu ayrıma da yeterince önem vermemiştir.
Sonuç olarak iş hukuku alanında hiç kimse tarafsız kalamaz. İş hukuku öğretisi işçi ile işveren arasında tarafsız kaldığını söylediği sürece, bu işçiden yana taraf olması gerekirken bu görevden kaçındığı görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Taraf olman gereken yerde olmamak ise sonuçta taraf olunmaması gereken yanda işverenler yanında taraf olmayı da beraberinde getirecektir.
Hep ülkemiz açısından iş hukukunu ele aldık, ancak iş hukukunun işçisizleştirilmesi yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum mu? İş hukukunun gerçek amacına yani işçiyi koruma işlevine dönebilmesi sizce mümkün mü? Mümkünse, nasıl?
İşçisiz iş hukuku elbette sadece Türkiye’ye özgü değildir. Sermaye birikimini tamamlamamış, teknoloji üretmeyen, ucuz işçilik üzerinden rekabet etmeye çalışan, orta gelişmişlik düzeyinde küresel iş bölümünde emek yoğun üretim biçiminde yoğunlaşmış tüm ülkelerde iş hukuku kağıt üzerinde kalmakta yaşamın içerisinde etkili olmasına asla izin verilmemektedir.
Diğer yandan gelişmiş ülkeler denilen ve iş hukukun doğduğu, ilkelerinin belirlendiği Almanya, İngiltere Fransa gibi ülkelerde işçisiz iş hukukunu yaratma çalışmaları ve eğilimi bu ülkelerde sendikal örgütlüğün gerilemesine, göçmen işçilik gibi güvencesiz çalışan kitlesinin işgücü piyasasına girmesine bağlı olarak güçlenmektedir. Sosyal koruma bu ülkelerde de tartışmaya açılmıştır. Kısaca tüm dünyada rüzgar, işçi aleyhine esmektedir. Ne var ki bu rüzgarın adı konulmalı, sermayenin emeğin kazanımlarına dönük küresel çaplı saldırısı, bu saldırının başında yürüyenlerden ittifaklarına kadar adı konularak belirgin hale getirilmelidir.
Emek sermaye çelişkisi var olduğu ve bağımlı çalışma yok olmadığı sürece, emeğin hak mücadelesi de sürecektir. Sermaye yüzyılın başında işçi sınıfı ile vardığı uzlaşmayı kendisini güçlü gördüğü için bozmuş, teknolojinin verdiği olanakları da devreye sokarak gerçek özüne dönmüştür. Üstelik, yapay zeka, karanlık fabrika gibi yüksek teknoloji sayesinde işçi çalıştırmaya gerek kalmayacak bir çalışma yaşamının yakın gelecekte gerçekleşeceğini sürekli ileri sürerek ideolojik üstünlüğünü sürdürmeye çalışmaktadır. Gelecekte bu tür üretim biçimi, işçilerin özel mülkiyeti yok ettikleri üretimin kâr amaçlı olmaktan çıkıp toplum yararı için yapıldığı ve sömüren sömürülen ilişkisinin yok olduğu bir sistemde olanaklı olacaktır diye düşünüyorum. Kapitalist üretim, işçinin ürettiği artı değere el koymadan var olamaz. Hiçbir teknolojik gelişme, bu gerçeği yok edemez.
Kapitalizmin kendisini sürdürmesinin bir yolu, işçiyle uzlaşmak zorunda kalmasıdır. Uzlaşmanın söz konusu olması için ise işçilerin örgütlü ve sistemi tehdit edecek bir mücadeleyi sağlamalarıyla olanaklı olacaktır. Sonuçta emeğin yağması üzerinden yaşanılan bir teslimiyete işçilerin uzun süre katlanması insanın doğasına aykırıdır. Bu yağmaya karşı verilen mücadele nerede durur, nasıl bir sonuç doğurur, bunu kesin olarak söylemek olanaklı değilse de, insanlığın sömürüye karşı verdiği mücadelenin başarısızlığa mahkum olduğunu söylemek de olanaklı değildir. Ben iş hukukunun dünden daha etkili bir korumayla yeniden var olacağını, sistemi korumak isteyen kapitalistlerin daha fazla ödün vermek zorunda kalacağını, işçilerin kaçınılmaz olarak siyasallaşacak olan örgütlü mücadelelerinin sosyal korumayı yeniden gündeme getireceğini düşünen, buna inananlardanım.
Okuyucularımıza bu kitabın tüm gelirlerinin Cerenler Vakfı’na bağışlanacağını hatırlatmak isteriz. Hocam, son olarak, bize Cerenler Vakfı’nı ve bu gelirin kimlere katkı sağlamayı amaçladığını anlatabilir misiniz?
Cerenler Vakfı iki yıldır başarılı, ancak ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle öğrenim yaşamını sürdürmekte zorlanan üniversite öğrencilerine karşılıksız olarak burs vermektedir. Bu burs koşulları taşıyan öğrenciler açısından hak bizim açımızdan ise bir yükümlülüktür. Dolayısıyla bu hakkı kullanan öğrencilerimizin herhangi bir karşılık ödemeleri, maddi veya manevi bir yükümlük altına girmeleri söz konusu değildir. Ancak vakfın olanakları, gelirleri sınırlı ve ulaşabildiği öğrenci sayısı da ulaşılması gerekenin çok gerisindedir. Amacımız gelirlerimizi arttırıp dayanışmayı güçlendirerek daha fazla öğrenciye daha ciddi tutarlarda burs veren bir vakfı kalıcı hale getirmektir.
Murat Hocam, cevaplarınız için çok teşekkür ederiz.