Laiklik Mücadelesi Niçin Önemlidir
Zülâl Kalkandelen – Gazeteci / Yazar
Söyleşi: Berkay Çelen
Geçtiğimiz günlerde Kurtuluş Savaşı zaferinin 100. yılı kutlandı. Sonrasında kurulan cumhuriyetin de temel ilkelerinden biri laiklik oldu. Ümmet olmaktan yurttaşlığa geçiş, halifelik ve saltanatın kaldırılması, kadınların toplumsal hayata girişi gibi gelişmeler laiklik ekseninde hayata geçirildi. Kuruluş sürecini ve laikliğin buradaki rolünü nasıl tarif edersiniz?
Laik cumhuriyete doğru girilen süreçte elbette ilk aşama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması oldu. Bugün de Meclis Genel Kurulu’nun duvarında yazan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’ndan bu yana Türkiye’nin anayasasında yazar. Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun birinci maddesi odur. Bu, Mustafa Kemal Atatürk’e ait “Hakimiyet bilâ kayd-u şart Milletindir” sözünün günümüz Türkçesi ile söylenişidir.
Bu ilkenin ortaya çıkışı aslında daha önceye gider. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” parolası, Erzurum Kongresi’nde, Sivas Kongresi’nde benimsendi ve Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun temel dayanağı oldu. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin esaslarını Mîsâk-ı Millî ilkesi doğrultusunda kabul etti.
Bu ilke, 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile hayata geçti ve 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile resmiyet kazandı.
Bunları öncelikle söylemek gerekir; çünkü Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, şeriat hukukunun geçerli olduğu, halkı padişahın kulları olarak gören ümmetçi bir yapıdan, saltanatı kaldırıp yurttaşlık kavramını devreye sokan bir cumhuriyete geçişi sağladı. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ve 1 Kasım 1922’de halifelik ile saltanatın ayrılması ve saltanatın kaldırılması, bu açıdan en önemli devrimdir.
O dönemde halifenin yetkileri dini konularla sınırlandırılmıştı. Ama padişah Vahdettin, Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’u işgal eden İngilizlere sığınarak 17 Kasım 1922’de ülkeden kaçınca, Osmanlı ailesinden Abdülmecit, TBMM tarafından halife seçildi. Ancak halifeliğin sürdüğü bir sistemde genç cumhuriyetin gerçekleştireceği devrimlerin yapılması olanaksızdı. Halifenin de kendini devlet başkanı gibi görmesi sonucunda Mustafa Kemal, Nutuk’ta yazdığı gibi artık halifeliğin kaldırılması zamanının geldiğine karar verdi ve 1 Mart 1924 tarihinde yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, bu düşüncesini açıkladı.
Bunun ardından 3 Mart 1924’te TBMM’de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırıldı. O gün çok önemli üç yasa kabul edildi.
Şer’iye ve Evkaf vekâletlerinin (din ve vakıf işleri ile ilgili bakanlıklar) kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kurulmasını sağlayan 429 sayılı yasa.
430 sayılı “Tevhidi Tedrisat (Eğitim Birliği)” Yasası. (Eğitimi çağdaşlaştıran, kız-erkek ayrımı yapılmadan eğitimde birliği sağlayan yasa.)
Halifeliği kaldıran 431 sayılı yasa. (Din devletini sona erdiren yasa.)
Bunlara ek olarak, 30 Kasım 1925’te tekke ve zaviyeleri kapatan 677 sayılı yasa çıkarıldı. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 174. maddesi, “inkılap kanunlarının korunması” başlığını taşır; başka bir anayasa kabul edilmediği sürece bu madde yürürlüktedir ve bu devrim kanunları anayasal koruma altındadır.
Bu arada belirtmek gerekir ki, “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa”, toplumsal alanda yapılan en önemli düzenlemelerden biriydi. Çünkü İslam dünyasında dinin ibadetlere ilişkin kurallarını farklı biçimlerde yorumlayan “tarikat” adı verilen yapılar ortaya çıkmıştı. Tarikat üyelerinin toplanacakları, birlikte ibadet edecekleri özel, kapalı yerlere de “tekke”, bunların küçüklerine de (hücre, küçük oda) anlamında “zaviye” deniyordu. Zamanla bu tarikatlar, vatandaşlar arasında parçalanmaya yol açtı. Müritleri aracılığıyla iktidar sahipleri üzerinde baskı yapmaya da başlamışlardı. Osmanlı’nın duraklama döneminden itibaren gerilemenin önemli bir nedeni de bu yapılardı.
Laik devletin oluşturulmasına yönelik en önemli yasal düzenlemelerden birisi, 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’du. Kişiler hukuku, aile hukuku, miras hukuku ve eşya hukuku bölümlerinde yer alan kurallarla, yurttaşların doğumundan başlayarak ölümünden sonrasına kadar özel yaşam ilişkilerini düzenleyen temel bir kanun bu. Türkiye’de kadınlar, Medeni Kanun’un kabulü ile ekonomik, sosyal ve hukuksal alanlarda erkeklerle eşit haklara sahip oldu. Laik hukuk düzenine geçişin belgesi Medeni Kanun’dur.
Bundan sonraki aşama ise, anayasadan “Devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasıydı. 10 Nisan 1928’de yapılan bu değişiklikle, devletin bütün dinlere eşit şekilde mesafede olmasını sağlaması sağlandı. Ayrıca aynı tarihte, milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi “kelimesi, “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirildi.
Laiklik ilkesi ise, işte bütün bu gelişmelerin üzerine oturtuldu; 5 Şubat 1937 tarihinde Türk Anayasasına dahil edilerek laiklik devrimi anayasal gelişimini kazandı.
Tüm bu aşamaların 1919’dan itibaren yaşanan gelişmelerle sağlandığını düşünürsek, 18 yıllık bir dönemden söz ediyoruz. Adım adım halk egemenliğine ve laikliğe giden yollar bu şekilde döşendi.
Şunu da vurgulamak iyi olur. Bugün bazıları TBMM’yi açarken Gazi Mustafa Kemal’in yanında hocaların olmasını, Meclis’in dualarla bariz bir din vurgusu ile açılmasını örnek gösterip, laiklik ilkesine yapılan saldırılara meşruluk kazandırmaya çalışıyorlar. Oysa o dönemde, Saray Hükümeti’nin Kuvayi Milliyecileri “padişaha isyan eden dinsizler” ilan ettiği bir ortam söz konusuydu, Saray’a bağlı Hilafet Ordusu kurulmuş, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Vahdettin’in onayıyla Kuvayi Milliyeciler hakkında “Katli vaciptir!” fetvası yayınlamış, Kuvayi Milliyecileri öldürenlerin “gazi”, bu uğurda ölenlerin ise “şehit” sayılacağı bildirilmiş, bu fetvalar İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılmıştı.
Atatürk, daha sonra Nutuk’ta TBMM açılışında yapılan dini töreni “o günün duygu ve anlayışına uyma zorunluluğu” olarak açıkladı. Bu durum, anlattığım süreçte adım adım laik cumhuriyetin hedeflendiği gerçeğini değiştirmiyor. Zaten amaç laiklik olmasa bunların hiçbiri yapılmazdı.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Siyasal İslamcı odaklar da varlıklarını sürdürdüler. Bu grupların laiklik düşmanlığı eksenini, patron sınıf ve emperyalizmle olan ilişkilerini ve ülke siyasetindeki etkilerini nasıl değerlendirmek gerekir? Yer altına indirilen bu gruplar nasıl güçlendiler?
Türkiye’de karşı devrim, TBMM kurulduğundan bu yana devam ediyor. Tarihte Cumhuriyet’e karşı oluşumun izleri, ilk Meclis’teki İkinci Grup’a kadar gidiyor. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa çevresinde 10 Mayıs 1921’de birleşmesinden sonra (Birinci Grup), ilk Meclis’te Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey önderliğinde bir muhalefet hareketi doğdu. Bir yıl kadar örgütsüz olarak kaldıktan sonra, 1922’de İkinci Grup olarak bir araya geldiler.
Kurtuluş Savaşı’na destek olan bu grubun üyeleri arasında tutarlı bir görüş birliği yoktu; saltanatın kaldırılmasına razı gelmiş olsalar da halifeliği, medreseleri ve şeriat yasalarını savunanlar vardı. Ancak ortak noktaları, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere hükümete muhalif olmaktı. Bu grup 1923 seçimlerine katılmayıp siyasal yaşamda silinmiş görünse de, zaman içinde üzerinde durdukları zemine yerleşen yeni isimler ortaya çıktı.
Mustafa Kemal Paşa’nın eski silah arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in öncülüğünde, 17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bunlardan ilkidir. Bu partinin tüzüğününde liberal bir demokrasiyi hedefledikleri de belirtiliyordu. Kurtuluş Savaşı’nda Meclis kuran ve o her şeyi o Meclis ile yapan, cumhuriyeti ilan eden ve saltanatı kaldıran Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan bu parti hakkında Atatürk Nutuk’ta şöyle yazar:
“ ‘Cumhuriyet’ kelimesini ağızlarına bile almaktan çekinenlerin, cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin teşkil ettikleri fırkaya ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ unvanını vermeleri, nasıl ciddiye alınır ve ne dereceye kadar samimi kabul olunabilir?”
Bu çok haklı bir sorudur. Saltanat ve hilafete taraftar olup cumhuriyete karşı olanların liberal demokrasiyi kuracaklarına inanmak da olanaklı değildir. Mustafa Kemal Paşa’nın eski silah ve dava arkadaşları tarafından 17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Fırka, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra 3 Haziran 1925’te “irticayı yüreklendirdiği” gerekçesiyle kapatıldı.
Bundan beş yıl sonra Atatürk’ün teşvikiyle kurulan Serbest Fırka ikinci defa çok partili hayat denemesiydi. Ancak Fethi Okyar, dini sloganlar, ilahiler ve yeşil pankartlarla yurt gezilerinde karşılandı, devrimleri eleştirdikçe cumhuriyet karşıtlarının buluşma odağı oldu. Bu deneme de 1930’da sonlandıktan sonra 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Ardından onun içinden çıkan sağ partiler de aşiretlere, şeyhlere, şıhlara ve ağalık sistemine dayanarak varlıklarını sürdürdüler. Cumhuriyet ve onu kuran parti olarak CHP’ye karşıtlık, din ve laiklik üzerinden şekillendi.
1960’lardan itibaren telaffuz edilen İkinci Cumhuriyet fikri, 1923’te kurulan Cumhuriyet’in geniş halk yığınlarını temsil etmediği, laik ve elit bürokrat kesimin Cumhuriyet’ten nemalandığı düşüncesi ile yayıldı. Bu yaklaşımı pompalayarak devletin kamusal alanda tarafsız olmasını gerektiren laikliği de dinsizlik olarak gösteren dincilerle bir noktada buluştular. Gerçekte laiklik, eski seçkinlerin, saray çevresi ve ulemanın dayandığı yozlaşan kurumları ortadan kaldırmıştı.
İkinci Cumhuriyetçilerin ideoloğu olan Prof. Dr. İdris Küçükömer’in de bu doğrultuda yeniçerileri ve köylü kökenlileri, kalabalık ve yoksul oldukları için ‘sol’ saymıştı. Üretici güçlerin gelişmesi anlamında devrimci ve ilerici olan grupları ise yoksul olmadıklarından ‘sağ’ görüyordu. Oysa unutulmaması gereken bir şey vardı; tüm yeniçeri ayaklanmaları “Şeriat isterük” diye yapılmıştı, solla ilgisi yoktu.
Küçükömer, laisizmi üstyapısal bir kurum olarak “kültür kalıtımı reddi” şeklinde tanımlamış, toplumun içinden gelen doğan bir gelişme sonucu yaşanmadığı için laikliği benimsememişti. Ortada var olan bir değerler sistemi bulunduğunu ve bunun dışarıdan gelen sistemi reddedeceğini, laiklik ile bir “reddi miras” yapıldığını söylemişti..
Onun izinden giden İkinci Cumhuriyetçiler de Cumhuriyet devrimlerini İslam’a karşı yapılmış devrimler olarak gösteriyordu. Bu kesimin en büyük hatası, siyasal İslamcıları sivil demokrasi gücü olarak görmeleri oldu. Demokrasi ve özgürlük barındırmayan, biat kültürüne dayalı bir görüşü savunanların, “sivil toplum öncüleri” gibi gösterilmesi ölümcül bir tehlikeydi.
Türkiye’de bugüne kadar siyasetçiler, bu görüşü benimseyip laiklik karşıtı gerici yapılanmaları oy deposu olarak kullandılar. Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan Çiller’e ve hatta Ecevit’e kadar birçok politikacı, tarikat ve cemaatlere destek oldu. 1925’te çıkarılan 677 sayılı devrim kanunu yürürlükte olsa da, onu görmezden gelerek bu yasadışı oluşumlarla ilişkilerini sürdürdüler, seçimlerden önce ziyaret ederek meşru gözükmelerine yol açtılar.
Sağcı siyasetçilerle birlikte İkinci Cumhuriyetçiler ve “sol liberaller”, sözde çoğulculuk adına laik cumhuriyeti hedeflerken, siyasal İslam’a destek vererek aslında emperyalizmin amacını gerçekleştiriyorlardı.
Yasal olarak kapatılmış görünen tarikat ve cemaatler, kurdukları vakıflar aracılığıyla muazzam gelir kaynakları elde ettiler, devletten yardımlar aldılar. Açtıkları okullar, dershaneler, kurslar ve yurtlar aracılığı ile etkilerini ülkenin her yerine yaydılar. Mürit sayılarını artırıp televizyonlar, radyolar, internet siteleri kurdular. Siyaset sahnesinden aldıkları destek, emperyalist devletlerden akan fonlarla ekonomik olarak da boyutlanınca, iş dünyasından, sanat ve edebiyat dünyasından ünlüler de katıldı aralarına.
Emperyalist devletlerin tarikat ve cemaatlere desteğinin nedeni, elbette tam bağımsızlık ilkesini benimsemiş laik bir Türkiye’nin kendi çıkarlarına uygun olmamasıydı. Türkiye, 1950’li yıllardan bu yana ağır bir dincileşmenin etkisinde kaldı. Bu da Sovyet etkisinin ve komünizmin Ortadoğu ülkelerine sızmasını önlemek için Amerika önderliğinde yürütülen Yeşil Kusak projesinin sonucudur. Amerika, Soğuk Savaş döneminde sosyalist blogu güneyden çevrelemeye çalışmış ve İslam’ı komünizme karşı bir savunma aracı olarak kullanmıştı. Dinci söylemleriyle tarikatların önünü açarken demokratik hak ve özgürlükleri sınırlayan ve komünizmi kriminalize eden Demokrat Parti, ABD politikalarıyla uyumluydu.
Laik cumhuriyete ve onun üzerinden Aydınlanma Devrimi’ne saldıran İkinci cumhuriyetçilerin serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırdığı gerekçesiyle alkış tuttuğu Özal ise gerçekte liberalizmi gerici ideoloji ile yakınlaştırıp, emekçi kesimleri bir silindir gibi eziyordu.
En son Gülen Cemaati örneğinde gördüğümüz gibi, Cemaat’in lideri ABD korumasındaydı. Cemaat’e ait Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın verdiği ödülleri almak için ünlüler sıraya girdi! Düzenledikleri Abant kamplarına, İkinci Cumhuriyetçi liberaller akın etti. Devlet kurumları, cemaatlere ait vakıflarla eğitim için işbirlikleri yaptı.
Bu yapıların laiklik ve cumhuriyet karşıtı olması, açıkça şeriat istemeleri birçok siyasetçi için sorun değildi.
Gülen Cemaati’nin aslında FETÖ olduğu 15 Temmuz 2016’da ortaya çıkınca “kandırıldık!” dediler; oysa kimse kandırılmadı, her şey ortadaydı, beraber yürüdükleri yolda paylaşım ve iktidar krizi çıkınca birbirlerine girdiler. Şimdi de FETÖ’nün devlet ve bürokrasideki yerini diğer tarikat ve cemaatler aldı. Eski FETÖ’cüler, şimdi “Hakyolcuyum, Menzilciyim” diyerek işlerine devam ediyor.
Sonuç olarak bu gruplar aslında hiç de yer altına inmiş değildi. Açıkça Türkiye’de devletin ve yurt dışından da emperyalist güçlerin destek verdiği laiklik karşıtı yapılardı bunlar. Öyle olmasa devlet içinde bu kadar yerleşebilirler miydi, böylesine büyük bir ekonomik güce sahip olabilirler miydi? Devletin en yüksek makamlarına tarikatçılar gelebilir miydi?
AKP’nin 20 yıllık iktidarı ile kalıcılaşan ve süreklileşen laiklik karşıtlığını nasıl yorumlamak gerekir? Eğitimde, sağlıkta, hukukta ve toplumun her alanında gerçekleşen karşı-devrimde laikliğin tasfiyesi nasıl okunmalıdır?
AKP, ABD’yi yöneten neoconların geliştirdiği ve merkezinde Ilımlı İslam politikasının yer aldığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin ürünüydü. Ilımlı İslam politikasını yönlendiren Samuel Huntington, Türkiye’nin İslam coğrafyasında lider olması için, laiklikten vazgeçmesi gerektiğini söylüyordu, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan laiklik ile çatışma içinde olduğunda, İkinci Cumhuriyetçiler yine emperyalizmin imdadına yetişti ve AKP’yi sanki bir demokrasi havarisi gibi tüm dünyaya pazarladılar. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapılandırılması gerekiyordu.
Görülüyor ki İkinci Cumhuriyetçilerin, dönek solcuların rotasını belirleyen daima emperyalizmdi; tam bağımsızlık ve aydınlanmayı kendine rota seçenlerle sürekli çatışma içinde olmalarının asıl nedeni de buydu.
Laiklik, anayasaya girdiği 5 Şubat 1937’den beri hedefte ama son 20 yıldır AKP döneminde ardı ardına yapılan planlı saldırılar sonucunda bugün adı sadece yazılı metinlerde kaldı.
Çünkü Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı odak olduğu tespit edilen AKP’nin başından beri ajandasında laikliği ortadan kaldırmak var. 2002’de iktidara geldikleri günden bu yana takiyye yöntemiyle İkinci Cumhuriyetçileri demokrasiyi getireceklerine inandırmış olsalar da, bu kadroyu tanıyanlar onların sahte demokrasi söylemlerine aldanmadı. Gerçek şu ki AKP, laik cumhuriyeti siyasal İslamcı görüş doğrultusunda dönüştürme hedefiyle yola çıktı ve bunu da Diyanet üzerinden yapıyor.
En önemlisi de günümüzde egemen olan neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilik birbirini bütünlüyor. AKP, MHP’nin de desteği ile Türkiye’yi Cumhuriyetten Osmanlı monarşisine, devleti de tarikat ve cemaat devletine dönüştürdü.
Son 20 yılda ülkenin üzerine çöken siyasal İslam yüzünden, çoğulcu hayat engellendi. Herkesin inancına, kanaatine, yaşam tarzına saygı gösterildiğini iddia etseler de tam tersi oldu. Laik cumhuriyeti hedefleyen tarikat ile cemaat vakıfları pıtrak gibi çoğalırken Vakıflar Genel Müdürlüğü izlemekle yetindi. AKP’li belediyeler bu dinci yapılara para yağdırdı.
Türkiye’de siyaset uzun süredir din üzerinden şekillenirken anayasadaki laiklik ilkesi açıkça ihlal ediliyor. Türkiye Cumhuriyeti, anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek 2. maddesinde yazmasına karşın, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkarıldı. Laiklik karşıtı odak olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından saptanan AKP, laik cumhuriyetin temelini dinamitledi. Laiklik, bugün yaşamın her alanında topyekün bir saldırı altında, karşı devrim açıkça atakta!
Meclis muhalefetinin laiklik mücadelesindeki yetersizliğini biliyoruz. Geçtiğimiz günlerde ilan edilen Sosyalist Güç Birliği, tam da bu nedenle, nasıl bir mücadele yürütmelidir? Laikliğe niçin ve nasıl sahip çıkılabilir? Yeni bir muhalefet odağı hangi eksende yükselebilir?
Sosyalist Güç Birliği, eşit, özgür ve bağımsız bir Türkiye istiyor. Hepimiz biliyoruz ki demokrasi vaat edenler, dinci gericiliğe karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymak zorundadır. Aksi halde vaatlerinin içini dolduramazlar. Çünkü siyasal İslamın Türkiye’ye verdiği zararı görmezden gelerek demokratik bir sistem kurulamaz.
Kadınlar, bugün doğrudan yaşama haklarına yönelik bir tehdit ile karşı karşıya. Tarikatların baskısı ile şiddete karşı kadını koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden imza bir gecede çekildi. Kendi ülkelerinde festival düzenlemeleri yasaklanan, liyakat olmadığı için iş bulma umutları yok olan, sınav soruları bile çalınan gençlerin en büyük hayali yurt dışına gitmek oldu.
Adalet arayan herkesin karşısına cemaat ve tarikat ilişkileri çıkıyor. Açlık ve işsizlik sürekli artarken, iktidar, emekçilere “isyan etmeyin, şükredin, sabredin” diyerek dini söylemlerle tepkileri bastırmaya çalışıyor, bir yandan da birilerinin küpü doluyor. İşçi ve emekçilere, laikliğin sınıf siyasetinin önündeki barikatı yıkmak için anahtar olduğu anlatılmalı.
Tüm bu toplum kesimlerine laikliğin yaşanan tüm bu sorunları çözmek için elzem olduğunu göstererek devrimci, aydınlanmacı ruhu canlandırmak gerekiyor. Cehaletin yerine aklın; safsatanın yerine bilimin; adam kayırma yerine liyakatin hüküm süreceği bir ülke için, toplumun bir bütün olarak yeniden ayağa kalması için, güçleri birleştirerek topyekün bir mücadele yürütülmeli.