‘İşçilerin Haziranı’ üzerine
Söyleşi: Berkay Çelen
Dergimizin 16. sayısında, işçi sınıfını ele aldık. İşçi sınıfının ülkemizdeki ve dünyadaki durumunu verilerle değerlendirdik, işçi sınıfının örgütsüzlüğünü ve bu sorunun nasıl çözüleceğini yazılarımız ile ifade ettik.
Haziran ayı itibariyle, Türkiye işçi sınıfının tarihinde çok önemli yer tutan bir tarih de 15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen işçi direnişi. Bu direnişin de yıl dönümü olması sebebiyle, ‘’İşçilerin Haziranı’’ kitabının da yazarı olan Zafer Aydın ile bir röportaj gerçekleştirdik.
İyi okumalar dileriz.
1- Öncelikle, doğrudan kitabınız ile başlayalım. Türkiye’de gerçekleşmiş en büyük işçi direnişi olarak ele alınan 15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen direnişi konu ediniyorsunuz ‘’İşçilerin Haziranı’’ eserinizde. Bu direnişi tarihe geçiren ve sizin de kapsamlı ve nitelikli değerlendirmelerinizle kitaplaştırmanıza sebep olan husus nedir? Yalnızca iki gün sürmüş bir direniş nasıl bu kadar etki yaratmıştır?
Zafer Aydın: 15-16 Haziran, sadece iki gün ile sınırlı bir eylem değil; öncesi ve sonrasıyla, yarattığı etki ve sonuçlarıyla Türkiye sosyal ve siyasal tarihinde özel bir yer edinmiştir. Bu özellik sınıfın bütün gücüyle varlığını ortaya koyması, sosyal ve siyasal süreçlerde sarsıcı sonuçlar üretmesi ve sınıfa dair o ana dek sahip olunan bir dizi bilgiyi de değiştirmesinden gelir. 15-16 Haziran, 1960’lı yıllardan itibaren işçilerin yaşadığı aydınlanmanın, hak arama bilincinin gelişmesinin, politikleşmenin ve radikalleşmenin bir ürünüdür. 15-16 Haziran işçi sınıfının 60’lı yıllar boyunca edindiği deneyimin, sahip olduğu eylem repertuarının, verilen mücadelelerin ve sendika seçme özgürlüğünü savunma eylemlerinin devamı ve bir üst aşamasıdır.
Öte yandan, eylemin yarattığı güçlü etkiyi ertesinde yaşanan gelişmelerde de görmek mümkün. 15-16 Haziran’a yol açan yasal düzenlemeyi CHP parlamentoya taşımıştı. Yasa bir nevi CHP-AP-Türk-İş koalisyonunun ürünüydü. Ancak eylemlerden sonra CHP, Parti Meclisi’ni toplayarak yasaya dair tutumunu değiştirdi. Meclis’te yasaya destek veren CHP, Senato’da tutumunu değiştirdi ve yasanın karşısına geçti. Cumhuriyet Halk Partisi için bu büyük bir dönüşümdü. İçeriden ve dışarıdan bir dizi eleştiriye ve baskıya rağmen gerçekleşen bu dönüşüm CHP tarihinde nadir örneklerdendir. CHP sokağa çıkan işçilerin gücünü görmüş, adeta işçi sınıfını keşfetmiştir. Eylemden sonra o zamana kadar olmayan bir biçimde sendikal alana dair politika geliştirmiştir. Türk-İş içinde muhalefet örgütlenmesi, önce 4’ler, sonra 12’ler olarak bilinen raporların yayınlanması, sosyal demokrat konfederasyon arayışları bu dönüşümün sonuçlarıdır. Nasıl ki TİP’in varlığı CHP’nin ‘’ortanın solu’’ kavramını icat etmesine sebep olduysa 15-16 Haziran da işçi sınıfını keşfetmesine sebep olmuştur.
15-16 Haziran ile ortaya çıkan güç devlette, sermayede, orduda da -ki ordu aynı zamanda OYAK ile gıdadan, otomotive, sigortacılığa kadar bir dizi alanda yatırımları olan bir sermaye grubudur- “düzenin bekası” açısından büyük bir tehlike olarak algılanmıştır. Bunu hem dönemin Genelkurmay Başkanı Tağmaç’’ın ‘’Sosyal gelişmeler, ekonomik gelişmeleri aştı” açıklamasında görmek mümkün. Hem de MGK’nın siyasi partilerle yaptığı toplantının gündem maddelerinde. O dönemde MGK ile siyasi partiler arasında yapılan toplantılarda gündeme alınan maddelerden biri ‘’sermaye düşmanlığı’’ diğeri “sınıf mücadelesi” idi. Nitekim 12 Mart da bu bakış açısı içinde 15-16 Haziran’dan ve sınıftan korkan egemenlerin hamlesi olarak gündeme geldi.
15-16 Haziran, sosyalistler arasında da önemli bir etki yarattı. Sınıfın varlığı nicel ve nitel olarak bir güç olup olmadığı üzerine kurulu strateji tartışmalarına hayatın içinden bir yanıt oldu. İşçi sınıfı olmadan bir toplumsal devrim olamayacağı fikri, “sivil, asker aydın zümre” öncülüğünde hareket etme fikri karşısında güçlendi.
15-16 Haziran esinlendirici bir eylem olarak işçi sınıfının 70’ler 80’ler boyunca geliştirdiği eylem ve mücadelelerde önemli bir esin kaynağı oldu. Kitlesel 1 Mayıs’larda, 16 Eylül 1976’da gerçekleşen Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) Direnişi’nde, kitlesel grevlerde, işgallerde, hatta 89 Bahar Eylemleri’nde 15-16 Haziran Direnişi’nin yansımalarını, ruhunu görmek mümkün.
Bütün bu ve benzeri faktörlerin toplamına bakarak 15-16 Haziran sadece 2 günlük bir eylem olmadığını değerinin ve öneminin de buradan kaynaklandığını söylemeliyiz.
2- Bu büyük direnişin sonrasında, bir yenisinin meydana gelmemesini veya gelememesini nasıl değerlendirirsiniz? Bu büyük direnişi ortaya koyan işçi sınıfı nasıl bu kadar geriye çekildi?
Burada iki ayrı başlık var. Bunlardan bir tanesi, şu anda işçi sınıfının içinde bulunduğu gerileme süreci. Bu durumun birden çok nedeni var. İstihdamın , üretimin, işçi sınıfının yapısında, uygulanan ekonomik politikalarda yaşanan değişim gibi. Bu başlığı ayrıca konuşabiliriz elbette. Ancak 15-16 Haziran sonrasında bu çapta bir eylem ortaya çıkmadığını söylemek çok zor. 15-16 Haziran ile yaratılan birikim ve özgüven ile kitlesel 1 Mayıslar, 1976’da DGM direnişi, metal iş kolunda kitlesel grevler, 12 Eylül sonrasında da 1989 Bahar Eylemleri gerçekleşmiştir.
Yine son yıllarımıza damgasını vuran Gezi’yi de kitlesel bir itiraz eylemi olarak bu çerçevede değerlendirebiliriz. Gezi’yi tartışırken işçi sınıfını yokmuş gibi değerlendirme yapılıyor, ancak böyle bakarsak Gezi’deki ‘’Gündüz işte, gece direnişte’’ sloganına bir yer bulamayız. 15-16 Haziran’da harekete geçen işçilerin ağırlığını metal iş kolundaki işçiler oluşturmaktaydı, 1989 eylemlerinin başını çeken ise ağırlıklı olarak kamu emekçileri idi. Gezi’de ise sınıfın başı çektiğini söylemeyiz ama sınıf Gezi’de de vardı, hem beyaz yakalılarla hem de mavi yakalılarla. Gezi sırasında ölen yurttaşların kimliklerine bakarsak bunu görürüz. Toplumun her kesiminden insanların eylemi olsa da Gezi’nin bir emekçi karakteri vardır. Dolayısıyla 15-16 Haziran’dan sonra benzer ya da onu aşan nitelikte eylem olmadığını söyleyemeyiz.
Ben sınıfın militan gücünün örselendiği ve yok olduğu kanaatinde değilim. Sınıf, dün hangi saiklerle gücünü hayata geçirdiyse bugün de geçirebilir. Dün sınıfın kolektif eyleminin kaynağı olan ortak çıkarlar bugün varlığını sürdürdüğü için sınıfın potansiyel gücü yerli yerinde duruyor. Dün ile bugün arasındaki en büyük fark ise bir devrimci iradenin yoksunluğudur. Kimseye haksızlık etmek istemem, ama ihtiyaç duyulan devrimci iradeden hem sendikal hareket hem de politik hareket yoksun. Böyle olunca da işçi sınıfı eylemleri sanki tarihin kızıl sayfalarında tozlanmış kalmış gibi bir algı oluşmakta. Halbuki bu eylemlerin yeniden ortaya çıkması son derece mümkündür.
15-16 Haziran’ı doğuran sendikal perspektif, esas olarak sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesi içinde gören bir perspektiftir. Bugün ise, sendikal hareketi sınıf mücadelesi perspektifi içinde görmek bir yana; herhangi bir perspektif içinde gören bir yapı ile karşılaşmak mümkün değil. Sendikalar hak arama mücadelesi örgütü olarak bile bir işlev görmüyorlar. Şu anda sendikaların tek fonksiyonu, toplu iş sözleşmesi imzalamak. Ancak yükselen enflasyon, hızla eriyen ücretler, satın alma gücünde yaşanan kayıplar sendikalar üzerinde kaçınılmaz olarak bir basınç yaratacak bu da yeni grevleri, direnişleri, eylemlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ankara’da sendikal merkezlerde beyaz bayraklar çekilse de fabrikalarda, işyerlerinde eylem bayrakları her an açılabilir.
3- Bugün sendikal harekette ve toplumsal siyasette yaşanan tartışmalar için, o günlerden bugüne bakarak nasıl bir cevap verebilirsiniz? O dönem olup da şu an olmayan nedir?
60’lı yıllar, ciddi bir aydınlanma dönemiydi. Genel olarak toplumun tüm kesimleri açısından olduğu işçiler açısından da öyleydi. Bu dönem işçilerin tiyatroyla, sanatla, kültürle ilişkilendiği, okuduğu, tartıştığı bir süreçti. Bu dönemi biçimlendiren, yaratılan, ortaya konulan ürünlerin odağında ise sınıf kavramı vardı. Dolayısıyla da sınıf üzerinden şekillenen bu kültürel aydınlanma ile sınıf kavramı, sınıf bilinci, sınıfla birlikte davranma duygusu yaygınlaşmıştı. Bu koşullar altında sınıfın hak arama mücadelesi ve hak arama bilinci gelişmiştir. Hak arama bilinci gelişen sınıf da politikleşmiş ve radikalleşmiş, işyeri işgallerine dek varan eylemliliklere başlamıştır. Sosyalist hareketin de 60’lı yıllarda TİP’in kurulması, parlamentoya girmesi, sosyalist fikirlerin toplumda kendine yer edinmesi ve geniş bir kesim tarafından benimsenmesi ile, bu iki hareket birlikte yükselme fırsatı bulmuştur. Bu durum, kitleselleşme ve sınıf mücadelesinin yükselmesi anlamına geldiği gibi sol sosyalist politik hareketin de dinamikleşmesini sağlamıştır.
Bugün ise hem sendikal hareketin, sınıf hareketinin hem de sosyalist hareketin gerilemiş durumda olduğunu görüyoruz. Buradan çıkış için sınıf siyasetine yeniden dönülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu, KONDA şirketinin araştırmaları bile ortaya koyuyor. KONDA, araştırmaları kimlik siyaseti döneminin geride kaldığını ve sınıf siyasetinin, sınıf çelişkilerinin öne çıkacağı bir dönemin geldiğini belirtiyor. Dolayısıyla sosyalist sol yeniden sınıf kimliğine ve sınıf siyasetine dönüp bunun üzerinden yürümelidir. Dün ile bugün arasındaki fark, bir dönem olan sınıf siyaseti, sınıf kimliği ve sınıf bilincinin, bu dönem tamamen gerilemesi ve başka kimliklerin sınıf kimliğinin önüne geçtiği siyasetlerin ortaya çıkması ve yükselmesidir, buna bağlı olarak da sınıfın önemsizleşmesidir. Ancak, ekonomik gelişmeler ve artan yoksulluk sonucunda çubuğu yeniden sınıfa bükmek bir zorunluluk haline gelmiştir.
4- 15-16 Haziran’a yol açan bir tarihsel birikim mevcut muydu? Türkiye Komünist Partisi kadrolarının başı çektiği 46 Sendikacılığı’nın 15-16 Haziran’a etkisi oldu mu?
1925 ile 1946 arasındaki dönem, her türlü örgütlenmenin, direnişin yasak olduğu bir dönemdi. 1946’da Cemiyetler Kanunu ve Basın Kanunu’nda bazı değişiklikler yapıldı ve buna bağlı olarak siyasi partiler kurulmaya başlandı. Bu partilerden biri Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun kurduğu Türkiye Sosyalist Partisi iken diğeri Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’dir. Bu yasal partiler eliyle 100 civarında işyeri sendikası kurulmuş, aralarında “Sendika”nın da olduğu çeşitli yayınlar çıkarılmıştır. Bu bir anlamda TKP kadrolarının ve aşağıda sürdürdükleri faaliyetin legale çıkmasıydı. Nitekim Rasih Nuri İleri’nin yaptığı saptama da budur.
Devlet, komünistlerin yer altından çıktığını fark etti ve Haziran 1946’da kurulan bu partiler ile sendikaları Aralık 1946’da kapattı. Kapatma gerekçeleri de ‘’sınıfı komünistlerin eline bırakmamak’’tı. Nitekim, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıktıktan sonra CHP’nin özellikle kamu işyerlerinde sendika kurma işine girişmesi komünistlere karşı sınıfı kontrol altına alma amacını taşımaktadır.
1947 yılında çıkan Sendikalar Kanunu’nun ardından kurulan sendikalar ağırlıklı olarak kamu alanındaki sendikalardır. Bunların dışında; Lastik-İş, Maden-İş, Basın-İş gibi özel sektörde örgütlenen sendikalar da kuruldu. Bu sendikaları hem anlayış, hem de kadrosal açıdan 46 sendikacılığının devamı saymak mümkündür. 50’li yılları grev hakkının tanınması mücadelesi ve tartışmasıyla geçiren bu sendikalar, 27 Mayıs sonrasında 61 Saraçhane Mitingi, 63 Kavel grevi gibi iki önemli eylemde belirleyici rol oynamıştır. Dolayısıyla 50’li, 60’lı yıllarda sendikal harekette özel bir damar olan 46 sendikacılığı 15-16 Haziran eyleminin de önemli beslenme kaynaklarından biridir.
5- Yoğun bir seçim dönemine başlıyoruz. Bir erken seçim olmazsa bir yıl sonra ülkede seçimler gerçekleştirilecek. Bu seçim sürecinde işçi sınıfının rolü ne olmalıdır? Sınıfı bu süreçte nerede görmeliyiz?
Son dönemde yapılan seçimlerin çoğunda, işçi sınıfının nicel olarak büyük kesimini temsil eden Türk-İş tutum açıklamadı, pozisyon almadı. İktidarın birçok işçi düşmanı politikasına rağmen taraf olmaktan imtina etti. Seçimlerde tutum açıklamak bir yana, işçiler anti-demokratik uygulamalarla karşı karşıya kaldığında dahi cümle kurmaktan, tutum açıklamaktan kaçındı. Halbuki oy işçi sınıfı elinde önemli bir güç. Bu güçle siyasete, seçimlere müdahale etmek mümkün. Nitekim 89 yerel seçimlerinde ‘’ANAP’a oy yok’’ tutumu ve yine 60’lı yıllarda, seçilmemesi gereken milletvekili kampanyaları buna örnek. Öte yandan Hak-İş ise açıktan ve doğrudan AKP’den yana taraf olmakta, iktidarın işçi düşmanı politikalarına karşı oluşan tepkinin üstünü dini argümanlarla örterek AKP’ye destek vermekte.
Siyasi partiler zemininde de işçilere seslenme siyaseti yok. İktidar karşısında alternatif olan CHP’de seçim siyasetini sosyal kimlikleri esas almak yerine dini kimliklere seslenmek üzerine inşa ediyor. Oysa işçilerin seçmen olarak sahip olduğu gücün sandığa yansımasını istiyorsa tam tersini yapmak zorunda. Çünkü AKP’ye oy veren muhafazakar işçinin tutumu sen onunla namaza gittiğin için değişmez, sen onunla dua ettiğin için değişmez. Sen ancak onun yaşadığı sömürüye, kimliğinin aşağılanmasına, makina başına bir özne olarak, çalışma yaşamında insan olarak kabul edilmemesine, sabah işe diye çıktığı evinden akşam tabutla dönmesine kuvvetli bir itiraz yükseltirsen değişir. Onlarla yan yana gelebilirsin ve bu birlikteliği oya dönüştürebilirsin. Yoksa, AKP muhafazakar seçmene sesleniyor diye muhafazakar seçmene seslenip oy devşirmeye çalışılırsan bunun karşılığı olmaz, çünkü vatandaş gerçeği varken taklidine itibar etmez. Vatandaş taklit ürünü pazardan alır giyer ama taklide oy vermez.
“Helalleşme gibi” dinden türetilmiş kavramlarla siyaset inşa etmeye çalışmak CHP’nin kendisi dışında herkese yarar. Çünkü bu yapıldığında AKP’nin çizdiği sınırların içinde oyun kurulmuş oluyor. Bunun bir başka versiyonunu 28 Şubat’ta denendi. 28 Şubatçılar Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler ile dinde reform çabalarına girişmişlerdi. Kadınların da cenaze namazına katılabileceği, iftar ile sahur arasında içki içilebileceği gibi önerilerle dinde reform yapmaya çalışıyorlardı. Maksat İslamcı hareketlerin etkisini kırmaktı. Ancak bu yaptıkları orta sınıfı, beyaz yakalıları din ile buluşturmaktan başka sonuç üretmedi. Din ile buluşan orta sınıf da gidip AKP’ye oy verdiler. Bugünkü tutum da İyi Parti’nin yükselişine, Deva Partisi’nin güçlenmesine yarar ancak CHP’ye yaramaz. CHP, kendi tarihinden öğrenmekten dahi aciz bir durumda. Oysa 1973 ve 1977’deki oy artışlarına baksalar dahi kendilerine bir yol haritası çıkarabilirler ancak onlar ısrarla bundan uzak duruyorlar.
Seçimler bir yana Türkiye son yılların en büyük ekonomik krizini yaşıyor. İşçilerin, halkın satın alma gücü hızla eriyor. Yoksullaşma artıyor. Ancak bu noktada ne kitlelerdeki rahatsızlığı kucaklayan bir örgütlenme ne de sokağı güçlü bir biçimde kullanan bir muhalefet hareketi görebiliyoruz. Oysa sokakta olmak hem iktidara toplumda var olan rahatsızlığı gösterir, hem de iktidarın politikaların mağdur ettiklerine yalnız değilsin mesajını verir. AKP’nin son dönemi aynı zamanda depolitizasyonun büyük oranda kırıldığı, 12-13 yaşındaki çocuklara kadar herkesin politikaya ilgisinin arttığı bir sürece işaret ediyor. Bu politik iklimden yararlanmak, yaşanan rahatsızlıkları örgütlemek ve kitlesel, demokratik bir mücadele hattını inşa etmek gerekiyor. Sosyalistlerin burada bir ağırlık merkezi oluşturması, sendikaları, siyasi partileri, meslek örgütlerini de ciddi bir biçimde etkileyecektir.
6- Yeniden bir ‘’İşçilerin Haziranı’’ yaşanması için neler yapmak, nasıl bir yol izlemek gerekir?
Daha önce de ifade ettiğim sınıfın potansiyel olarak yeni 15-16 Haziranları yaratmak için gücü var. Üretimden gelen güç aşınmış gibi görülebilir, ama tamamen işlevsiz kaldığı söylenemez. Sınıf bilincinin gerilemesine bağlı olarak sınıfın eyleme geçme kapasitesinde de bir aşınma yaşanıyor. İkinci olarak İşçilerin Haziranı’nın da 60’lı yıllardaki ekonomik , sosyal koşullar, kültürel gibi dışsal faktörler de etkili oldu. Ancak belirleyici olan devrimci iradeydi. Mücadelede bedel ödemeyi göze alan, işçilerle birlikte davranan ve bunu yaparken kendisini yasaların çizdiği çerçeveye hapsetmeyen ancak belirli bir meşruluğu da gözeten sendikal önderlik eliyle eylemler biçimlendi. Kemal Türkler, Rıza Kuas gibi isimler ile merkezi düzeyde; yerel işçi önderleri ile, fabrika bazında bedel ödemeyi göze alarak girişilen kavgayla ilerleme sağlandı. Bugün bir yandan sınıf bilincinin tekrar açığa çıkarılması, sınıf kimliğine dayalı siyasetin ve sendikal mücadeleyi sınıf mücadelenin içinde gören bir sendikal anlayışın inşa edilmesi gerekli. Bir yandan da bu perspektife sahip devrimci kadroların ortaya çıkmasını sağlamak.