Yapısal kriz ve gidişat
Prof. Dr. Özgür Orhangazi
Türkiye ekonomisi, 2018’in yaz aylarında yaşanan döviz krizi sonrasında giderek daha istikrarsız ve kırılgan bir görünüm kazandı. Krizin ardından 2018’in son çeyreği ile 2019’un ilk yarısında küçülen ekonomi, 2019’un ikinci yarısında yavaş yavaş da olsa toparlanmaya başlamışken 2020’de Covid-19 salgının ekonomik etkileriyle birlikte yüksek miktarda dış sermayenin Türkiye ve benzeri ülkelerden hızla çıkmaya başlaması ile sert bir biçimde küçüldü ve Türk lirası hızla değer kaybetmeye başladı. Salgınının ve salgına karşı alınan tedbirlerin ekonomi üzerindeki etkileri birçok ülkede geniş çaplı kamu harcamaları ve gelir desteği programlarıyla göğüslenmeye çalışılırken Türkiye’de iktidar kamu desteklerini oldukça sınırlı bir seviyede tutmayı tercih etti. Verilen desteklerin önemli bir kısmı ise daha ziyade İşsizlik Sigorta Fonu kaynakları kullanılarak fonlandı. Buna karşın yıl ortasından itibaren faiz oranları aşağıya çekilerek ve bankacılık düzenlemelerinde değişiklikler yapılarak bir kredi genişlemesi desteklendi. Başka bir deyişle, yaşanan küçülme borçlandırılarak aşılmaya çalışıldı. Bu sayede bir önceki sene büyüme oranı %0,9’da kalan ekonomi, 2020’yi %1,8’lik bir büyüme oranıyla kapattı. Ancak düşük faizler ve kredi genişlemesi ile desteklenen bu büyüme ithalatı artırırken, bir yandan salgının etkisiyle turizm gelirlerinin düşük seviyelerde kalması bir yandan da dış sermaye çıkışlarının devam etmesi döviz kurlarında artış baskısı ortaya çıkarıyordu. Faizleri düşük tutarak ekonomiyi canlandırmaya çalışan iktidar ise birkaç senedir yaptığı gibi örtülü arka kapı müdahaleleriyle Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini kullanarak bu artış baskısının bir süre önüne geçmeye çalıştı. Ne var ki bu süreçte döviz rezervleri tükenip Merkez Bankası net olarak döviz borçlusu bir konuma geçerken, sonbaharda artık kur artışlarının önüne geçilememeye başlandı ve ekonomi yeni bir döviz krizinin eşiğine sürüklendi.
Yazının tamamına erişmek için abone olmalısınız. Tıkla, abone ol