Tarihe takla atlatmak
Zafer Aksel Çekiç
HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Bülent Eken ve Barış Ünlü’nün derlediği “Bir Büyük Dönüşümden Kesitler Dünya ve Türkiye” kitabında yer alan “Treni Kaçırmamak” başlıklı yazısının girişinden bir bölüm internet sitesi Duvar’da yayınlandı.
Kısa sayılabilecek alıntı da yazının geri kalanında da yeni hiçbir şey olmadığını söyleyebiliriz.
1921 Anayasası-1924 Anayasası ikiliği, Türk kimliğinin dayatılması, ulus devletin “yanlış” kurulduğu, Kürtlere vaat edilenler ve daha sonra nasıl dışlandıkları üzerine bilindik liberal tezler…
Ancak bir kez daha ileri giden bir nokta var. Bu nokta tarihin nasıl ele alınamayacağını, alınmaması gerektiğini gösteren; tarihi üzerine göre dikemeyeceğinizi, dikmemeniz gerektiğini anlamanızı gerektiren ibretlik sayılabilecek bir örnek.
Demirtaş öyle bir kıssayla konuya giriyor ki, tüm tartışma imkanlarının da önünü baştan kesiyor. Dahası neden bu kıssanın seçildiğini açıklamadan, kıssanın neyi betimlediğini dile getirmeden Kürtlerle Cumhuriyeti doğrudan karşı karşıya getiren bir garip zorlama söz konusu. Duvar’da maalesef esas olarak bu kıssayı alıntılayarak devamındaki gerçek bir tartışmayı gözden kaçırmış oluyor.
Bu garip zorlama bütün Kürt siyasetine de yayılmış durumda. Lozan Antlaşması’nı “milli felaket” sayan, Şeyh Said’i hep birlikte milli kahraman ilan eden bu garip yaklaşım ile Kürtler ile Türklerin ve beraberinde Cumhuriyetin mesafesi sürekli olarak açılıyor.
Ulusal sorununun özü emperyalizmin daha serbest hareket etme isteği ile “şehir-devletlere” yönelen bir bölücülüğe ve işbirliğine çıktıkça ve dünyada sosyalist sistemin olmadığı koşullarda devrimci veya ilerici bir şiar edinilmesi de mümkün olmadığından ulusal sorun siyasetinin giderek emekçilerden ve yoksullardan uzaklaşarak burjuvazinin bayraktarlığında milliyetçileşmesi ve milliyetçileştikçe dincileşmesi kaçınılmaz görünüyor.
“Teşbihte hata olmaz, hatasız teşbih olmaz” diyecekleriniz olacaktır. Ancak tarihi bir benzetmede asgari bir çerçevenin doğru olmasını beklememiz gerekir.
Selahattin Demirtaş’ın yazısına aldığı kıssaya daha sonra gireriz ancak ısrarla Cumhuriyet ve Kürt emekçileri arasındaki mesafeyi açmaya yönelik bir zorlama tarih okumasının, yukarıda söylediğimiz liberal tezlerin halledilmesi gerekiyor. Paralel olarak, sosyalist solu kötürümleştiren Kürt siyasetinin etkisinin kırılması gerekiyor.
Demirtaş’ın bu ifadelerindeki Kürt milliyetçiliğini görmezden gelip Türk milliyetçiliğini başından karalamanın bir açıdan tarih dışı sayılması gerektiği gibi bir açıdan da milliyetçiliklerden yani burjuvalardan birinin tarafını tutmak anlamına geliyor.
KEMALİSTLER YOLDA DEĞİŞTİ Mİ?
Selahattin Demirtaş, yazısının alıntılanan kısmında esasa girerken, “29 Ekim 1923’te kuruluşunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti, aslında Anadolu’nun tüm Müslüman halklarının ortak devleti olma vaadiyle yola çıkmıştı.” diye başlıyor.
Buna dayanak olarak, İstanbul Hükümeti temsilcileri ile imzalanan Amasya Protokolleri’ni ileri sürüyor. Protokoller, İstanbul’daki Osmanlı hükümeti ile Anadolu’daki ulusal direniş hareketinin birbirlerine sınır çizme arayışları sayılabilecek belgeler. Bir kısmında İstanbul ve Ankara’nın “nasıl bir araya gelebileceğinin” arayışları varmış gibi görünürken, bir kısmında ise tarafların açıkça birbirlerine ne yapmalarını veya ne yapmamalarını söylediklerini görüyoruz.
Amasya’da imzalanan İkinci Protokol’ün 1. Maddesine bakıldığında, esasında Misak-ı Milli’nin bir tekrarını görmek daha doğrudur. Zaten maddenin devamında Kilikya bölgesinde bir tampon devlet kurulması arzularına, İzmir ve Güney Ege’yi kapsayan Aydın ilinin işgaline ve Doğu Trakya’da Midye-Enez hattının gerisine düşülecek bir kukla devletin kurulmasına karşı bu bölgelerin ülkeden kopartılmasının mümkün olmadığı vurgusu ile Osmanlı ülkesinden yeni parçaların kopartılmasına karşı bir tavır sergileniyor.
Kuşkusuz, bu noktada Kürtlere özel bir vurgu yapıldığı inkar edilemez. Osmanlı topraklarının Türklerin ve Kürtlerin yurdu olduğu söyleniyor ama bunun ötesinde esas olarak yine Kürtlerin İngiliz ve Fransız tahrikleri ile isyanlara kalkışmaması, bağımsızlık talebinde bulunmaması vurgusu öne çıkıyor. Bu açıdan bu ortaklık vurgusunun bir özerklik, federasyon veya başka bir anlama geldiğini yorumlamak yerinde sayılamaz. Kürtlerin haklarının korunacağı vaadinin kültürel haklar çerçevesinde kalacağı daha makul duruyor.
Ancak elbette tarih böyle gelişmedi ve genç Cumhuriyet, emperyalizm ile işbirliği yapan veya en azından o ya da bu şekilde emperyalizme hizmet eden Kürt toprak ağalarının, şeyhlerinin kendi çıkarlarına zarar gelmesi endişesi ve ihtimallerine karşılık çıkardıkları isyanlar ile mücadele etti.
Öte yandan, Cumhuriyet’in bir “ayrımcılık rejimi” kurmaktan ziyade “birlik rejimi” kurduğunu söyleyebiliriz. Yani, Güney Afrika veya İsrail örneklerindeki gibi bir grubun üstünlüğüne dayanan bir rejim kurulmuştur diyemeyiz. Daha çok herkesi bir potada eritmek isteyen bir yaklaşım vardır. Bu açıdan “Türk olan”ın değil “Türk diyen”in esas alındığını not etmek gerekir.
Zira, Osmanlı döneminde ortaya çıkan milliyetçilik hareketlerinin ayrılıkçı hareketler olarak ülkeyi bölmeleri ve savaşlarda kemirmeleri “gayrimüslimler” olmaları nedeniyle bir miktar sineye çekilse de ayrılıkçılığa karşı bir travma yaratmış olduğu gibi genç Cumhuriyet’in kapitalizm tercihinin en geniş ve güçlü şekilde kendisini bulması için de yine bir ortaklık vurgusu, bir araya getirme çabasının da olduğunu söylemek lazım.
Tüm bunlarla birlikte, tekraren de olsa, Osmanlı’nın ardından Anadolu merkezli kurulan kapitalist devletin tarihsel olarak kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden kopan ve bu anlamda ilericiliğinin Müslüman etnik gruplar arasında rakip veya alternatifi olmadığını da tespit etmek gerekiyor. Bu açıdan, ilerici örneğin diğerlerine galip gelmesi tarihin doğal akışında sayılmalı. O nedenle, Türk uluslaşmasını, modernleşme ve kapitalistleşme sürecinin dışında görmek tarih dışı sayılmalıdır.
Tüm bunlara rağmen, Demirtaş, ne yazık ki tarihi olayları o denli işine geldiğince eğip bükmeye çalışıyor ki insan aynı tarihten bahsedip bahsetmediğimizden şüphe eder hale geliyor. Çünkü kendisi son dönemde ne kadar çok konuşsa da, Kürt uluslaşma süreci Kürt burjuvazisinin kendi pazarını talep etme süreci olması nedeniyle, son tahlilde, Türk uluslaşmasından hiç de farklı değildir.
Bu açıdan Kemalistlerin yolda sözlerinden caydıklarını söylemek abartılı olacaktır. 1921 Anayasası veya Amasya Protokollerine takla attırmadan sade bir gözle bakarsanız öncesi ve sonrasıyla devamlılıklarını da rahatlıkla görürsünüz.
TÜRK MODERNLEŞMESİNE ÖZÜR DİLETME BEKLENTİSİ
Metinden devam edelim. Demirtaş’a göre, Cumhuriyet’in “Müslüman halklarının ortak devleti olma” vaadini yerine getirmemiştir. Lakin, “1921 Anayasası da kuruluştaki bu ortak ruhu yansıtmaya çalışan ilk ve en güçlü hukuk metnidir” iddiasının somut olarak nerede ifade bulduğunu göstermek kendisinin bir borcu sayılmalı.
23 maddelik 1921 Anayasası’nda yer alan özerklik tarifinin 1924 ve sonrası anayasalara göre değil 1876 Anayasası’na göre değerlendirilmesi gerekir. En temelinde “cemaat meclislerini” tekleştiren ve esasında savaş koşullarında uygulanabilirlik arayan bir düzenlemenin bir “ortak ruh” yansıttığı iddiasına karşılık çok daha açıklayıcı bir merkezileşme eğiliminin göstergesi olduğu önermesi ileri sürülebilir.
Ankara’daki Meclis kuşkusuz Anadolu ve Trakya’daki tüm Müslümanları temsil ediyordu. Ama 1921’de de Türkiye denilen bu ülkenin burjuvazisinin kendisine ulusal bir Pazar kurmaması gerektiği beklentisi kadar gerici pek az söylem olabilir. Bunun, kültürel hakları bütünüyle inkar eden bir biçime bürünmesinin tartışması ise tamamen farklı bir tartışma sayılmalı. Son tahlilde, Türk burjuvazisinin ucuz emek ihtiyacının “demokratlığı”na baskın çıkmasında şaşılacak bir şey yok.
Zaten en büyük iki etnik grup olan Rumlar Trakya, Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz’de ve Ermeniler ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bağımsızlıkları için emperyalistlerin desteğini alarak mücadeleye girişmişti. Yenildiler. Demirtaş’ın bunu “Müslüman olmayan halklar ise başka yöntemlerle saf dışı bırakılmış veya tasfiye (yok) edilmişti” sözleri ile özetlemesi, en hafif haliyle tarihi kendi niyetlerine göre üzerine dikme çabasının bir eseri sayılabilir.
Demirtaş’a göre, 1924 Anayasası ile birlikte “devlet bir ‘ulus devlet’ olarak tasarlanırken devletin bizzat kendisinin yeni bir ulus yaratmasına karar verilir”. Burada liberal jargon ile kurucu elit böyle buyurmuştur.
Oysa basitçe, dünyadaki tüm çok uluslu imparatorluklar dağılmış ve yerlerine ulus devletler kurulmuştur. Bu sadece Osmanlı’yı değil, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nı da kapsar. Osmanlı’nın gayrimüslim tebaası zaten kendi bağımsız devletlerini kurmuş, bunların sınırları belirli hale gelmiştir.
Osmanlı’nın Müslüman tebaasının ise içinde bu açıdan en ilerici çıkışın doğal olarak Türklerden geldiği görülüyor. Demirtaş ne kadar istese de, kendisi Kürt uluslaşmasına toz kondurmazken Türk uluslaşması sürecinden bir özür ve biat beklentisi içerisinde olması tutarlı ve anlamlı sayılmamalı.
GELELİM KISSAYA…
Selahattin Demirtaş’ın uzun uzun yazdığı hikayede, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Kürtler taziye evinde var sayılıyor. Bu neden böyle bir açıklama yok. Bir zorba girerek cenazeleri olan beş yüz kişinin tüm değerli eşyalarını topluyor. Kimse sesini çıkartmazken, Demirtaş sorular soruyor;
“Mesela burada yitirilen tek şey değerli eşyalar mıdır?”…
“Yoksa salondakiler özgüvenlerini de yitirmiş olabilirler mi?”…
“Veya onurlarını, birlikte hareket etme iradelerini, belki de bir topluluk olarak bir arada bulunma isteklerini de kaybetmiş olabilirler mi?”…
Karakola şikayet etsinler diyenlere de cevap hazır. “Peki, taziye salonuna girip soygunu yapan zorba karakolun amiriyse ne yapacaksınız?”…
Demirtaş’a göre Osmanlı İmparatorluğu dağılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt halkının başına gelenler aşağı yukarı budur. Kürtlerin dilleri, kültürleri, kimlikleri, vatanları 1. Dünya Savaşı sonrasının “kederli taziye ortamında zorbalıkla gasp edilmiştir”.
Tarihsel gerçeklerle örtüşen yanlar esasında Türkiye Cumhuriyeti’ne değil emperyalizme, İngiliz ve Fransız planlarına ilişkin olmalı. Ama suçlu Türkiye Cumhuriyeti.
Var olan durumda, Savaş öncesinde Kürt illeri denilecek bölgeler İran ve Osmanlı sınırları içerisindeydi. Bunun dörde bölünmesine neden olan Sykes-Picot ile Suriye’yi kendi etkisine alan Fransız emperyalizmi ile Irak’ı kendi etkisine alan İngiliz emperyalizmiydi.
Burada “gasp edilen”in el değiştiren topraklar olduğunu anlamak gerekmez mi?
İşte neresinden baksanız tutarsız, yanlış benzetmelerle dolu bir garip hikaye.
Bağlayacak olursak, Demirtaş’ın son dönemde başka örneklerle de zenginleşen Cumhuriyet’in başlangıcına dair bu tarih dışı liberal tezleri tekrar etmesinin arkasında Kürt milliyetçiliğinin kurulması çabaları yatıyor. Bunun ısrarla Cumhuriyet karşıtı bir noktadan yapılması ise Kürt burjuvazisinin gericiliğinin Kürt siyasi hareketine giderek egemen olmasında aramak gerekiyor.
Tarihe takla attırmak ise sonuçta bir biçimde mümkün olmuyor.