Sosyal Devlet ve Temel Vatandaşlık Geliri
Prof. Dr. İzzeddin Önder
Bazı çevrelerce gündeme taşınan Temel Vatandaşlık Geliri kavramı, İngiltere’de Londra Üniversitesi’ne bağlı Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) Endüstriyel İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Guy Standing’in, 1975-2006 yılları arasında ILO’da çalışırken geliştirdiği bir tür sosyal destek projesidir. Bu proje halen Avrupa ve bazı Uzakdoğu ülkelerinde tartışılmakta olup, Türkiye’de de tartışmaya açılmıştır. Önerilen sisteme göre, her vatandaş, yaş, konum ya da faaliyetinden bağımsız olarak belirli miktarda kamusal gelir transferine hak kazanır. Guy Standing’in bir dizi eseri arasında, önerilen sistemin gerekçesinin ve işleyişinin anlatıldığı Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf başlıklı eseri, aynı isimle Türkçe’ye de çevrilmiştir.2 Henüz hiçbir ülkede uygulama alanı bulmamış olan bu sistem, özellikle pandemi nedeniyle zor durumda kalanlar arasında olduğu kadar, onun da dışında genellikle kabul görebilir bir sistem olarak yaygınlaşabilir. Ancak, bir yandan yeni bir sosyal devlet programı olarak ekonomiye ne şekilde monte edilebileceğinin belirsizliği, diğer yandan da önemli bir kamu geliri ihtiyacı yaratabileceği endişesi hemen hemen tüm ülkelerde hareketlenmeyi oldukça yavaşlatmaktadır.
Refah Politikalarının Kısa Tarihçesi
Refah politikaları ve sosyal devlet uygulamaları, kapitalist sistemin temel dokusunu oluşturmamakla beraber, kapitalist yöneticilerin elinde özellikle soğuk savaş döneminde reel sosyalizme karşı koruyucu kalkan olarak, diğer dönemlerde de sömürü altındaki emekçilerin baskılanmasına hizmet edici araç olarak kullanılagelmiştir.
Kapitalist sistem emek ve tabiat kaynakları başta olmak üzere, metalaştırdığı her alanı sömürüp sermaye birikimi yaparak yaşamını sürdürür. Bu süreç, emek ve geniş anlamda insan hakları aleyhine sistematik hak ihlaline dayanır. Sermayenin sömürü baskısı karşısında hak ihlalini algılayan emekçi kesim, kimi zaman akutlaşan mücadeleler yanında, emek-sermaye karşıtlığında sistematik olarak kronik baskı altındadır. Emek üzerindeki sömürü meselesi Karl Marx’ın ünlü eseri Kapital’de etraflıca ele alınmış olup, emek değer teorisinin mucidi İskoç politik iktisatçılarının göremediği sömürü olgusu Kapital’de ortaya koyulmuştur.3 Üretim ilişkisinde tüm emekçilerin sömürü altında olduğunu sezen Veblen de, Marx’a bazı itirazlar yöneltmekle beraber,4 kurumsal iktisat ekolünü kurarken, The Theory of the Leisure Class ve The Theory of Business Enterprise adlı kitaplarıyla mühendisler sınıfını ezilen ve sömürülen sınıf olarak tanımlamıştır. Gerek genelde emekçilerin sömürüldüğü iddiasını ileri süren Marx, gerekse mühendislerin sömürüldüğü iddiasını dillendiren Veblen dönemlerinde emek hakkını korumaya yönelik etkili sosyal devlet kurumları ve sigorta sistemi mevcut olmayıp, tüm kesimde genel yoksulluk hakim, emekçi kesimde ise sömürü düzeyi fevkalade yüksekti.
Sosyal hak ya da sosyal destek olarak kapitalizmin geliştiği Batı dünyasında ilk uygulamayı Hristiyanlığın yardım anlayışı çerçevesinde İngiltere’de 1601 tarihinde çıkarılmış olan Yoksulluk Yasası ile çaresizlere destek, çalışabilir durumda olanlara ise iş sağlama şeklinde gerçekleştirildiğini görürüz. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’da kabul edilen Yeni Sözleşme (New Deal) ve Beveriç Raporu (Beveridge Report) da benzer uygulamalardandaır.5 Toplumsal anlayış çerçevesinde halka destek ve toplumsal dayanışma bağlamında yapılan yardım ve destekler günümüze doğru gelişip genişleyerek, emekçi mücadelelerin de katkısıyla çalışma yaşamını ve onun ötesinde eğitim alanını ve emekliliği de kapsayacak şekilde “vatandaşlık” hakkı olarak uygulama alanı bulmuştur.6 Sosyal hak bağlamında önemli bir aşamayı da Paris Komünü gelişmelerinden ürken Prusya diktatörü Otto von Bismarck’ın 1889 tarihli yaşlılık ve engelli olma koşuluyla bireye sağlanan sigorta sistemi oluşturur.7 Sosyal politikaların en köklü ele alınışı İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde, Marx’ın “arz fazlası” tezine karşılık “talep yetersizliği” tezini devreye sokan Keynesgil politikalarla gerçekleştirilmiştir.8 İkinci Paylaşım Savaşı ile 1970’lerin sonlarına dek uygulamaya koyulmuş olan Keynesgil teoriye dayalı refah devleti politikaları, bir yandan savaş sonrası ayağa kaldırılan ekonomilerin güçlü desteği, diğer yandan da reel sosyalizme karşı kapitalizmin koruyucu kalkanı olarak işlev görmüştür. Bilindiği üzere, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasından itibaren 25 yıla yakın süre Batı Avrupa ülkelerinde ağırlıklı olarak uygulanan Keynesgil politikaların olumlu sonucu sömürüyü hafifletme ve yaşanan yoksulluğu giderme olmakla beraber, ihdas ediliş sebebi bir yandan emek-yoğun üretim teknolojisinde emekçilerin yoğun mücadelelerinin soğurtulması, diğer yandan da Sovyetlerin yayılma olasılığı karşısında emekçilerin ve halkın gönlünün çelinmesi ve hızla yükselen üretime piyasa oluşturulmasıdır. Sosyal demokrasilerde gelir dağılımının bir dereceye kadar da olsa düzeltilmesi ulus devlet yapısı içinde piyasaların genişlemesine yol açar. Bundan dolayıdır ki, yaklaşık aynı dönemde günümüzün haşin politikası olan neoliberal politikaların da temeli, 1938 yılında toplanmış olan Walter Lippmann Kollokyumu ile atılımış olmakla beraber, Avrupa üzerinde dolaşan Marx hayali korkusu, Keynes politikalarının öne çıkmasına yol açmıştır.
Günümüzün ileri sanayi ve robot teknolojileri emeği istihdam alanı dışına atmaktadır. Emekçilerin ve halk yığınlarının giderek yoksullaştığı ileri sanayi aşamalarında “prekarya” olarak anılan güvensiz emekçinin durumunun günümüzden çok daha perişan konumlara gerileyeceği de bilinmektedir.9 Bu süreci emekçi aleyhine daha da koyulaştıran küreselleşemenin yanında hızla gelişen ve yaygınlaşan finansallaşmanın da sermaye kesiminin çıkarları karşısında emekçi kesimin ve düşük gelirli halkın mücadele gücünü sınırladığı görülmektedir. Bir yandan sermayenin olağanüstü hareketlilik kazanması, diğer yandan da emek-yoğun üretim teknolojisinden sermaye-yoğun teknolojilere geçiş emekçileri dar alanda sıkıştırırken, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması da genel halk düzeyinde yoksulluğu derinleştirmektedir. Bu durum kapitalizm çerçevesinde sosyal politikaların önemini ortaya çıkarırken, sermayenin yükselen hakimiyeti ve yönetişim politikaları da kamu otoritelerinin egemenlik ve hareket alanını sınırlamaktadır.
Kapitalizm ve Refah Devleti
Sosyal devlet politikaları uygulamaları devlet biçimi ve ideolojisi ile yakından ilgilidir. Kapitalizmde devletin ana işlevi sermaye birikimine katkı yapma olduğu gerekçesiyle, refah politikaları uygulamalarının “sosyal” sıfatından çok, “sermaye” sıfatı ile nitelenmesi, politikaların perde arkasının açıklanması açısından gerçekçi yaklaşımdır. Tarihsel süreçte sosyal politikaları sermayenin manevra alanı içinde görmenin gerekliliğine ilaveten, söz konusu politikaların günümüz koşullarında eriyor olmasının da sistem mantığı ve ideolojisi çerçevesinde sermaye politikaları bağlamında algılanması gerekir.
Ekonomilerin zamanla sanayileşmesi ve gelişmesi neticesinde sosyal politikaların kapsam alanı da salt emek sömürüsü ile sınırlı olmaktan çıkartılıp, işsizlik ya da yaşlılık veya genel yoksulluk gibi bireye bağlı koşullar yanında, eğitim, sağlık gibi kurumsal alanları da kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Ancak, kapitalist sisteme özgü olarak sosyal politikalar her ne kadar tarihsel kökenlere ve teorik esaslara dayandırılmış olsalar da, politikaların amorf karakterinin hangi ekonomik koşullarda ne şekil almış olduğu ve bundan sonra da ne şekil alacağı, sermayenin başatlığında belirlenecektir.
Sosyal Haklar, İnsan Hakları sisteminde ikinci kuşak haklar arasında yer alır.10 Kökeni “Doğal Hukuk” ve “Toplumsal Sözleşme” kavramlarına dayanan insan hakları olgusunun oluşma ve gelişme sürecinde Fransız Devrimi’nin önemi yadsınamaz. 1789 Fransız Devrimi siyasal anlamda eşitliği ve demokrasi kavramını geliştirmiştir. Fakat 1830’lu ve 40’lı yıllarda İngiltere’de yaşanan sanayi devrimi emek ile sermayeyi çok net ayrıştırarak emek sahibinin kendi üretimi üzerinde mutlak hak sahibi olma anlamında ekonomik demokrasi kavramını gündeme taşımıştır.11 Aralık 1948 tarihinde yayınlanmış olan Avrupa İnsan Hakları Bildirgesi’de, kapitalizmde emeğin mutlak köleleştirilmesine karşı önlem alındığı izlenim yaratılıyor olmakla beraber, 17. maddede mülkiyet hakkına da yer verilerek, kapıdan kovulmaya çalışılan emeğin köleleştirilmesi sürecinin baş sorumlusu bu kez pencereden içeri alınıyordu.12
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Keynes teorisine dayandırılarak uygulamaya koyulmuş olan refah devleti modelinde emeğin metalaştırılmasının sınırlandırılması (decommoditification) kavramı yanında, emeğe bazı sosyal haklar da sağlandı.13 Emek sermaye çatışmasında devletin devreye girmesi emek lehine gibi gözüküyor olmakla beraber, devletin gücünün vergiye dayanması nedeniyle devletin ağırlığı daima sermaye lehinedir. Sosyal haklar emek kesimine işsizlik ya da emeklilik vb. gibi çeşitli risklere karşı kısmî koruma sağlar, sermaye açısından ise, sistemin meşrulaştırılması, piyasanın genişletilmesi ve emek cephesinin soğurtulması sonuçlarını doğurur.
Kapitalist süreçte metalaştırılan salt emek olmayıp, sosyal alanda yer alan hemen hemen tüm hizmet üretimleri de sermayenin emrinde metalaştırılmaktadır. Bu bağlamda, günümüz politikaları çerçevesinde biyolojik varlığın sosyal sermayeye dönüştürülme alanı olan eğitim ve emeğin idamesini sağlayan sağlık hizmetleri de metalaştırılarak, sermayenin sömürüsüne sunulmaktadır.
Kapitalist sistemde bireylerin, özellikle de emekçilerin en önemli güvencelerinden biri de emeklilik haklarıdır. Kapitalizmde emeklilik hakkı bireyler arası aktarım olmayıp, aynı grup içinde zamanlararası gelir aktarımı niteliğindedir.14
Kapitalist devlet yapısının sınıf çatışmaları bağlamında kamu kesiminin arabuluculuk rolü iki temel ilkeye dayandırılır; bunlardan biri sistemin devamını sağlayıcı sermayeye katkı yapmak, ikincisi ise sistemin meşrulaştırılması gereği sosyal hizmetler alanını yönetmektir.15 Devletin birikim işlevi ekonomiyi genişletirken istihdam sağlar; devletin meşrulaştırma işlevi ise, hem sistemi yumuşatıp meşrulaştırır, hem de harcamalar yoluyla sermayeye piyasa işlevi görür. Hâl böyle olunca, refah harcamalarının alanı ve miktarı da, son kertede sermayenin iradesine bağlı olur. Sermaye o denli güçlü ve yüksek bilince sahiptir ki, hamasi duygular ya da kutsal söylemlerden kesinlikle etkilenmeden daima çıkarı doğrultusunda hedefe yönelir.16 Oysa emekçi kesim, ücretini aldığında genellikle sömürüldüğünü dahi algılayamadan mutlu olabilir, ekonomik krizler ya da işsizlik dönemlerinde de ekonomi dışı söylem ve inançlara saparak, taleplerinde geri adım atıp, zaman zaman sermaye kesimine ve siyasete destek dahi verebilir.17 Görülüyor ki, kapitalizmde hak çatışması sermaye ile emek arasında cereyan ediyor olmakla beraber, sertleşen ortamlarda devlet emek ile sermaye arasında rol alıyor görüntüsünde, aslında emek üzerinde baskı uygular. Hal böyle iken, emekçi haklarını korumakla yükümlü sendikaların, sistem partilerini siyasi olarak desteklemeleri yanlış bilinç yansımasıdır.
Devletin sosyal amaca tahsis ettiği kaynak, aslında sermayenin sömürü olarak katma değerden aldığı payın bir bölümüdür. Şu hale göre, sosyal harcamalar metalaştırılan emeğin vazgeçtiği hakkın bir bölümünün geri dönüşüdür. Kapitalizm hukuku çerçevesinde sosyal pay üzerinde sermaye kesiminin hâkimiyeti oluştuğundan, ekonominin daraldığı ve sermayenin sıkıştığı her dönemde yükün paylaşımı hakkaniyet ilkesi doğrultusunda değil, sisteme başat güç ilişkisinde gerçekleştirilir.
Biri iktisatçı, Alfred Marshall, diğeri sosyolog, Thomas Humprey Marshall, olan iki akademisyen ilginç şekilde emek sömürüsünü sisteme entegre etme çabalarına girişmiştir. Alfred Marshall, Ricardo’nun tüm bileşenleri ile üretim maliyetine ağırlık vermiş olduğunu Marx’ın yanlış yorumladığı görüşü doğrultusunda sömürü ve gelir adaletsizliğine yer vermemiştir.18 Thomas Murphy Marshall ise, toplumsal ilişkide sınıf farklılıkları olmakla beraber, yurttaşlık bilinci ile sınıflar birbiri ile kaynaşır ve sosyal ihtilaflar çözülür görüşünü ileri sürmüştür.19
Temel Vatandaşlık Geliri Gerekçesi
Guy Standing temel vatandaşlık geliri kavramını ortaya atarken bazı gerekçeler ileri sürmüştür. Belirtilen gerekçeler, hiçbir mantıksal temele oturtulmadan, giderek karmaşıklaşan yapıda ortaya çıkan idari güçlükler, bazı sosyal harcamaların giderek önemini yitirmesi ve alanının daralması gibi ad-hoc görüşlere oturtulmuştur. Standing, söz konusu sorunlara sistem içinde çare aramak yerine temel vatandaşlık geliri görüşünü geliştirmesi neoliberal mantığın sonucudur. Standing bu görüşünü, 1975-2006 yıllarında ILO’da görevli iken geliştirmiştir. Bu dönemler, Batı dünyasında kâr hadlerinin gerilediği, sermaye sıkışıklığının yaşandığı neoliberal akımın baş gösterdiği yıllardır. Neoliberal dönemin belirgin özelliği, sıkışan kâr oranları karşısında tüm emekçi haklarının ve toplumsal sosyal hakların törpülenmesidir.19
Kısa özette de görüldüğü üzere, çeşitli dönemlerin gerek mücadeleleri gerek sermaye çıkarı doğrultusunda kazanılmış sosyal haklar neoliberal dönemde eritilmektedir. İleriye yönelik yaygınlaşan yapay zeka ve robotlaşma, emekçileri ve tüm halkı işsizlik ve yoksulluk tehdidine sürüklemektedir. Bu koşullarda oluşabilecek toplumsal kalkışların yatıştırılması ulusal gelirde günümüzden çok daha yüksek payın refah harcamalarına yönlendirilmesini gerektirmektedir. İleri Batı dünyasında 2050 yılında günümüzdeki sosyal hizmet düzeyine denk hizmet sunulabilmesinin vergi sisteminin ulusal gelirden yaklaşık % 4-6 dolayında daha fazla kaynak çekmesini gerektireceği hesaplanmaktadır.21
Temel vatandaşlık geliri tartışılırken, bu uygulamanın var olan sosyal güvenlik sistemine ek olarak mı, yoksa tüm sistemi ikame edici olarak mı uygulanacağı net değildir. Birinci durum kapitalist sistemde kaldırılabilir değildir. Bu koşulda, örtülü olarak var olan yaygın sosyal sistemin ikamesi olarak tasarlanan temel vatandaşlık geliri yoksulluğa çare olmayacağı gibi, yoksulluk düzeyini de yükseltir, zira böyle bir uygulamanın kaçınılmaz sonucu ya da sebebi tüm kamu hizmetlerinin piyasaya aktarılmasıdır. Hal böyle olunca, teknolojinin gelişmesiyle giderek yükselecek yoksulluğun temel vatandaşlık geliri uygulaması ile karşılanması olası olamayacağından, olağanüstü ihtiyaç içine giren bir emekçi ya da vatandaş, ya diğer vatandaşa yük olacak ya da köleleşerek her işi sadece boğaz tokluğuna yapmaya razı olacaktır.
Bu durumda şu sorulmalıdır: var olan sosyal güvenlik sistemi mi, yoksa temel vatandaşlık geliri sistemi mi sermaye üzerine göreli olarak daha az yük yıkar? Sermayenin hesabına göre, neoliberalizm ideolojisi çerçevesinde ikinci sistem daha avantajlı görünüyor. Ancak, bugünkü yüklerden kurtulmak ve tüm hizmetlerin piyasaya sürülmesi amacıyla sermayenin hesaplamadığı cehennem, ileri bir zamanda bizzat sermayeyi yakabilir. Şöyle ki, temel vatandaşlık gelirinin devamlı yetersiziliği, yoksullaşan kitlenin sermayeye karşı kalkışını şiddetlendirebilir. Buna rağmen, daima kısa vadeli getiriler peşinde koşan ve “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” körlüğü ile hareket eden sermaye, bugün avantajlı konuma geçmeyi gelecekteki potansiyel mücadelelere yeğliyor gözükmektedir.
Sonuç
Tarihsel mücadelelerle, tüm yetersizliğine rağmen, dantel gibi örülmüş var olan sosyal güvenlik sistemlerini de çökertici Temel Vatandaşlık Geliri önerisi neoliberal politikalar ailesinin mütemmim cüzüdür.22 Bu sistem, bireyin ürettiği üzerine mutlak tasarruf sahibi olması gerektiği görüşüne dayanan ekonomik demokrasi anlayışı ve çağdaş toplum anlayışı çerçevesinde kabul edilebilir değildir. Kapitalist sistemi daha da koyulaştırmaya aday Temel Vatandaşlık Geliri görüşü, kısa vadede umutlandırabileceği kitleleri sömürü, işsizlik ve sefalet çamuruna gömmeye adaydır. Mesele, Temel Vatandaşlık Geliri sistemini leh ve aleyhteki yanlarıyla tartışmak olmayıp, sermayenin merkezileştiği ve yoğunlaştığı bir dönemde, sermaye çevrelerinin insan emeği ve özgürlüğü üzerine ne tür programlar tasarlayabildiği bilincinin geliştirilmesidir.
Kaynaklar
- Bu yazı, Prof. Dr. Tülin Öngen için hazırlanmış yazının kısaltılmış değişik halidir.
- Standing, Guy (2014), Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf, (E. Bulut, terc.). İletişim
Yayınları
- Marx, Karl (1976), Kapital, 3 cilt., Yordam Kitap; Michael Heinrich, An Introduction to the Three Volumes of Karl Marx’s Capital, (2004), Locascio, New York: Monthly Review Press
- Veblen, Thorsten (1919), “The Socialist Economics of Karl Marx I & II”, The Place of Science In Modern Civilisation, New York, B.E Huebsch, S. 409-456
- Barr, Nicholas (2012), 5. Baskı, Economics of the Welfare State, Oxford, United Kingdom: Oxford University Press, S 7, 210
- Barr, op.cit.s. 7, 210
- Barr, op.cit, s.. 146
- Eaton, John (2009), Keynes’e Karşı Marx, (E. Bulut, terc) terc. T. Ok, Doğa Basın Yayın
- Standing, Guy (2014), Prekarya, (E. Bulut, terc.), İletişim Yayınları
- Kabaoğlu, İbrahim Ö. (1997), “İnsan Hakları”, Çağdaş Toplum Değerleri içinde, İstanbul: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, S. 13-44
- Callinikos, Alex (1983), The Revolutionary Ideas of Karl Kax, Haymarket Books, Chicago
- Büyük Larousse (1986), 11. Cilt, İstanbul: Milliyet Gazetecilik A.Ş. s.5713
- Esping- Andersen, Gosta (1998), Three Worlds of Welfare Capitalism, Priceton, New Jersey: Princeton University Press, S. 21-3
- Offe, Claus (1984), Contradictions of the Welfare State, The MIT Press, Bl. 6
- Wolf, Richard D. and S.A., Resnick (1988), Economics: Marxian Versus Neoclassical Baltimore: The John Hopkins University Press, s. 167-71
- Bu durum 18. Yüzyılın ortalarında Smith tarafından da açıkça dillendirilmiştir. Smith, Adam (1960), The Wealth of Nations, vol. I, Everyman’s Library, s. 231-2
- Durak, Yasin (2011), Emeğin Tevekkülü, İstanbul: İletişim Yayınları
- Marshall, Alfred (1959), Principles of Economics, MacMillan & Co. s. 417
- Marshall, Thomas Humprey (2006), “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf”, Sosyal Politika Yazıları, Ayşe Buğra-Çağlar Keyder (ed.) İletişim Yayınları, s. 19-32
- Peck, Jamie (2010), Constructions of Neoliberal Reason, Oxford University Press, s. 238
- Glennerster, Howard (2010), “The Sustainability of Western Welfare States”, ed. F. Castles, The Oxford Handbook of Welfare State, S. 689-702
- Biebricher, Thomas (2018), The Political Theory of Neo-Liberalism, Stanford University Press, s. 18-21