Bir 8 Mart yazısı: Depremin kalınlaştırdığı kırmızı çizgiler
Esin Yorulmaz
Depremin bu ülkede vicdanı olan herkese yaşattıklarını tarif etmek mümkün değil, tarif etmeye çalışmak yararsız… Yaklaşık iki aydır insanlığın sınandığı önemli tarihsel kesitlerden birini yaşıyoruz. AKP iktidarının ülkeyi taşıdığı koşulları hayatın her alanında irili ufaklı hissederken halka ödetilen faturanın bir dip toplamı sanki depremin yaşattıkları….
Depremle beraber en çok telaffuz edilen cümlelerden birisi artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı. Hayatın her alanında karşımıza çıkan bu cümle, siyasal alan söz konusu olduğunda da sıkça kullanılıyor. Siyasette iktidar cephesini dışarıda bırakırsak eskisi gibi olamayacağı ve nasıl olması gerektiği konusunda mutabık kalınan başlık ise AKP’siz bir Türkiye. Bu özlem ve talep bugün son derece devrimcidir ama eskisi gibi olmaması gerektiğini savunanların ortaklaşacağı tek başlık AKP’sizlik midir?
AKP karşıtı geniş cephenin bu karşıtlığın yanına dizeceği ilkeler konusunda mutabık olmadığı ise herkes için aşikar olmalı. Solla birlikte merkez sağın da önemli bir bölümünü içeren bu cephenin zaten yekpare olduğunu kimse iddia etmiyordur. Öte yandan yelpazeyi biraz daha daraltıp sola baktığımızda da ortaklaşılmış ilkeler görmek ne yazık ki mümkün değil. Sol veya sağ kavramların yanında liberalizmin topyekün etkisini de ortak bölen olarak dikkate almak gerekiyor.
Bu söylediklerimi deprem ve kadın hareketi başlıkları bağlamına oturtarak açmaya çalışacağım. Tartışmak istediğim Türkiye’de kadın hareketinin deprem dayanışması bağlamında yapıp ettikleri elbette değil. Bu açıdan iktidar kurumları ve kuruluşları dışında kalan kesimin insani değerleri ön plana alarak elinden gelenin çok ötesinde bir şeyler yaptığını teslim etmek gerekiyor. Bu dayanışmanın yarattığı katkı, devlet kurumlarının yetersizliği ile beraber ele alındığında maalesef bu katkının büyüklüğü ile içimizi rahatlatamayacağımız bir tablo ortaya çıkarıyor.
Öte yandan benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta bugün AKP karşıtlığını sağlam ilkeler üzerine oturtamadığımız her durumda bırakın sosyalist siyasetin, devrimci kadın hareketinin yükselmesini, yaşam hakkımızın gasp edilmesinin bile işten olmadığı günler birbirini izliyor.
İlkeler dedik, pek çok ilke sayabiliriz ama ben ikisini depremde yaşadıklarımız bağlamında ele almak istiyorum. Ülke kaynaklarının tamamının talan edilmesi anlamına gelen özelleştirmeciliğin mantıki sonuçlarını en pervasız şekilde AKP döneminde yaşadık. Her tür olumsuzluğa karşı savunmasız bırakılan, tam boy dışa bağımlı kılınan bir ülkede orman yangınlarıydı, pandemiydi derken depremle beraber yaşananların “asrın felaketi” olmasına kimse şaşmamalı. Kamuculukla bezenmiş bir şehir planlamayı geçtim (bu olsaydı bugünkü gibi bir yıkımla karşılaşmazdık), depremin yıkıntıları arasında insanların can vermesini beklediğimiz günler boyunca (evet, bunu bekledik!) deprem vergilerinin ne olduğunu, memleketin her yerinde toprağı kazıp inşaat yükselten iş makinalarının, vinçlerin; ordunun; Kızılay’ın, AFAD’ın; telefon operatörlerinin nerede olduğunu sorup durduk. Aradığımız kurumlara ve hizmete ulaşılamıyordu! Ya da bekleyenler arasında ranttan, kayırmacılıktan, adaletsizliklten, paradan puldan, “dostlar alışverişte görsün”den sonra bilmem kaçıncı sıradaydık! Yıkıldık, enkaz altında kaldık, daha enkaz kaldırılmadan inşaat rantı canavarı ellerini ovuşturmaya başladı. İnsanlığın bugün geldiği gelişmişlik düzeyi ile dalga geçercesine bir beton parçasını kaldırabilecek ekipmandan yoksun olduğumuz için hayat üçgenini oluşturmuş ama soğukta yardım beklerken can vermiş insanlarla arttı depremin bilançosu, üzerine bir de selde kaybettiklerimiz eklendi…
Evet insanlığın gelmiş olduğu gelişkinlik düzeyi, “Ölü yıldızlara hayatı götürecek” kadar gelişkin ama ne yazık ki hala bizim dünyamıza iniyor ölüm. Yaşadığımız sorunlara bu denklemden bakmak ve kamucu politikalarla var olan kaynakların kamu yararına kullanılmasını merkeze koyan bir düzeni ısrarla savunmak zorundayız. Ekonomi politikada ve politikanın diğer alanlarında liberalizmin varlığını sorgulamadan kamucu politikaların yürütücüsü olmanın mümkün olmadığını da bir kere daha hatırlamalıyız.
Diğer kritik ilkeyi ise gericilik karşıtlığı oluşturuyor. Gericilik karşıtı olmadan bu ülkede kadınların ve çocukların insanca yaşama hakkını savunmanın mümkün olmadığını görmek için daha kaç tarikat kurbanı çocuk, daha kaç katledilen kadın olması gerekiyor? Bugün deprem bölgesinde arayıp da bulamadığımız devletin bıraktığı boşluğu tarikatların dolduracağını görmek için kahin olmak gerekmiyor. Okulların tatil edildiği deprem bölgesinde Kuran kurslarının her koşul altında varlığını devam ettirilmesi yine öncelikler sıralaması hakkında fikir veriyor. Bu koşullar altında laikliğin önemini önüne bir takım ekler getirerek değersizleştirilmesine izin vermeyen ilerici bir damarın mutlak bir şekilde yaratılması gerekiyor.
Bütün bunların kadın hareketi ile ne ilgisi var peki? Bütün büyük krizlerde olduğu gibi depremin yarattığı yıkımın da en fazla etkilediği kesim kadınlar. Bu durumun kurbanı olma rolünden çıkıp başkaldıran öznesi olarak kadınları tarif etmek için gericilikle ve piyasacılıkla hesaplaşan bir kadın hareketi yaratmak gerekiyor. Siyasette bazı kavramlara ve aslında bu kavramların arkasında bazı siyaset yapma tarzlarına her kapıyı açan anahtar gözüyle bakılıyor. Kadın hareketini sınıfsal bir perspektifle değil “kızkardeşlik” düzlemi ile ele almak da bu durumun çarpıcı örneklerinden. Bu kaygan düzlem ilericilik/gericilik eksenini de kamuculuk/piyasacılık eksenini de muğlaklaştırdığı ölçüde kadınların haklı öfkesini ve başkaldırısını devrimci bir kanala akıtmanın önüne set çekiyor. Özellikle feminist hareketlerin büyük bir kesiminin sermaye/piyasa ve gericilik konusunda önemsizleştiren hatta bu kavramların kadın hareketini böldüğüne dair yaklaşımları, sadece bıçağın kemiğe dayandığı ve “eril tahakküm” çerçevesi içine rahatlıkla yerleştirebildikleri örnekler de tekil karşı çıkışları, söylediklerimin bir örneğini oluşturuyor. Hal böyle olunca Meral Akşener’e kızkardeşlik hisleri oradan AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’e kadar kendine yol buluyor. Şu aralar çok popüler olmasa da ara ara Ümit Boyner gibi sermaye cephesinden kızkardeşler de kendine “ideolojileri ikame eden” toplumsal cinsiyet kriterleri ile yer bulabiliyor.
“Dayanışma”nın yanına “hesap sorma”yı eklemeliyiz. Depremle beraber kitlesel bir şekilde kaybettiğimiz canların yanında yaşanan barınma, sağlık, bakım konularında yaşanan büyük yoksunluk, kadınlar cephesinden bakıldığında daha da katmerleniyor. İşte bu nedenle kadınlar dayanışmayı büyütürken sorumlulardan hesap soracak bir duruşu da örgütlemek zorundadır. Bu ülkeyi gericiliğin ve piyasacılığın parsellemesinde kimin payı varsa, hangi siyasetin payı varsa onunla hesaplaşmalıyız. Böyle bakınca potaya AKP’li yıllarda iktidarın parçası olmuş özneler kadar AKP’den önceki yılların siyasal özneleri de girer. Böyle bakınca potaya yıllar boyunca burjuva siyasetine kan taşımış liberal ideolojinin sol ve sağ soslu üreticileri de girer.
Bu yazıyı okuyanlar açısından çok klişe bir söz gibi gelebilir, ülkemiz çok özel bir dönemden geçiyor. Bir ülkede tarihsel olanaklar devrimci bir stratejinin organik bir parçası haline getirilmedikçe kapitalizm ve onun yönetim aygıtları elbette kendini yeniliyor ve bu sözün klişe haline gelmesini doğruluyor. Peki buna mahkum muyuz? Tarih büyük acıların, felaketlerin, savaşların üzerine doğan devrimci dönüşümlere de şahit, kimi coğrafyalar ve kesitler de ise karşı devrimci yeni felaketlere şahit. Nasıl bir dönemden geçtiğimizi tarih bizim yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ile yazacak.