Liberalizmin nesebi gayri sahih çocuğu: Yeni sağ
Zafer Aksel Çekiç
ABD, Macaristan, İtalya, Fransa, İsrail, Almanya, Hollanda, Polonya…
Geleneksel muhafazakar ve milliyetçi hareketlerin çok daha sağında yer alan, azınlıkta olsalar da boylarından büyük işler yapan yeni sağcı parti ve gruplar siyasette etkilerini arttırıyorlar. Liberalizm araya mesafeye koymaya çalışsa da, kavga eder gözükmek istese de bu yeni hareketlerin sıkışan emperyalist politikalara yeni yollar açmakta pek hünerli olabildiklerini ve liberalizmin hesap vermeden ve elini kirletmeden yoluna devam edebildiğini görüyoruz.
Sosyalizmin çözülmesinin ardından on yılda yaldızları dökülen küreselleşme hikayelerine ve Türkçe’ye “uyanıklık kültürü” olarak çevrilen ancak “duyar kültürü”nün daha açıklayıcı olabileceği, politik doğruculuk temelli bir kimlik siyaseti tarzı olan “woke” kültürüne karşı bir tepkiyle beslenen bu yeni sağ, komplo teorileri ve kitlelerin cehaleti üzerinden düzene karşı ortaya çıkabilecek tepkileri hem düzeni yanlış tanımlayarak hem de tepkileri yanlış yönlendirerek tersine çevirip düzenin tam da göbeğine yeni bir enerji olarak katıyor.
Örneğin, Avrupa Birliği’nden ayrılmak isteyen İngiliz burjuvazisi, bunu Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi adında bir partiyle hayata geçirirken ortalığı kasıp kavuran bu parti referandumun ardından ardında neredeyse hiç iz bırakmadan eriyip gidiveriyor.
İtalya’da sol görünümlü diye pazarlanmaya çalışılan apolitik liberal Beş Yıldız Hareketi’nin solu etkisizleştirdiği bir ortamda İtalya’nın Kardeşleri bu hareketin alanını doldurarak , seçimlerden birinci parti olarak çıkıveriyor ve başbakanlık görevine liderleri Giorgia Meloni öne çıkıyor.
ABD’de vergi vermemek için türlü usulsüzlükler yapan, şirketlerini hileli şekilde iflas ettiren, medya şovlarına bayılan dolar milyarderi Donald Trump Cumhuriyetçi Parti’nin tüm geleneksel siyaset referanslarını bozacak şekilde bir orta sınıf hareketi ile iktidar odağı haline geliyor.
Bu örneklere kuşkusuz başkaları da eklenebilir ve eklenmeli. Ancak temelde kapitalist-emperyalist sistemin 21. yüzyılda giderek derinleştirdiği eşitsizliklere karşı tepkinin düzen karşıtı bir kanala akmasının önüne çekilen bir set olan bu yeni sağ hareketlerin meseleyi cambaza bakmaktan öteye geçmeden ele aldıklarını söyleyebiliyoruz.
Sağ ama yeni bir şey yok: Komplo teorileri ve elitler retoriği
Popülizm ile kitlelere duymak istediklerini söyleyen yeni-sağ, yaşanan değişimlerin altında yatan nedenleri tartışmaktan ziyade bu değişimlerin günlük yaşam ve kültürdeki tezahürleri ile kavga etmekle yetinilmesini sağlıyor. Bu noktada, sosyalistlerin ve komünistlerin ise ‘ehven-i şer’e yönelerek işçi sınıfı ile bağlarını büsbütün koparıp kentli orta sınıfların peşinden koştukları giderek liberalizmin söylemleri ile belirlenen bir hale razı olduklarını görmemiz gerekiyor.
İşte bu ortamda yeni-sağın etkisi esasında burjuvazinin ihtiyaçları ve devrimci bir çıkış ihtimaline ket vurulmasına yöneliyor. Karşımızda, yeni veya alternatif olarak sıfatlandırılmaya çalışılsa da, on yıllardır süregelen anti-komünist komplo teorilerinin ve liberal elitler retoriğinin tekrar servis edildiği geleneksel bir sağcılıktan başka bir şey yok. Ancak geleneksel sağdan en önemli fark yeni-sağın belirlediği hedeflere yönelik bir politik hareketliliği de örgütlemesinde yatıyor. Bu hareketlilik Brexit gibi önemli dönemeçlerde kendisini ortaya çıkarıp sonuç alındıktan sonra birdenbire kaybolabilen bir özelliğe de sahip.
Ortalama bir yeni-sağ siyasetine baktığınızda, bir grup elitin veya Yahudilerin dünyayı yönettiğini, bir dünya devleti kurulması için özgürlüklerin elimizden alındığını, hedefin sosyalizm olduğunu, 5G teknolojisinden COVID aşıları ile vücudumuza yerleştirilen çiplere kadar türlü araçlarla sürekli olarak takip edildiğimizi ve akla hayale sığmayacak gariplikte nice komplo teorisinin üzerine inşa edilen bir alt kültür dikkat çekiyor.
Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sisteminin çözülmesi ile emperyalist sistem masalsı bir “küreselleşme” düzeni kurdu. Küreselleşme, tüm yaldızlarına karşın en nihayetinde, önce kapitalist ülkelerde sosyal devlet veya refah devleti uygulamalarının bir bir ortadan kaldırılması ve özelleştirmeler ile piyasanın tek başına egemenliğinin ilanı ile eski sosyalist ülkelerin emperyalist sisteme bağlanması ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin varlığı ile o ya da bu ölçüde bağımsız kalabilmiş veya ABD desteğine sahip olsa da emperyalist sistemle ilişkileri özgün şekilde yürüyen ülkelerin de yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyordu.
Bunun anlamı, bir yandan sermayenin sınırsız şekilde büyüdüğü ve servetin de gelirin de giderek daha eşitsiz paylaşıldığı bir dünya diğer yandan ise 11 Eylül sonrası dünyada pek çok bölgenin bütünüyle istikrarsızlaştırılması oldu.
Böylece, sermaye daha kolay hareket etmesinin verdiği güvenceyle sadece sıcak para üzerinden hareket etmekle kalmayıp maddi üretimi de karlarını artırmak için farklı ülkelere kaydırabilir hale gelirken diğer yandan da tarihin gördüğü en büyük zorunlu göç hareketlerini doğurdu. Bugün dünyada son yirmi yılda 4-5 kat büyümüş olan 30 milyon mülteci, 6 milyon sığınmacı ve kendi ülkelerinden ayrılmamış 60 milyondan fazla yerinden edilmiş insan bulunuyor.
Yeni sağ kimi temsil ediyor?
Yeni-sağın seçmen tabanına ve harekete geçirdiği kitlelere bakıldığında sanayi işçileri ile birlikte hizmet ve ofis çalışanlarının bir kalabalık oluşturduğu görülüyor. Avusturya, Belçika, Fransa, Norveç ve İsviçre üzerine yapılan bir araştırmada elde edilen verilere göre İsviçre istisnası dışında yeni-sağ partilere oy verenler içerisinde sanayi işçileri ile birlikte hizmet ve ofis çalışanlarının çoğunluğu oluşturduğu görülüyor. Genel olarak, sanayi işçilerinin yeni-sağ partilere oy verenler içerisindeki oranı da tüm seçmenler içerisindeki oranlarından daha yüksek çıkıyor.
Bir başka açıdan bakıldığında ise her ne kadar ücretlerin baskılanması, fabrikaların farklı ülkelere taşınması nedeniyle kaybedilen işler, zayıflatılan sendikalar ile örgütsüzleşen ve pazarlık gücünü yitiren işçilerin ekonomik bir tepkilerinin etkili olduğu düşünülebilir. Ancak bu noktada daha kritik üç başlığın öne çıktığı görülüyor.
Yukarıda anılan araştırmada elde edilen verilere göre bunlardan biri ülkedeki demokrasiden duyulan memnuniyetsizlik ve diğeri ise göçmenlere (bunu yoksul azınlık gruplar olarak da okuyabilirsiniz) daha fazla hak tanınması oluşturuyor. Siyasi olarak temsil edilmediğini ve çalışmalarına karşın başkaları korunurken kendisinin dışlandığını düşünen bu kitleler için istisnasız olarak daha önemli olan sorun ise kültürel bozulma oluyor.
Esasında bu başlıklar yeni-sağın nasıl sosyalist bir işçi sınıfı hareketini bastırdığını gösteriyor olmalı. Ama tersinden, yükselen sağ hareketlerin, görünürde en çok liberal söylemlere karşı bir siyaset geliştirdiği söyleniyor. Liberalizmin bu yeni-sağa karşı bir çıkış bulmasının yolları aranıyor.
Oysa, bu bulguların tamamı maalesef liberalizmin ideolojik mücadeledeki başarısını ortaya koyduğu gibi bizzat liberallerin tezlerinden doğan bu yeni-sağ akımların liberalizm ile hesaplaşmak yerine kitlelerde biriken hoşnutsuzluğu tam da düzen için istenilen kanallara aktarmakta olduğunu gösteriyor.
Nitekim, Avrupalı yeni sağ düşünürlerinden Guillaume Faye, “Anti-Amerikancılığın tehlikesi feryat figanındaki keskinliktir, zira bu sorumsuzcadır ve sahiplerini umutsuz kurbanlara dönüştürür.” derken ABD’nin Avrupa’nın baş rakibi olduğunu ifade edip baş düşmanı ise “yabancı ve sömürgeleştiren göçmen kitleleri ve İslam” olarak tarif ediyor.
Görünürde takılmamak: Mesele göçmen düşmanlığı değil anti-kapitalist bir mücadele hattı
Bunlara baktığımızda, yeni sağın en önemli gündem maddesi kuşkusuz göçmenler ve sığınmacılar ile benzer bir biçimde azınlık gruplar meselesi oluyor. Siyasal tepkilerin en temel nedeninin kültürel bozulma olması da bu hassasiyeti gösteriyor.
Kültürel bozulma hassasiyetinin, daha çok, son yirmi yıla uzanan yakın geçmişte kimlik siyasetlerinin üzerine inşa edilen bir politik doğruluk retoriğinin hakimiyetine bir tepki olduğunu söylemek mümkün. Bu liberal “woke” (duyar) kültürünün abartılı bir duygusallık ile yapılan kimlik vurguları ve yine abartılı bir ajitasyon ile geçmişi ve geleneksel olanı suçlaması ve buna karşılık toplumdaki eşitsizliklerin temellerini tartışmak yerine ezilmişliği mutlak bir haklılık tarifi haline getirerek sadece sonuçlara yönelik bir söylem geliştirmesi nedeniyle yarattığı tepkiyi de sadece görünür hali ile ele almamak gerekiyor.
Maalesef, mevcut durumda, sosyalist solun tüm dünyada yaşadığı krizde düzen karşıtlığı ve devrimciliğinden vazgeçerek düzeni denetleme ve düzeltmek ile yetinmesinin getirdiği peşin ve yanlış kabuller ile işçi sınıfından kopmuşluğunun, işçi sınıfı yerine kentli orta sınıflar ile kurmaya çalıştığı bağların da etkisiyle kapitalist-emperyalist sistemin yarattığı eşitsizliklere olan tepkiyi temsil etmekten uzak kaldığını kabul etmek gerekiyor. Bu boşluk ise “zararsız” yeni-sağ tarafından dolduruluyor.
Kuşkusuz, emperyalizmin özellikle savaşlarla ve her durumda yoksullukla yerlerinden ettiği milyonlarca insan bugün kurtuluş umuduyla büyük ihtimalle ölecekleri vahşi bir yolculuğa çıkmaktan çekinmiyorlar. Doğanın zorlukları bir yana, açık denizlerde uyduruk botları batırılmaktan kurtulup bir şekilde sahile çıkabilirlerse tarihin en büyük toplama kamplarında veya gettolarında bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Vardıkları ülkelerde kabul edilmiyorlar, kabul edilseler de en düşük ücretlerle kölelikten beter koşullarda var olmaya çalışıyorlar. Bu arada da sürekli bir geri gönderilme ve şiddet tehdidi ile karşı karşıyalar.
Son dönemde ise emperyalist ülkelerin bu nüfus hareketlerini kendi toplumlarında üretici güçleri geliştirecek bir yeni biçime sokmaya çalıştıklarını görüyoruz. Eğitimli ve meslek sahibi olup “uyum potansiyelleri yüksek olan” göçmenlerin seçildiği ve vasıfsız bir emek gücü oluşturan kitlelerin ise “örülen duvarların” dışında bırakılmaya çalışıldığı bir yeni sömürü biçimi söz konusu.
Bu açıdan göçmenler ve sığınmacılar sorunu yeni bir sömürgecilik yöntemi ve düzenin bir siyasal mühendislik oyunu olarak bir mücadele başlığı olarak önümüzde duruyor.
Öte yandan, meseleyi sonuçlara indirgeyen bir yaklaşımı sürdürerek işçi sınıfının yaşadığı gerçek sorunları görmeden liberal söylemlerin peşine takılmak ise solu çok daha tehlikeli bir konuma götürüyor. “Kötünün iyisi” ile yetinip düzenin düzeltici bir parçası olmaya razı olan bir yaklaşımı kafi görmek yeni-sağ hareketlerin yükseldiği ülkelerde solun içine düştüğü bir girdap halini almış durumda. Düzenin ve liberalizmin cambazı işaret etmelerini bu kadar kolay kanılması akıl almaz bir hal almış durumda.
Oysa, gerek yurt dışına taşınan fabrikalarla gerekse kayıt içi veya kayıt dışı göçmenlerin ücretleri düşüren etkisiyle daha korumacı politikaları savunan, evrim karşıtlığı, kürtaj karşıtlığı, kimlik siyasetine muhalefet gibi benzer temalarla hareket eden bu yeni-sağ, gerçekte en çok geleneksel sanayi burjuvazisinin çıkarları ile ilişkileniyor. Sol ise maalesef işçi sınıfının gerçek çıkarlarının temsilcisi olmaya çalışmak ve yeni-sağ bu iki yüzlülüğü ile mücadele etmek yerine görünürdeki hal ile ilgilenmeyi sürdürüyor.
Bu kısır döngü kırılmadıkça, bunun için ideolojik alandaki mücadele genişlemedikçe görünürdeki durumla yüzeysel bir mücadele ile yetinmeyi sürdüreceğiz gibi görünüyor.