Prof. Dr. Korkut Boratav ile söyleşi: Türkiye’nin Toplumsal Bunalımı
Söyleşi: Can Aykaş
AKP’nin son Maliye Bakanı’nın izlediği ekonomi politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Nureddin Nebati’yi önceki bakanlardan ayıran bir tarafı var mı?
20 Aralık’ta Kur Korumalı Mevduat (KKM) başlığı altında ilan edilen “ekonomik revizyon” herhalde Saray’daki iktisat, finans uzmanları tarafından hazırlanmıştır. İktisatçı olmayan Bakan Nebati’nin doğrudan katkı yaptığını sanmıyorum. Ama, bu “revizyon”un kabul edilmesinde Cumhurbaşkanı’nı “ikna edici” bir rol oynamış olabilir. Bu “ikna” niçin gerekliydi? Kısaca bu soruyu yanıtlamaya çalışayım.
2015’e kadar Türkiye ekonomisinin büyümesinde ve AKP’nin seçimleri kazanmasında yüksek tempolu dış kaynak girişleri belirleyiciydi. AKP, 2002’de devraldığı neoliberal makro-ekonomik politikaları o tarihe kadar benimsedi; kullandı.
2015’te uluslararası sermaye hareketleri durgunlaşmaya başladı. AKP de o yılın Haziran seçimlerini kaybetti. Değişen ekonomik ve siyasal ortamda büyümeyi sürdürmek öncelik kazandı. Erdoğan, düşük faizlerle beslenen kredileri şirketlere pompalayarak makro-ekonomik dengeleri zorladı. Bu seçenek, neoliberal enflasyon hedeflemesi modeli ile uyumsuzdur. O reçete, sıkı para, dalgalı döviz kuru kuralına dayanır ve TCMB’nin politika faizinin enflasyonun üstünde tutulmasını gerektirir.
Cumhurbaşkanı neoliberal seçeneği reddederken, “yüksek faizler enflasyonun sebebidir” takıntısına sığındı. Temel iktisat bilgileri ve sonraki olgular ise, sermaye hareketlerine açık ve kronik cari açık veren Türkiye ekonomisi için bu takıntının faiz indirimleri → yükselen döviz kuru → enflasyon sarmalı ile sonuçlanacağını gösterecekti.
2017-2021 arasında bu sarmal yaşandı. Ağustos 2018’de ve Kasım 2020’de patlak veren döviz krizleri, TCMB faizlerinde zorunlu artışlarla geçici olarak frenlendi. Ama, faizlerin yükseltilmesi Cumhurbaşkanı tarafından asla benimsenmedi. Mart 2021’de TCMB Başkanı bu nedenle değiştirildi; Eylül-Aralık aylarında faizler beş puan indirildi. Aralıkta çok sert bir döviz krizi daha patlak verdi. Faiz indirimlerine karşı çıkan Lütfi Elvan’ın yerine Bakan Nebati bakanlığa getirildi.
Son döviz krizinin tetiklediği dörtnala enflasyon sonrasında seçim kazanmanın imkânsız olduğunu Saray’da birileri Cumhurbaşkanı’na anlatmış olmalıdır. Bu işlevi yeni bakan Nebati yerine getirmiş olabilir. Döviz krizine karşı önceki dönemlerde uygulanan faiz yükseltmesi yerine 20 Aralık’ta KKM politikasına geçilmesi de Nebati’ye atfedildi. Yerli büyük tasarruf sahiplerinin (rantiyelerin) TL’den kaçma çabaları döviz piyasalarını baskı altında tutuyordu. Döviz kuru artışlarını vadeli TL mevduat faizlerine eklemek, önce kur hareketlerini, sonra da bunlardan kaynaklanan enflasyonist baskıyı da hafifletecektir. KKM’den beklenti budur.
Bakan Nebati de, döviz kurlarında bir süre gözlenen göreli istikrarı “ekonomik bir zafer” olarak sunma ve bu konuda hem Cumhurbaşkanı’nı, hem de kamuoyunu ikna etme görevi üstlendi. Kamuoyu üzerindeki etkisi bir yana, Cumhurbaşkanı üzerinde başarılı olduğu TCMB’nin 21 Ocak’ta politika faizlerini sabit tutması ile ortaya çıktı. KKM kararı, aslında tüm mevduat ve kredi faizlerini yukarı çekti; faiz → enflasyon takıntısının geçersizliğini ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı’nın buna rağmen faizlerin in düştüğünü ileri sürmesi de Nebati’nin ikna gücünü göstermekte olabilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan sıkça Türkiye’deki enflasyon yükselişine benzer bir durumun tüm dünyada da görüldüğünü belirtiyor. Baktığımız zaman örneğin ABD’de son 40 yılın en yüksek enflasyon oranı açıklandı. Türkiye’nin son dönemde yaşadığı enflasyon artışında dünyadaki genel enflasyon artışının etkisi nedir? Türkiye’yi dünya genelindeki bu trendden ayıran özellikleri nelerdir?
ABD’de son açıklanan enflasyon verisi yüzde 7, Almanya’da yüzde 4,1’dir. Türkiye’de ise enflasyon çift sayılara yerleşmiş; 2021 ortalaması yüzde 36 olarak hesaplanmıştır. 2022’nin ortalarında yüzde 40-50 arasına çıkması öngörülüyor.
Bu enflasyon oranları arasında Türkiye aleyhindeki makas, “onlarda da var…” tespitiyle küçümsenemez. Sadece değil; niteliksel olarak da fark vardır. Çift haneli enflasyonu yüzde 20’lik eşiğin üzerine taşımak ciddi ve değişik sorunlar içerir. Dünya ekonomisinde yer alan gelişmekte olan büyük ülkeler içinde 2021’i Türkiye’den daha yüksek enflasyonla kapatmış iki ülke daha var: Arjantin %42, İran %39… Birincisi kronik bir dış borç krizindedir; ikincisi ABD’nin uyguladığı ağır ekonomik yaptırımlarla cebelleşmektedir.
Türkiye’de yaşanan enflasyon düzeyi, kendine özgü ağır sorunları da getirir. Hızla tırmanması, çok geniş emekçi, güvencesiz kitleleri çaresiz bırakır. Hızlanma yavaşlasa bile, en iyi ihtimalle belki yüzde 50 civarında bir tempoya yerleşir. Sonrasında süreç kendi kendini besler; geçmiş enflasyonu ileriye de taşınır. Ama, farklı sınıf, katman ve ekonomik grupların göreli durumlarını bozmadan yürümesi çok güçtür. Hiper-enflasyon olasılığı eşiktedir; temel tüketim mallarını polisiye önlemlere, karne ve kuyruklara bağlamak, sürecin denetimden çıktığını gösterir.
Türkiye benzer bir süreci 1990’ı yıllarda koalisyon partileri döneminde yaşadı. Emek örgütleri bugüne göre çok daha güçlüydü; ücretler, aylıklar, çiftçiye dönük destekler kronik enflasyona endekslenmiş; güvenceye alınmıştı. Sermaye çevreleri elbirliği ile IMF’yi davet etti; sert istikrar programları iki kriz getirdi; 1998-2002 arasında beş kayıp yıl yaşandı. Bugünlerde Türkiye bu aşamaya gelmiştir; ama emek gelirlerini güvenceye alan yöntemlerden yoksundur. Emperyalizme, dış kaynaklara fazlasıyla bağımlı bir yapıda, er veya geç bir IMF programı gündeme gelecek; “kayıp yıllar” tekrarlanacaktır.
Türkiye’de yaşanan iktisadi krizin siyasi gündeme yansımaları üzerinden bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Türkiye’de iktisadî kriz var mı? Farklı kriz kavramlarından hangisi? Millî gelir peş peşe iki çeyrek düşerse ekonomik daralma; bu durum uzar, örneğin on iki aya taşarsa ekonomik kriz; döviz, kredi piyasalarını, bankaları kapsayan finansal kriz; ödemeler dengesi tıkanmalarını ağırlaştıran dış borç krizleri…. Yukarıda değindiğim döviz krizleri de bu çerçeve içinde yer alır. Hepsi günümüzde “Güney” coğrafyasında yaygınlaşan iktisadî kriz türleridir.
Türkiye’nin 2017 sonrasına göz atalım. Ekonomi, 2018-2019 yıllarında dokuz aya dağılan (yıllık ortalamalara taşınmayan) bir ekonomik daralma döneminden; sonuncusunu bugünlerde yaşadığımız (ve sınırlı kalan) üç döviz krizi aşamasından geçti. 2020-2021 yıllarını ise “kriz yok; toplumsal bunalım var…” olarak değerlendireceğimizi düşünüyorum.
“Toplumsal bunalım” tespitini, emekçi sınıfların göreli ve mutlak gönenç göstergelerinin 2016’dan bu yana çarpıcı boyutlarda bozulmasına dayandırıyorum. Bu “bozulma”, büyük ölçüde Saray iktidarının uyguladığı, yukarıda açıkladığım iktisat politikalarından kaynaklanıyor: Düşük faizli, bir bölümü Hazine garantili kredilerin şirketlere pompalanması… 2020’nin salgın koşullarında bu politika sürdürülmüş; ağır koşullarda bütçe kaynakları salgının mağduru emekçilerden esirgenmiştir. Bu beş yılda dokuz aylık ekonomik daralma dönemi dışında millî gelir artmış; ancak gelir dağılımı çarpıcı boyutlarda işçi sınıfının aleyhine değişmiş; yoksulluk tırmanmıştır.
İki gösterge ile yetineyim: 2016-2021’in Ocak-Eylül dönemleri sonunda ulusal net katma değerde ücret payı 6,2 puan (% 45,3 → % 39,1) gerilemiştir. Türkiye iktisat tarihinde benzerine nadir rastlanılacak boyutta, işçi sınıfının tümünü etkileyen bir bölüşüm şoku… Şirketlerin ve Saray’ın denetlediği bölüşüm ilişkilerinin sonucu…
İkincisi Dünya Bankası’nın yayımladığı bir anketin sonuçlarında yer alıyor: Türkiye’de yoksulluk oranı 2019-2020 arasında iki puan (%10,2 → %12,2) artmıştır. 2012’den bu yana en yüksek oran budur. Yoksullaşma işçi sınıfında yoğunlaşmış; kadın, genç, 15-24 arası yaş grubunda yer alan, kayıt-dışı ve niteliksiz emekçiler özellikle etkilenmiş. Bunları istihdam, işsizlik istatistikleri ile zenginleştirebiliriz.
Toplumsal kriz budur. Daha da kötüsü, kalıcı görünmektedir. Ekonominin orta dönemde büyüme eğilimi düşmektedir. IMF 2022-2026 arasında Türkiye ekonomisi için yüzde 3,3’lük bir büyüme temposu öngörmektedir. Türkiye’de işsizliği artırmamak için gereken büyüme hızı ise yüzde 5’tir. Daha düşük büyüme oranları, bugünkü toplumsal bunalımın önümüzdeki yıllarda da ağırlaşması anlamına gelir. Hele Saray yönetiminin bölüşüm şokuna yol açan politikalar sürdürülürse…
Bu ortamın güncel siyasete yansımaları üzerinde duralım. Saray’da tasarlanan, uygulaması başlatılan KKM programının, geçici bir istikrar yaratarak seçime gitme önceliği taşıdığına yukarıda değindim. Başarabilir mi?
Güçtür; ama “arızalı seçim yöntemleri” ile birleştirilirse mümkündür. Döviz piyasaları üzerinde yerli tasarruf sahiplerinin (rantiyelerin) TL’den kaçma çabalarından kaynaklanan (enflasyonu da besleyen) baskıyı hafifletmesi hedeflendi; bu beklenti Ocak ortalarında kısmen gerçekleşti. Bu adımı, önce asgari ücretler, memur ve emekli aylıklarındaki yüksekçe ayarlamalar; yılbaşından sonra da enerji fiyatlarında ve dolaylı vergi zamları izledi. Reel emekçi gelirlerini, iç talebi ve üretim maliyetlerini hem yükselten, hem de frenleyen karşıt etkenler var.
Enflasyonun frenlendiği izlenimi yaygınlaştığı bir dönemeçte “ekonomik zafer” ilan edilerek erken seçim kararı alınırsa kazanılabilir mi? KKM tasarımının siyasal beklentisi bu olsa gerekir.
Ne var ki, olası bir seçimin sonuçları ekonomik sorunları değiştirmeyecektir. KKM programının sağlayacağı istikrar kısa dönemlidir; sürdürülemez. Saray’ın faiz → enflasyon saplantısına dönmesi ekonomik kargaşa anlamına gelir. Düzen muhalefeti, seçim sonrasında neoliberal programa dönüşü şimdiden ilan etmiştir. Üç seçenek de önümüzdeki dönemde bir IMF programını içeriyor veya kaçınılmaz kılıyor. Parasal ve malî kemer sıkmayı içerecek bu program yukarıda betimlediğim toplumsal bunalımın sonraki yıllara da taşınması anlamına geliyor.
Bu dönemeçte toplumsal bunalımın aşılması için Türkiye ekonomisinin bir büyük onarım hamlesine geçmesi zorunludur. Neoliberal yılların enkazının temizlenmesini ve emperyalizmle bütünleşen sermaye tahakkümüne son vermeyi hedefleyecek büyük onarım, Saray’ın ve düzen muhalefetinin temsil ettiği sınıf iktidarları tarafından gerçekleştirilemez.
Son dönemde dünya genelinde ortaya çıkan tedarik zinciri krizini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu krizin nedeni yalnızca pandemi mi?
Sözünü ettiğiniz kriz, Trump yönetiminin Çin’e karşı başlattığı, Biden’ın da sürdürdüğü ekonomik yaptırımlardan kaynaklandı. Pandemi dönemi, zincirin çeşitli halkalarında yer alan ülkeleri farklı boyutlarda etkiledi; kriz ağırlaştı. Bu zincirlerin içinde Çin’in kritik, belirleyici bir yeri var. Süregelen, Omicron’la tırmanan pandemiye karşı Çin, sert kapanma önlemleri içeren “sıfır Covid” stratejisinde ısrar ediyor. Tedarik zincirleri krizi bu nedenle de etkilenmeye başlamıştır.
Batı medyasında 2022 yılında Çin ile ABD arasındaki rekabetin daha da kızışacağına dair öngörüleri sıkça görüyoruz? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Çin ile ABD arasında bir Soğuk Savaş var mı?
Trump yönetiminin küreselleşme-karşıtı politikalarının ana uzantılarından biri Çin’e karşı başlatılan ticaret savaşı oldu. “Ticaret savaşı”, dünya ekonomisinin rakip blokları, büyük ülkeleri arasında ekonomik rekabet alanına girer; uluslararası kurallar çiğnenebilir; ikili anlaşmalar yeğlenir; ama aslında bir soğuk savaş anlamına gelmez.
2019’da Trump yönetimi ticaret savaşın kritik iki adım öteye taşıdı. Önce Çin hükümetini değil, Çin Komünist Partisi’ni hedef alan ideolojik bir saldırı başlattı. Eski soğuk savaşın “komünizme karşı hür dünya…” söylemini canlandırdı. Sonra, korona salgınında doğrudan doğruya Çin’i. “bakteriyolojik savaş” iddiaları da ekleyerek suçladı. Bu ikili saldırıyı ırkçı sloganlarla bütünleştirdi.
Biden yönetimi, aynı soğuk savaş söylemini sürdürmektedir. Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve kadrosu, ABD devletinin “şahin” kanadını temsil etmektedir. Çin de, ABD’den kaynaklanan; Avrupa’nın da kısmen katıldığı bu “meydan okuma”yı, aşağı yukarı benzer bir üslup ile yanıtlamayı yeğledi. ÇKP’nin 100’ncü kuruluş yıldönümünü gösterişli biçimde, törenlerle kutladı. “Batı demokrasisi” efsanesi açıkça hedef aldı; “Çin’e özgü sosyalizm” anlayışı vurgulandı.
ABD soğuk savaş söylemini Rusya’yı da katarak genişletmektedir. Bu ülkede Demokrat Parti yönetimleri genellikle savaş lobisini de güçlendirmiştir. Afganistan’dan başlayarak Orta Doğu’da dökülen kanın sorumluluğu, Carter ile başlamış; Clinton, Obama dönemlerinde zirveye çıkmıştır. Bugün de tehlikeli bir dönemece girilmiş; sıcak savaş olasılıkları artmıştır. En azından bölgesel kalması umulur.