Gezi’den bugüne kalan…
Orhan Deniz
“İşte bu olaylarda bile maalesef çok önemli yakınımın gelinini, Başbakanlık ofisinin yakınında, yanında 6 aylık çocuğu, yerlerde süründürdüler. Kendisini taciz ettiler, çocuğunu da taciz ettiler.”
Kabataş yalanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından bu şekilde ilan edilmişti.
Yalanın görünür 1 numarası Zehra Develioğlu ile o dönem Star gazetesi yazarı olan Elif Çakır’ın yaptığı röportajda ise çok daha tuhaf detaylar aktarılıyordu.
“Ne olduğunu anlayamadığım bir anda üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın ortasında kaldım.
Bebek arabam elimden gitti.
Bir kadın ‘Ne geldiyse bu ülkenin başına bunların başörtüsü üzerinden geldi vurun şuna’ deyince, bir adam arkamdan tekme tokat vurmaya başladı.
Sonra bağırmaya başladılar. Devrim yaptıklarını, ihtilal yaptıklarını, ülkeyi bize teslim etmeyeceklerini, Erdoğan’ı asacaklarını, Erdoğan’ı da hepimizi de tek te…” diye anlatıyordu Develioğlu. AKP yanlısı medya hemen bu yalana sarıldı ve büyütmek için tüm güçler sevk edildi. Tayyip Erdoğan Kabataş yalanının da içinde olduğu açıklamaları yaparken görüntülerin ellerinde olduğunu ve “önümüzdeki cuma” yayınlanacağını söylemişti. Görüntüler o cuma yayınlanmadığı gibi, ortaya, iddia eden lehine, geride kalan 9 yıl içinde de bir görüntü çıkmadı.
12 Şubat 2015’de Kabataş yalanıyla ilgili Kanal D’de yayınlanan görüntülerde Zehra Develioğlu’nun çocuğuyla beklediği yere gelişi ve oradan ayrılışı arasında geçen yaklaşık 15 dakikada herhangi bir olay olduğunu gösteren tek bir kare yoktu. Bu görüntülerin yayınlanmasından birkaç hafta sonra Elif Çakır’ın avukatlarından biri “Kabataş saldırısı yalan çıkınca Çakır’ın kendisini arayıp feryat figan ağladığını” söylüyor, “olayın gerçek olmadığını sadece gelin bilmektedir. Olayı ilk abartan yalanlarla süsleyen gelindir. Diğerleri ise yalanlara ekleme yapmıştır” diyordu.
Bunlara karşı yandaş medyanın tepkisi ise “ağır topların” aynı tarihte aynı başlıkla (Diliniz KABA, vicdanınız TAŞ) yazı yazmaları ve yalana sahip çıkmalarıydı. Erdoğan da aynı iddiaları tekrarlıyor ve “Gezi olayları yaşadık, bu esnada bir anne yanında çocuğu olduğu halde bir grup taciz etti” diyordu.
Cumhuriyet gazetesinin 8 Mart 2015 tarihinde yayınladığı polis raporuna göre bu görüntüleri bulmak için dönemin neredeyse tüm polis birimleri (Güvenlik Şube, Olay Yeri İnceleme, Organize Suçlar, TEM, Beşiktaş İlçe Emniyet, Beyoğlu İlçe Emniyet, Asayiş, İstihbarat, Spor Güvenliği) seferber edilmiş, Taksim-Karaköy-Kabataş-Beşiktaş-Ortaköy arasındaki ulaşabilen tüm güvenlik kameralarının görüntüleri Kabataş yalanında iddia edilen saatin öncesi ve sonrasını kapsayacak şekilde toplanmıştı. Güvenlik kameralarından, medyadan, polis kayıtlarından, TOMA araçlarındaki kayıtlardan alınan görüntülerden oluşan toplam 2560 saatlik kayıt izlenmişti. Bunlar yetmemiş, sosyal medyada yapılan paylaşımlar incelenmiş ve burada yalanı destekleyecek görüntüler aranmıştı.
Gerçek ortadaydı, iddiayı destekleyecek bir şey yoktu. Buna rağmen AKP’nin yalan üretim merkezlerinden Sabah gazetesi “Karartılmak istenen gerçeği açıklıyoruz. Kabataş saldırısı 52 saniyede oldu” manşetiyle ve iddia ettikleri saldırıyı illüstrasyonlarla göstererek çıkmıştı.
Kabataş yalanıyla benzer bir başka yalan ise camide içki içme yalanıydı. Polis saldırısı ve gaz bombalarından kaçan insanların sığınmak zorunda kaldığı Dolmabahçe Camisinde yaşananlarla ilgili Erdoğan’ın açıklaması şöyleydi: “Bezm-i Alem Valide Sultan camisinin içine ayakkabılarla gireceksiniz, orada içeceksin ve bu ülkenin dini mabetlerine karşı bu saygısızlığı yapacaksınız, ne adına, çevre adına. Caminin müezzinini tehdit edeceksiniz, ondan sonra farklı şekilde konuşturacaksınız; ‘Böyle bir şey olmadı’. Ne olmadı? Bütün görüntüler elimizde. Cuma günü arkadaşlarımıza bu görüntüleri vereceğiz.” Bu yalan da tıpkı Kabataş yalanı gibi ısrarla devam ettirildi. Caminin müezzininin “camide içki içen kimseyi görmedim” beyanına, içki kutularının camiye sonradan yandaş medya eliyle konulduğunu ispatlayan tanıklıklara rağmen… [https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/surtukten-zararli-politikaci-1942549]
Öyle ki, Gezi’nin 9. Yıldönümünde Erdoğan yine aynı yalanı, bu sefer küfrü de ekleyerek tekrar etti: “Düşünün, Dolmabahçe Cami’nin içinde bu teröristler, eşkıyalar bira şişeleriyle caminin içini pislemişti. Bunlar böyle. Bunlar çürük, bunlar sürtük.”
Bu kadar uzun bir girişin nedeni tek başına siyasal İslamcı hareketin genetiğindeki bazı davranışlara dikkat çekmek değil elbette. Yalan söylemek, kumpas kurmak, küfretmek, hakaret etmek gibi davranışları (üstelik sözde tüm bu davranışların yasaklanıp günah sayıldığı dine sığınarak) yapmak bu hareketin bilinen karakteristiği zaten.
Uzun girişin nedeni 2013’ten bugüne Gezi’ye, Gezi direnişçilerine, kaybettiğimiz kardeşlerimize karşı duyulan öfkenin ve korkunun iktidarın en tepesindeki isminden sıradan militanına kadar örgütlü bir şekilde devam ettirilmesi, büyütülmesi ve tüm bunların AKP iktidarının yavaş yavaş tükendiği ve toplumdaki gerilimi daha da arttırmayı politik bir enstrüman olarak kullanmaya çalıştığı bir dönemde olması.
Kabataş ve Dolmabahçe cami örnekleri bu açıdan önemlidir. AKP iktidarı bu ülkenin insanlarının genetiğindeki değer yargılarına oynayarak kendi düzenini tahkim etmeye ve olası yeni Gezi’lerin toplumsal meşruiyetini daraltmaya çalışmaktadır. Çünkü, saldırıya uğrayan genç anne figürü, kullanılan ahlaksızlık vurguları (üstü çıplak, eldivenli, deri pantolonlu saldırganlar ve bunların genç annenin üzerine işemesi), ayakkabıyla camiye girilmesi ve içki içilmesi sağcılığın ve dolayısıyla egemen ideolojinin en güçlü argümanlarındandır ve her zaman “iş görür”…
Tam da bu yüzden bir adım daha atabilir ve şunu ekleyebiliriz, AKP iktidarı Gezi ile uğraşarak kendi kafasındaki toplumsal yaşamın inşasını dayatmaktadır. Kurgulanan amasız, fakatsız bir din rejimidir. Laikliğin yok edildiği, kadının örtünerek ya da örtülerek erkeğin kölesi haline getirildiği, rejimin işine gelmeyen her türlü sosyal faaliyetin günah sayılıp yasaklandığı, eğitimde bilimselliğin bir tarafa bırakılıp dinsel referansların belirleyiciliğinin arttırıldığı, kula kulluk edenlerin önünün açıldığı bir rejim. O nedenledir ki Tayyip Erdoğan’ın 9 yıldır her fırsatta kavga ettiği Gezi’ye söyledikleri hep aynı argümanların etrafında dolanmakta, güncel ihtiyaçlara göre de bazı ekler yapılmaktadır (“şu kadar ağaç diktik”, “çevrecinin daniskasıyım”, “ekonominin kötü durumunun sebebi Gezicilerdir”, “bu dış güçlerin oyunudur” gibi).
Peki neden Gezi?
Çünkü Gezi gibisi hiç yaşanmadı! Bizim topraklarımızın kitle hareketi geleneği olmadığı bilinir. Türkiye bir Latin Amerika ülkesi değildir mesela, meseleleri sokakta çözme alışkanlığı yoktur ya da Fransa’daki gibi sokak eylemleri de ülkemize uzaktır. İnsanlar geçim sıkıntısı, zam, verilmeyen bir hizmet vb. bir nedenle kendiliğinden, toplu şekilde sokağa çıkmaya alışkın değillerdir. O nedenledir ki, tarihimizdeki önemli kitlesel olaylar toplumun bütünü düşünüldüğünde aslında o kadar da kitlesel değildir ve sokak hareketleri bir öncülük olmadan gerçekleşmez. Aziz Nesin’in deyişiyle, bizde “mücadeleci insanları severler de, mücadele etmesini pek o denli sevmezler”.
Tarihimizdeki bilinen en kitlesel hareket herhalde Kurtuluş Savaşı’dır. Söz konusu işgale karşı bir kurtuluş savaşı olduğu için “halkın şu kadarı bu savaşa katıldı” demek oldukça zor; farklı alanlarda farklı farklı türlü mücadele verilmiş olmalı. Bununla birlikte Ankara hükümetinin komutası altında halktan yaklaşık 270 bin kişinin olduğu bilgisi mevcut. Hükümet kontrolündeki bölgede nüfusun yaklaşık 6 milyon olduğu düşünüldüğünde silah altında olanlar toplam nüfusun yaklaşık yüzde 5’i demektir. [Celâl Erikan, Rıdvan Akın: Kurtuluş Savaşı tarihi, Türkiye İş̧ Bankası Kültür Yayınları, 2008, ISBN 9944884472, sayfa 339 2 Aralık 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.]
Cumhuriyet kurulduktan sonra uzun bir dönem kitle hareketinden söz edilemez. Bu uzun dönemde elbette bir dizi sokak eylemi, hareketi gerçekleşmiştir. Fakat bunlar toplumun bütününü etkileyecek bir etkiden ve kitlesellikten uzaktır. Sokakların hareketlenmeye başlaması 1950’lerle birlikte olur. Menderes hükümetinin, günümüzün AKP’siyle çok benzeyen, politikaları hem ülkedeki politizasyonu hem de bu politizasyonun sokaklara taşmasını sağlar. Bu yılların ilk akla gelen ve özünde sağcıların örgütlü saldırısı olan kitle hareketi 6-7 Eylül olaylarıdır. Katılan kişi sayısından ziyade ortaya çıkan sonuç üzerinden değerlendirilebilecek bu saldırılar İstanbul’da azınlıkların yaşadığı tüm semtlerde eş zamanlı olarak gerçekleşmiş ve bu saldırılar için Anadolu’daki farklı şehirlerden insanlar getirildiği de açığa çıkmıştır. Menderes döneminin kalan zamanlarında da sokaklar siyasetin güçlü araçları olarak kullanılmaya devam etmiştir. CHP’ye ve İnönü’ye dönük sokak eylemlerine karşı Menderes hükümetine karşı çıkan gençliğin eylemleri de artmıştır. Bunların en bilinenlerinden 555K eylemi de yine kitleselliğinden ziyade niteliğiyle öne çıkar.
1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye tarihinde kitlesel eylemlerin sayısının arttığı yıllardır. Bu yıllarda gerçekleşen gençlik eylemleri sahip oldukları anti-emperyalist karakter ile on binleri harekete geçirir. Ama asıl kitlesel eylemler işçi sınıfı hareketiyle kendini gösterir. 15-16 Haziran büyük işçi eylemine 70 binin üzerinde işçi katılır. 1976-77 ve 78 1 Mayıs’larında eyleme katılanların sayıları artık yüzbinlerle ifade edilmektedir.
12 Eylül sonrasının durgunluğu yine işçi sınıfının büyük bir yürüyüşüyle kalkmıştır. Zonguldak maden işçilerinin aileleriyle birlikte yaptığı yürüyüş hem niceliğiyle hem yarattığı etkiyle önemlidir. 12 Eylül sonrası (ve Gezi öncesi) kitlesel eylemlerden öne çıkanlar Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, Sivas katliamı protestosu, Susurluk eylemleri, Gazi katliamına karşı yapılan eylemler, 1 Mart tezkeresine karşı Ankara’da yapılan miting, Taksim 1 Mayıs’ları, Hrant Dink’in cenaze töreni ve cumhuriyet mitingleridir. Tüm bu eylemlerde katılan insan sayıları on binlerle yüz binler arasında salınırken, özellikle cumhuriyet mitinglerinde eşik çok daha yukarılara çekilmiş ve milyonun üzerinde kişinin katılımlarından söz edilmiştir.
Burada bazı noktaların altını çizmeliyiz. İlk olarak, yukarıda kabaca sıralamaya çalıştığımız kitle eylemlerinin hemen hemen hiçbirinde kendiliğinden bir hareketlilik göremeyiz. Eylemlerin öncesinde bir ya da birden fazla ya siyasi partinin ya sendikanın ya derneğin çağrısı ve eylemi örgütlemesi vardır. İkinci olarak, sokağa çıkanlar çağrıyı yapan, eylemi örgütleyen öznelerin politik çerçevesine bağlıdırlar. Bu iki durumun istisnaları Uğur Mumcu, Hrant Dink cenazeleri ve her iki durumla benzeşen yanlarına rağmen cumhuriyet mitingleridir.
Yeni rejim, 2.cumhuriyet
Emperyalizme karşı savaşla kazanılmış bağımsızlık, saltanatın ve hilafetin tasfiyesinin üzerine inşa edilen cumhuriyet ve laiklik…
Türkiye’deki sağcılığın özellikle 12 Eylül sonrası misyonu bu yüklerden kurtulmaktı. Adım adım örülen bu operasyon AKP’nin iktidarıyla birlikte iyice hızlanırken toplumdaki bu değerlere sahip çıkan kesimler için de yeni bir ayıkma/aydınlanma süreci başlıyordu. 1950’li yıllara kadar kuruculuktan gelen gücünü toplumun bütünü üzerinde ve kurumsal aygıtların şekillendirilmesi ve kontrolünde hegemonik bir güç olarak kullanabilen Kemalizm, Menderes dönemiyle birlikte yara almaya başlamış ve o güne kadar kendilerine çizilen alanların dışına çıkmamış siyasal akımlar güçlenmeye başlamıştı. Bu akımlar içerisinden siyasal İslam egemen ideolojiyle olan organik ilişkisi ve emperyalizmin anti-Sovyet politikalarına gösterdiği uyum ile diğer burjuva partilerinden ayrışıyor ve hedeflerini de daha doğrudan ifade ediyordu.
İşte o siyasal İslamın en popüler figürlerinden birinin başında olduğu AKP 2002’de seçimi kazanıyor, liberal akıl hocalarının ve ortağı Gülen cemaatinin yardımlarıyla adım adım bir tasfiye sürecini başlatıyordu. Tasfiye edilense adlı adınca 1923’te kurulan cumhuriyetti.
Türkiye halkının büyük bölümünün siyaset algısı sağ ve sol merkez partiler arasındaki seçim mücadeleleri ve bunların sonuçları şeklindedir. Bunun ötesine geçebilecek bir rejim değişikliğiyse pek düşünülmez. “İhtilal”ler bile rejimi korumak içindir mesela. İşte tam da bu yüzden, AKP eliyle cumhuriyetin tasfiyesi süreci başladığında toplumdaki cumhuriyetle, laiklikle, devletçilikle barışık, bağımsızlıktan ve adaletten yana kesimlerin büyük çoğunluğu tepki duymalarına rağmen “nasıl olsa rejimin kendisini koruyacağı” rahatlığına sahipti. AKP iktidarının ilk yıllarında özellikle TSK ile yaşadığı gerilimler de bu rahatlığı besliyordu. AKP’nin bu süreci aldığı uluslararası desteğin de etkisiyle kendi adına başarılı bir şekilde yürütmesi, pürüz yaşadığı birçok noktayı etkisizleştirmesi ve rejimin son kalelerinden olarak görülen Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı süresinin dolması “rejimin korumasız kaldığını” gözler önüne serdi.
Cumhuriyet mitingleri korumasız kalan rejime sahip çıkma refleksiydi. Önemli olan bu refleksin kendini ifade ettiği zeminin cumhuriyete, laikliğe ve bağımsızlığa tutunmasıydı. Bu refleks AKP’nin iktidarı güçlendikçe kalıcılaşmaya ve AKP’ye karşı kaybettikçe de radikalleşmeye başladı.
2010 referandumuyla 1923 cumhuriyetinin yıkılışını ilan eden AKP-Gülen Cemaati ortaklığı hemen ardından peş peşe yaptığı operasyonlarla orduyu ve hukuk sistemini de kendi aparatçikleri haline getirdi ve gemi iyice azıya aldı.
Gezi Parkı’na alışveriş merkezi yapılması mevzusu bu dönemde iyice ısındı. Kentsel mekanların iktidarın simgeleriyle doldurulması, başka bir ifadeyle iktidarların kentsel mekanları rüşt ispatı için kullanması bilinen bir şehircilik kuralıdır. Taksim Meydanı ve Gezi Parkı da 1923 cumhuriyetinin kentsel simgelerindendir ve yeni rejimin rüşt ispatı için her ikisini hedefe koyması olağandır. Gezi Parkı’nın (ya da üç beş ağacın) Türkiye tarihinin en büyük toplumsal hareketliliğinin başlangıcı olması da bu anlamda tesadüf değildir.
27 Mayıs’ta iş makinalarının parka girmesiyle başlayan süreç yukarıda genel hatlarını çizmeye çalıştığımız tablonun bambaşka bir tabloya dönüşmesinin de başlangıcı oldu. AKP’de somutlanan gericiliğe, akıl dışılığa, biat kültürüne, işbirlikçiliğe, piyasacılığa, para seviciliğe, görgüsüzlüğe karşı çıkan ve kendini cumhuriyetçi ve laik bir zeminde tarif eden milyonlar sokağa döküldü.
Gezi (ya da Haziran) eylemlerinde 12 milyon civarı kişinin sokağa çıktığı ve eylemlere katıldığı tahmin ediliyor; ülke halkının yaklaşık yüzde 15’i demek bu. Üstelik bu milyonlar devletin uyguladığı sınırsız şiddeti görerek ve buna rağmen sokağa çıkmaya devam ettiler. Gezi Parkı’na giden ilk eylemcilerden itibaren eylemlerin hedefi AKP iktidarı ve kurmaya çalıştığı rejim oldu. İktidarın tüm araçlarıyla yürüttüğü kara propagandaya rağmen Gezi eylemleri tarihteki meşru yerini aldı ve AKP iktidarına da bu iktidarın yerli-yabancı tüm destekçilerine de işlerinin öyle kolay olmadığı mesajını verdi.
AKP’nin bunca yıl sonra Gezi ile ilk günkü öfkeyle uğraşmasının da ana nedeni bu. AKP bu ülkedeki cumhuriyetçi, laik, bağımsızlıkçı insanların çok güvendiği birçok kurumu rahatlıkla etkisizleştirebildi. TSK, Meclis, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi… teker teker yeni rejimin kontrolü ve hatta silahı haline geldiler. Ama aynı insanlar bu dönüşümün bir parçası olmadı, ne teslim oldular ne de boyun eğdiler. Aradan geçen yıllara ve düzenli şekilde sürdürülen saldırılara rağmen bu halk yığınları için değişen pek bir şey yok ve Gezi’den AKP’ye kalan da bu büyük korkudan başkası değil…
Peki bize kalan?
Türkiye sosyalist hareketi açısından da Gezi’nin derinlikli bir çözümlemesinin yapılması gerektiği açık. Gezi sonrası birçok sosyalist öznenin iç tartışmalar yaşaması ve bazı ayrışmaların doğması tesadüf değil. İktidar stratejisini geniş yığınların sokağa çıkacağı dönemlerdeki siyasal öncülük üzerine kuran ve fakat dünya üzerinde eşine pek rastlanmayan oranda insanın kendiliğinden ve mevcut iktidarı hedef alarak sokağa çıktığı bir durumu ıskalayan sosyalist hareketin yanlışı nerede yaptığını samimiyetle ortaya koyması bir sonrayı ıskalamaması için şart.
O zamana kadar bilelim ki Geziciler kaybetmedi, parkımız orada duruyor; rejim elindeki tüm güçlere rağmen kaybetti, halktan korkuyor…