Emeğin sefaleti ve yoksulluk…
Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir ile yoksulluğun nedenleri, bugün Türkiye’de yoksulluğun tezahürleri ve gelişkin kapitalist ülkeler açısından yoksulluğu konuştuk.
Yoksullaşmayı nasıl tanımlayabiliriz? Yoksullaşma toplumun tümünü etkileyen herkesin aynı gemide olduğu bir süreç midir?
Yoksulluğu anlamak ve onu ortadan kaldırmak istiyorsak; yoksulluğu nasıl kavradığımız, ona hangi siyasal çerçeveden baktığımız önemlidir. Dolayısıyla yoksulluğu açıklamak için yöntemsel pozisyon hayatidir: Yoksulluğu nasıl anlamak, kavramak ve ortadan kaldırmak gerekiyor? İki nokta üzerinde düşünmenin ve bu iki noktayı sorunlaştırmanın ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. İlki, yoksulluk araştırmalarında yoksulluğun disiplinler arasında çok fazla parçalanmış bir biçimde ele alındığını görüyoruz. İktisatçılar emek piyasasına bakarken, siyaset bilimciler ve sosyologlar gündelik hayattaki tezahürlerine bakıyor. Bu eğilim yoksulluğu yaratan sosyal gerçekliği anlama ve açıklamada kısıtlılıklar yaratıyor.
İkincisi ise yoksulluğun nedenleri ve sonuçları arasındaki ilişkidir. Çoğu zaman yoksulluğun nedenleri olarak düşük ücretlerin, kötü beslenmenin, eğitime ve sağlığa ulaşamamanın belirtildiğini görüyoruz. Bunlar yoksulluğun nedenleri mi yoksa görünümleri mi? Dolayısıyla bu iki sorunlu noktanın üstesinden gelmek için, disiplinler arası parçalanma ve neden-sonuç ilişkisini yeniden değerlendirmeli ve yoksulluğun ekonomi politiğine sahip çıkmalıyız.
Yoksulluğun ekonomi politiği yoksulluğu içine gömülü olduğu iktisadi, siyasi ve ideolojik yapılar içinde anlamayı ve yoksulluğun görünümlerini hazırlayan kapitalist sürece içkin mekanizmaları açıklamayı amaçlar. Yoksulluğu ve yoksunluğu hepsini birbiriyle bağlantılı bir bütünlük içinde görmeyi mümkün kılar. Yoksulluk geçici ya da kısa süreli bir durum değildir. Yoksulluk yapısal bir zorunluluktur. Kapital’in birinci cildinin ünlü 23. bölümünde Marx bunu net olarak anlatır. Kapitalist birikimin genel yasası doğrultusunda bir yanda sermaye birikirken diğer yanda işsiz, umutsuz, mülkiyetsiz kitleler birikir.
AKP’nin 2002-2010 yılları arasındaki ekonomi politikaları belirli çevrelerce ekonominin altın çağı olarak adlandırılıyor. Sizce bu dönemde izlenen ekonomi politikalarının Türkiye’nin bugünkü yoksullaşmasında payı nedir?
AKP’nin yirmi yıllık iktidarı boyunca Kürt politikası, dış politika gibi alanlarda politika değişiklikleri gözlemlemek mümkün. Buna karşın AKP siyasetinin hiç değişmediği bir alandan da bahsetmek gerekiyor: Emek politikaları. AKP, iktidara geldiği günden bugüne ödünsüz ve tavizsiz olarak emek karşıtı, emek düşmanı politikaları hayata geçirmektedir.
2002 yılından bugüne Türkiye’de emek politikalarının iki önemli ayağından bahsedilebilir: güvencesizleştirme ve piyasalaştırma (metalaştırma). Güvencesizlik çok boyutlu ve bu boyutların birbirini etkilediği bir alan olarak şekillenmektedir: İş güvencesizliği, istihdam biçimlerinin güvencesizliği, sosyal güvencesizlik, gelir güvencesizliği. Güvencesiz çalışma, işçi sınıfı için “geleceksizlik” demektir; “hayatta dikiş tutturamama” demektir; “özsaygının yitimi” demektedir ve “boyun eğme ve itaat” demektir.
AKP’nin emek politikalarında vazgeçilmez olan artık herkes tarafından biliniyor: piyasalaştırma veya metalaştırma. Emek piyasalarının kamu müdahalesinden arındırılması ve kamunun sorumluluğunda olan sağlık, emeklilik, eğitim gibi hizmetlerin piyasaya devredilmesi bu sürecin en kritik uğraklarıdır. Kamu hizmetlerinin temel özelliği “meta-dışı”na çıkarılmış hizmetler olmasıdır. Son yıllarda, kamu hizmetlerinin “meta-dışı” olma niteliği ve bir anlamda “hak” olma özelliği ortadan kalkmakta ve kamu hizmetleri “metalaşarak” piyasada “işlem görmekte”dir.
Dolayısıyla AKP’nin siyaseti dün de bugün de, emeğin sefaletidir. Bu noktada AKP politikalarının bugünkü yoksulluğa zemin hazırladığı da söylenebilir. Bölüşüm politikalarında AKP temel sınıflar arasındaki makası hiç olmadığı kadar açarken, en alttaki kesimler için göreli bir iyileşme sağladı. Bunu da bir yandan emekçi sınıfın diğer katmanlarının gelirlerini düşürerek diğer yandan ise sosyal yardımlar gibi mekanizmalarla yaptı. Dolayısıyla 2002-2010 sürecindeki politikalar hem genel olarak emekçi sınıfları yoksullaştırmaya zemin hazırladı hem de temel sınıflar arasındaki bölüşüm dengesini radikal şekilde uçurumlaştırdı. Bugün toplumun en zengin kesimleriyle en yoksul kesimleri arasındaki makas 15 kata ulaşmış bulunuyor. Bu tabi ki kısa-orta vadeli popülist bir siyaset ortaya çıkardı ve sürdürülemez bir ekonomik döngü yarattı. Bugün ülkedeki yoksulluğun vahim durumu biraz da bu öngörüsüz ve sermaye yanlısı olduğu halde yoksul dostu görünen sağ popülist eğilimlerin bir sonucudur.
Dünya genelinde de Türkiye’dekine benzer bir yoksullaşma söz konusu mu?
Merkez kapitalist ülkelerde yoksullaşmanın çevre kapitalist ülkelere göre daha az olduğunu gözlemliyoruz. Merkez kapitalist ülkelerdeki yoksulluğun görece daha az olmasının nedenleri üzerine düşünmek önemli kuşkusuz. İlk olarak, bu ülkelere azgelişmiş ve çevre ülkelerden piyasa yoluyla ya da piyasa dışı yollarla birikim aktarılıyor. Kapitalist merkez, çevre ülkelerden yalnızca artı değer sömürüsü ile değil, emperyalist rantlar, jeopolitik konumun getirdiği avantajlar, bilginin metalaştırılması, doğanın metalaştırılması gibi yollarla da zenginlik ve değer transfer ediyor. İkinci olarak, bu ülkelerde işçi sınıfının tarihsel olarak biriktirdiği mücadele ve kazanımlar, aktarılan bu değerlerin toplum içinde görece daha az eşitsiz dağıtılmasına imkan veriyor.
Bugün gelinen noktada sermaye egemenliğinin bu ülkelerdeki kazanımları da ortadan kaldırmaya başladığı bir gerçeklik. Kapitalizmin merkezlerinde yaşanan proleterleşme süreçleri yeni huzursuzluklar ve isyanlar yaratıyor. Bu hareketlerin dünyanın geleceğinin şekillenmesinde ne kadar etkili olabileceği ise günümüzün en kritik siyasal sorularının başında geliyor.
Teşekkür ederiz…