İki Şafak Arasında
Kaan Kavuşan
Not: Yazı, filmin senaryosuna dair bilgiler içermektedir. İzledikten sonra okunmanızı tavsiye ederim. MUBİ’de hala gösterimde.
Kapitalizmde işçi için zaman hiç durmaz. Koca bir mekanizmanın sadece dişlisidir ve tek bir fonksiyonu vardır, artı-değer üretmek için canını dişine takıp patronuna daha çok kazandırmak. Bu, çok hızlı bir şekilde olmalıdır. Patronun zaman kaybı endişesi bazen “teslimat bekleyen mallar” olarak ifadesini bulur, bazen “hammaddeye gelecek zam” için edilen acele olarak. Bunlar patronu kâr maksimizasyonuyla “hayatta kalma”ya zorlarken (ki biz ona kârdan zarar etmeme” hırsı diyelim), işçiyi de hep arz ve talep fazlası üretmeye zorlar. Para akmak, sermaye birikmek, kapitalist işletme hep büyümek zorundadır.
İki Şafak Arasında, Selman Nacar’ın ilk uzun metrajlı filmi. Anadolu’da bir tekstil fabrikasındayız, bir aile şirketince yönetiliyor. Elini işten çekmiş gibi görünen bir babayla birlikte, biri iş bitiren abi diğeriyse işte yardımcı aktör olmayı kabullenmiş küçük oğul var yönetimde. Meseleyse, teslimat bekleyen mallar. Malların yetişmesi için zaman ayarlanırken, planlar genellikle ucu ucuna yapılır. Çünkü her zaman başka teslimatlar vardır, makinelerin boş durması arzu edilmez. Çalışmayan tek bir makine bile patronlar için çok önemlidir. Filmde de işçilerden biri olan Murat, çalışmayı durduran bir makineyi tamir etmek için makinenin içine girdiği sırada, bir iş kazası gerçekleşiyor ve çok ciddi şekilde buhar sebebiyle yanıp daha sonra öğrendiğimiz üzere ölüyor. Peki şimdi ne olacak?
* * *
Film tam bu aşamada tehlikeli olabilecek bir tercih yapıyor. Ezilen değil ezenin tarafından anlatmaya başlıyor hikayesini. Onların sınıfsal, vicdani ve ahlaki ikilemlerini izliyoruz. Bu ifşa görevi gördüğü sürece işleyecek, ama ezenle empati yaptırdığı oranda da işlerliği sakatlayacak bir tercih. Yönetmen Nacar, bu konuda büyük oranda ifşa görevini gayet iyi becerdiği için, empati yaptıracak bazı durumlar yaratsa da iyi bir sınav veriyor diyebiliriz.
Elbette patron da insandır, karikatürleştirmeye ve tek boyuta indirgemeye gerek yok. Patron dini bütün olup “kul hakkı”nı kollasa da seküler olup hayırseverin önde koşanı olsa da, hayatını işçinin artık değerine el koyarak sürdürür. Uzlaşmaz çelişki buradadır zaten. Kümeleşen proleter kesimler karşısında, bireyleşmeyi sonunda kadar sürdüren bir biriciktir kendi açısından.
Yani, patron ille de bir “psikopat” değildir. (Olabilir de tabii). Fabrikasında olan bir kazada iyi niyetle yardım etmeye çalışabilir, işçisinin başına gelen durum onu üzebilir. Ama neticesinde, tüm patronlar için geçerli tek bir şey vardır: Durum -her neyse- kendi çıkarlarıyla çatışmamalıdır.
* * *
Elbette ki bu olmaz, çatışmalar ortaya çıkar. Ailenin işi çekip çeviren büyük oğlu Halil’e göre, iş hep devam etmek zorunda, mallar yetişmek zorunda. Kafasında aklında başka hiçbir şey yok. Bu aslında bir psikopati sayılabilir, hissiz bir hali var Halil’in. Kaza ortaya çıkar çıkmaz söylenmeye başlıyor zaten. “İşçi baretsiz girmiş kazana” diyor sanki baretle girse bir şey değişecekmiş gibi. Kardeşiyle konuşmaya devam ederken hemen niyetini belli ediyor: “Aç gözlüdür bunlar, akraba eş dost dökülürler hemen. Çingenelik yaparlarsa tufaya düşmeyin” diyor. Ona kalsa işçiye yardım bile edilmeyecek doğru dürüst. Oysaki işçiyi oraya baretsiz girmeye zorlayan koşullar, tamamen kendisinin hız baskısı ve dayatmasıyla ilgili. Filmin ilerleyen bölümlerinde anlıyoruz ki aynı makine defalarca arıza yapmış ve arızalı parça sadece 10 bin lira için değiştirilmeden kullanılmaya devam etmiş. İşte işçi Murat’ı ölüme sürükleyen sarmal. Üstelik ölümlü bu vakadan sonra, hemen tamir edip üretime devam edecek kadar da kolay çözülebilecek bir sorun.
* * *
Halil’in babası eski tip patronlardan olarak resmedilmiş. O, oğlu gibi ele üç beş kuruş tutuşturan bir patrondan ziyade, maddi yardımda ileri gidebilecek kadar cömert. Tek bir şartla tabii, yeter ki işletmesi ve çocukları kurtulsun muhtemel sıkıntılardan. Muhtemelen küçük bir sermaye ile başlayıp bir imparatorluk kurmasa da hali vakti gayet yerinde ufak bir beylik kurmuş kendine. Sınıf atlamış bir insan olup olmadığını bilgisine filmde ulaşamıyoruz ama boşluk doldurmaya kalkarsak, sanırım o tiplemeye uyuyor. Onun zamanında işçilerin daha memnun olduğunu anlıyoruz. Ancak bu aslında işletmenin boyut değiştirmesiyle ve patronun daha az sınanmasıyla ilgilidir. Gerçekten de sömürü sabittir ama 3 kişilik bir atölyedeki işçiyle, 500 kişilik fabrikadaki işçinin işine bakış açısında farklılık vardır. İşlik büyüdükçe işçi daha görünmez olur, işine daha da yabancılaşır. İşçi bir sabah uyandığında, Gregor Samsa gibi, “kendini devcileyin bir böcek olarak” bulur.
Muhafazakâr bir aile olduğunu anladığımız bu ailenin reisi İbrahim Bey, hemen anında önlemleri aldırmaya başlar avukatı aracılığıyla. Murat’ın eşine bir kâğıt imzalamalıdır ki işletmesi ve oğullarının başı belaya girmesin, işçi dava açmasın daha sonra. Çünkü hapse kadar gidecek bir kanuni yükümlülük vardır. Avukatın hazırladığı belgede, eşinin beyanında kocasının alkol alarak işine gittiği, ustabaşının suçun Murat’ta olduğunu söylediği ve onu defalarca uyardığı, Murat’ın önlemleri almadan çalıştığı, gibi kadının haberinde bile olmayan, doğruluğu güvensiz, dedikoduya dayalı bir sürü konu vardır.
* * *
Evin küçük oğlu Kadir’e geliyoruz böylece. Filmin baş karakteri. Resmediliş şekliyle abisi ve babasından farklı aslında. Ancak durumlar onun da sınıfsal konumuna daha uygun davranmasına sebep oluyor. Kadir’in hasta yakınlarına ilettiği mektuptan sonra, akrabalardan birinin üstüne yürümesiyle: “Niye sinirlendin sen? Ben şimdi ne dedim ki, biz iyilik yapmak istedik” diyerek safça kendini ve etrafını kandırıyor. Yalan ve çarpıtma dolu bir kâğıdın gerçekliğinin peşinde düşmeyen Kadir’in “özünde iyi insanlığı” da çıkarlarıyla çatıştığında duruma yeniliyor. Babanın vicdanı da buraya kadar, oğulları tehlikeye girdiği anda “babacan patron” imajı suya düşüyor. Kapitalizmin insanı bozan yüzüyle bir kez daha karşılaşıyoruz.
Kadir’in avukata büyük bir iç sıkıntısıyla gittiğinde, avukatın halı sahadan, saunadan bahsetmesi gibi sahnelerde hissettiğimiz o bozulma biraz daha ortaya çıkıyor.
* * *
Kadir’in işlerin anlatıldığı gibi olmadığını anlamasıyla, sorgulamaya başlaması arasında geç de olsa bir uyanış bulmak mümkün. Ancak bunun hayırsever bir uyanış olmaktan ziyade, suç kendi üstüne kalacağı için yaşadığı bir uyanış olduğunu söylemek gerekir. Kadir bir vicdan sahibidir ama yapabilecekleri sınıfsal çıkarlarıyla sınırlanır. İşçi işçi olmaya, patron patron olmaya, fabrika tekerini döndürmeye devam eder.
Selman Nacar bunu anlatırken uzun tek planlardan kurulu realist bir anlatım tutturmaya çalışmış. Romen yeni dalgasının görsel izlerini bulmak mümkün. Dışarıdan anlatmak yerine içeriden bakarak anlatmak ve didaktik olmaktan kaçınmak bazı yerlerde sözünü kısa düşürmüş zannımca. Kadir’in ille de yurt dışına kaçma zorunluluğu ya da hapis korkusu Türkiye’nin gerçekliği midir emin değilim. İşçi Murat’ın iş güvenliğini aksatması gibi meseleler senaryoya belli ki çelişki katmak eklenmiş ama yurt dışı meselesi gibi bu çelişkilerin de sözde çelişkiler olduğu daha iyi belirtilebilirmiş. Çünkü yurtdışına kaçmadan elini kolunu sallaya sallaya gezen yüzlerce Kadir vardır bu ülkede. Yine de bunu bir tarz “pimpirik” sayıp kendimizi inandırabiliriz sanıyorum.
Son kertede, her şeye rağmen, son dönemlerin iyi filmlerinden birinin karşımızda olduğunu sanıyorum.