Ölümünün 50. yıldönümünde Suat Derviş’e dair notlar
Cengiz Kılçer
Öncelikle, bu kısa yazımızda ne Suat Derviş’in bir toplantıda Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi diye tanıtılınca, “Hayır, ben yazar Suat Derviş!” diye itiraz etmesi, üstelik ne “çapkın” bir kadın olması ve “dört” kez evlenmişliği, ne Nâzım Hikmet’in ona “âşık” olması (Berktay 1997:91-92) gibi kimseyi ilgilendirmeyen ve ilgilendirmemesi gereken konulardan bahsedilecek. Ya da Suat Derviş şöyle unutturuldu böyle unutturuldu gibi envâ-ı şekavetlerde bulunmayacağız.
Suat Derviş’in roman, öykü, çeviri, anket, röportaj ve köşe yazıları ile edebiyatımızdaki yeri ve önemi tartışılmaz. Bununla beraber onun edebiyatını besleyen olgu ise meslekten gazeteciliğidir. Kendisi, yalnız edebiyatçı değil, aynı zamanda gazeteci olduğunun da altını çizer (Köklügiller ve Minnetoğlu 1974:137). Suat Derviş’te gazeteci ve romancı kimlikleri birbirine geçmiştir. Ona göre gazeteci, günün her saatinde memleketinin insanları ve sorunlarıyla ilişki halindedir. Memleketini ve insanlarını gazeteciliğe başladıktan sonra tanımıştır. İstanbul’un en yoksul semtlerini bilmekle kalmaz, en ücra köşelerinden en lüks bölgelerine kadar girip çıkmıştır. Sefaleti ve refahı birbirinden çok uzakta değil, aynı şehrin belediye sınırları içinde gözlemlemiştir.
Suat Derviş’in bu özellikleri bize şunu gösterir: dünyada edebi gazetecilik alanında Jack London, John Steinbeck, Upton Sinclair, Ernest Hemingway gibi (bu yazarların eserleriyle karşılaştırıldığında apaçık görülecektir) Suat Derviş de uluslararası ölçekte aynı önem ve düzeydedir.
Suat Derviş, daha erken denilebilecek bir dönemde yurtdışında Kölnischer Anzeiger, Morgenpost, Bild gibi gazetelerde makaleler yazmış Horizon’da, Les Femmes D’aujourd’hui, Les Femmes Françaises, Eve, Antoinette gibi dergilerde roman ve öykü yayınlamıştır. Bu konuya dair Behçet Necatigil’e 26 Ocak 1967 tarihli mektupta şunları anlatıyor: 1930-32 arasında yazar olarak Almanya’da çalışmıştım. 1953’te Avrupa’ya gittim. Fransa’da iki kitap çıkarttım, birini Türkçe yazdım, kız kardeşim Fransızcaya tercüme etti (Ankara Mahpusu), ikincisini ben yazdım, o gözden geçirdi (Yalının Gölgeleri). Paris’te Les Lettres Françaises, İstanbul’da ilk defa Tan gazetesinde çıkmış olan ve sonra birkaç kere haftalık dergilerde ve bayram gazetelerinde çıkan “Fukara Ölüsü” isimli uzun bir hikâyem intişar etti. Horizon’da, Les Femmes D’aujourd’hui, Les Femmes Françaises, Eve, Antoinette dergilerinde, Parisien Libere gazetesinde çıkan hikâye ve romanlarım vardır. İkisi Almanya’da, Çekoslovakya’da, Polonya’da, Sırbistan’da, Hindistan’da, Finlandiya’da, Romanya’da, Kanada’da, İngiltere’de, Japonya’da, İspanya’da, İskandinavya’da, Kızıl Çin’de tercüme edildi. Batı Almanya’da Kölnischer Anzeiger, Morgenpost, Bild ve daha birçok yevmi gazetelere makale verdim. Avusturya’da Volksstimme gazetesine devamlı olarak hikâyeler verdim ve Stimme der Frau kadın gazetesinde Yalının Gölgeleri romanım çıktı (Necatigil 1976:593-609).
Suat Derviş, Galata semtinin izbe yerlerini, kaldırımların üstünde uyuyan sefilleri, kahve altlarında çubuk içen esrarkeşleri, Galata’nın zar oynanan batakhanelerini hiçbir kadınının gözünün görmediği bütün şeylere tanık olur: Polislerin keşfettikleri zaman ellerinde silahla daldıkları, hırsız, katil, yankesici kalabalığının arasına ben de karışacağım, onları yakından göreceğim (Derviş 1936:6). Kimi zaman Feriköy’deki fakir bir sokağın içindeki küçük bir kulübededir, kimim zaman işsiz kalmış demirci ustasının evinde röportaj yapıyordur.
“Bizim gibi işçi kısmı ne ile meşhur olur. Makine ya kolunu, ya başını kapar.”
Suat Derviş, yedi sene fabrikalarda işçi olarak çalıştıktan sonra “artık çalışamayacağım” diye ailesine isyan ederek iş hayatından birkaç aydır ayrılmış bulunan, yirmi yaşında genç bir kızla konuşur:
– Senin için en büyük saadet nedir? Evlenmek mi, zengin olmak mı? Meşhur olmak mı? Söyle, nedir?
– Dünyada en büyük saadet zenginliktir. İnsanın kendi hali olup, tek başına yaşamalı. Ben zengin olsam evlenmezdim. Şöhrete gelince: Bizim gibi işçi kısmı ne ile meşhur olur. Makine ya kolunu, ya başını kapar. Gazeteler de: “Kazaya kurban giden genç işçi kızı” diye resmini, ismini basar. Böyle şöhret eksik olsun.
– Çalışmayı sever misin?
– Katiyen sevmem. Ben yedi sene çalıştım, fakat artık katiyen çalışmam.
– Neden böyle diyorsun?
– Tam yedi sene çalıştım. Yedi sene on iki saat. Günde elli kuruş para… Elli kuruş mukabilinde azar, eziyet, ne gecen var, ne gündüzün. Parmak kadar çocukken girdim, fabrikaya… Yirmi yaşıma geldim. Güneşi görmemiştim (Derviş 1937a:7).
Eşit işe eşit ücret
Suat Derviş “Türk Kadını Nasıl İş Bulur? İşçi Kadını Kurtaracak Çare Nedir” yazısında yaptığı anketler sonucunda kendi kendine “Türk kadını nasıl iş bulur?” diye değil, “Türk kadını nasıl iş bulabiliyor?” diye sorar. Kendisi bizzat, (sanki hiç bir işi yokmuş gibi) bir buçuk ay iş arar. Başvurulacak bir yazıhane, bir iş bürosu ve bir merci bulamaz. Ve kendi deneyimleriyle şu sonuca varır: Türk kadınlarının işçi sınıfına mensup olanları dilenir gibi fabrika kapılarında, biraz aydın olanlar ise aracılık edecek birinin himayesini aramak kaygısıyla uğraşıp yıpranıyorlardır. İş aramanın en ilkel şekli olan bu verimsiz halin bir an evvel ortadan kalkmasını, Suat Derviş bir Türk kadını olma sıfat ile bütün kalbiyle temenni eder. Yaptığı anket sonucunda gözlemlemiştir ki, işçinin çalışma saatleri henüz uygun şekilde düzenlenmemiştir. Büyük adam işleri, erkekten kadına, kadından çocuğa geçmiştir. Hâlbuki öyle işler vardır ki onlarda değil çocukların, kadınların bile çalışması imkânsızdır. Türk kadınına iş gücünün ücreti olarak verilen gündelik, erkekle aynı işi yaptığı takdirde aynı miktarda olmalıdır. Erkekle aynı işi yapmadığı takdirde onu bir hindiyi bile bir gün besleyemeyecek bir ücretle çalıştırmak olamaz, işçi gündeliğinin asgari bir insanın bir günlük ihtiyacına kâfi gelmesi elzemdir. Yirmi beş kuruşa kadar gündelik verip, erkek kadın çocuk, işini yirmi beşe indiren hareketlere bir gem takılmalıdır.
Derviş, aynı yazısında sınıfsal eşitsizliğin kaynağına da değinir: Fabrikatör Hasan’ın, Mehmet’in, Sergis’in, Aleko’nun, Mişon’un, veya Yuvan’ın kesesini doldurmak ve kârını çoğaltmak için Türk çocuklarının tahsilsiz ve sıhhatsiz, fabrikalarda yıpranmalarına, Türk analarının otuz, otuz beş kuruş ücrete razı oldukları halde işsiz dolaşmalarına, hele sıhhatli ve usta Türk işçisinin çalışan sınıfta bir tufeyli haline düşmesine, karısının veya çocuklarının sırtından geçinmesine mani olmak lazımdır (Derviş 1937b:7).
Suat Derviş’in Toplumcu Gerçekçiliği
Suat Derviş “masa başı yazarı” değildir, konularını önceden yapay bir biçimde kurgulamaz seçmez, onlar kendileri gelirler. Hayatta rastladığı olaylar veya tipler kendisini etkisi altına alır ve üzerine eğilmesi gereken bir sorun veya bir davayı anımsatır. Ardından onu eserinde işlemeye başlar. Kendisini natüralist bir yazar olarak değil, gerçekçi bir yazar olarak görür. Kaleme aldığı her konuyu hayatın içinden alır; bir fotoğraf makinası gibi aksettirir, olayları bütün boyutlarıyla, neden-sonuç ilişkileriyle birlikte göstermek ister. Romandaki karakterleri kompoze edilmiş kişilerdir. Birçok karakteri bütünleştirir, yeniden oluşturur. Karakterleri için şunları söyler: Onlar beni dinlemezler; etten, kemikten yapılmış şu ya da bu sosyal şartlar içinde bulunan kişilerin yaptığı ve yapabileceği şeylerden ne fazlasını, ne eksiğini yaparlar, bayağı direnirler. Birçok Fatmalardan kompoze ettiğim Fatma, eğer hakikaten hayattaki eşlerine benziyorsa onu tanıyabilmiş ve benzetebilmişsem, birkaç sahife sonra o, tek başına hareket etmeye başlar ve hemen özgürlüğünü kazanır. O artık tıpkı bir canlı insandır ve romanımda benim onu evvelden götürmek istediğim sonuca gitmez, onun kendi realitelerinin onu sevk ettiği sona gider (Köklügiller ve Minnetoğlu 1974:138).
Yukarıdaki gazete söyleşilerinden de anlaşıldığı gibi, Suat Derviş özellikle Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, İstanbul’un Bir Gecesi, romanlarıyla toplumcu gerçekçilik evresine girer. Emine, Sınır, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, İstanbul’un Bir Gecesi, Fosforlu Cevriye, Ankara Mahpusu, Aksaray’dan Bir Perihan, Şoför Mustafa adlı yapıtları sermaye ve emek -sınıf- çelişkilerinin vurgulandığı ve öne çıktığı romanlardır.
Derviş, bu toplumcu gerçekçi dönemini şu sözleriyle dile getirir: Ben ilk kitabımı on altı yaşımda bastırdım. Bebek oynamasını her çocuk sever. Bazıları hatta on altı yaşına geldikleri halde bebek oynamaya devam ederler. Ben bebeklerimi tavan arasında attıktan sonra kendim kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle ve muhitle alakası olmayan bebekler ve onlara kâh Zehra, kâh Fatma, kâh Zeliha isimlerini koydum. Onları ben yaratmıştım, hayat değil… Ve onlarla senelerce istediğim gibi oynadım. Hayatlarını kendi derûnî fantezime göre idare ettim. Bir Allah gibi istediğimi yaşattım, istediğimi sevdirdim, istediğimi öldürdüm. Kendi içimin hayalinde onlar birer gölge idiler. Ben rüya gördüm. Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım, fakat şimdi ne on altı yaşında, ne yirmi yaşındayım. Yeni bebeklerimi kafamın ve kalbimin tavan arasına lüzumsuz eşyalar içine terk ettim (…) Edebiyatta yapmak istediğim şey memleketimin bugünkü içtimai, fikrî ve estetik muadelelerine makes olabilmek. İçinde yaşadığım, içinden çıktığım cemiyete lisan verebilmektir. Buna muvaffak olabilecek miyim bilmiyorum (Hikmet 1937:308).
Sonuç yerine
Roman, 19. yüzyılda popülerlik kazandıkça, yazarlar, insanların gerçekten sadece ne söylediklerini ve yaptıklarını değil, aynı zamanda nasıl düşündüklerini ve ne hissettiklerini de bilmek istediklerini keşfettiler. Gazetecilikten yola çıkıp roman yazmaya başlayanlar kendilerini yalnızca başkalarının söylediklerini ve yaptıklarını açıklamakla sınırlayan gazetecilik kalıplarının ötesine geçmek için motive oldular. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında “edebi gazetecilik” kavramı doğrudan kullanılmış, edebiyat, gazetecilik ve akademik çevrelerin gündemine girmiştir. Dünyada edebi gazetecilik alanında tanınan isimler Jack London, John Steinbeck, Upton Sinclair, Ernest Hemingway Truman Capote ve Norman Mailer’dir. Bu isimler meslek olarak muhabirlik ve gazetecilik yapmışlar, eserlerinde klasik roman ya da edebiyatın ötesinde, edebi gazetecilik formuna yakın bir yapıyı tercih etmişlerdir; Suat Derviş’i de bu isimlerin arasında saymak mümkündür.
Kaynakça
Berktay, Fatmagül. 1997. “İki Söylem Arasında Bir Yazar: Suat Derviş”. Defter Dergisi (29).
Derviş, Suat. 1936. “İstanbul’un Altında Kimler Yaşıyor?” Son Posta, Haziran 24.
Derviş, Suat. 1937a. “Genç Bir İşçi Kızla Konuştum”. Tan Gazetesi, Kasım 19.
Derviş, Suat. 1937b. “Türk Kadını Nasıl İş Bulur? İşçi Kadını Kurtaracak Çare Nedir?” Tan Gazetesi, Ocak 19.
Hikmet, Neriman. 1937. “Ruhta ve Muhtevada Hiçbir Yenilik Sezmiyorum”. Uyanış Servet-i Fünun.
Köklügiller, Ahmet, ve İbrahim Minnetoğlu. 1974. Şair ve Yazarlarımız Nasıl Yazıyorlar? İstanbul: Minnetoğlu Yayınları.
Necatigil, Behçet. 1976. Dünya Kadın Yılında Suat Derviş Üzerine Notlar. İstanbul: Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı.