Sosyalist ittifakın zemini sağlam, programı net olmalı
Orhan Deniz
Derinleşen ekonomik kriz, başkanlık rejiminin ülkenin içinde bulunduğu sorunlara karşı kendini kurtarmaya çalışmak dışında hiçbir refleks gösterememesi ve bu haliyle gerek yerli gerek yabancı sermayenin istediği “istikrar” ve “güven” arayışının yok olması, dillendirilen tek çözümün ülkenin uluslararası sermaye için ucuz emek cenneti emekçilerinse tamamen bir köleye dönüştürülmesinin olması erken seçim ve ittifaklar konularını iyice gündemin merkezine yerleştirdi.
Düzen siyasetini temsil eden iki kamp, Cumhur ve Millet ittifakları, olası erken seçimlere en güçlü şekilde ve garanti oylarla girebilmek adına türlü manevrayı yaptıkları taktikleri hayata geçirmeye başladılar. Birbirlerine yaptıkları karşı salvoları bir yana bırakalım, bunlar “şov”un olmazsa olmaz parçaları, asıl her iki kampın yaptıkları tüm manevraların büyük sermayenin desteğini almak için olduğunun altını ısrarla çizmeli.
Özellikle, AKP’nin medyanın büyük bir bölümünü kontrolü altına aldığı zamandan bugüne geçen sürede yapılan ideolojik bombardımanın, yaratılan güçlü lider imajının kapitalist sistemin gerçek işleyiş dinamiklerinin üzerini örttüğü, kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız bir siyasal yapı varmış görüntüsü yarattığı gözlerden kaçmamalı.
Ayrıca, unutulmamalı ki, sürekli pompalanan bu ideolojik salgının Erdoğan’ı her şeyin üzerinde ve her şeye muktedir lider pozisyonuna getirmesi oldukça kolay oldu. Ağustos 2001’de kurulan AKP’nin 14 ay sonra seçimleri kazanması Türkiye’deki siyasal yaşamın bilinen tarihiyle uyumlu değil mesela. AKP kurulmuş, önü açılmış, desteklenmiş “kullanışlı” bir partidir. Çünkü emperyalizmin sosyalizmsiz bir dünyada kurmak istediği düzendeki en güçlü silahlarından olan siyasal islamın bir parçasıdır, sınır ve kural tanımayan bir piyasacılığa inanmaktadır ve toplumsal dönüşümleri zorlayacak bir ataklığa da sahiptir. Erdoğan’ın ilk yıllarındaki en medyatik danışmanı Zapsu’nun dediği gibi “deliğe süpürülmemiş, kullanılmıştır”… Hem TÜSİAD hem ABD hem AB, Zapsu’nun önerisine kulak vermiş ve ön açmış, Sakıp Sabancı’nın 2002 seçimlerinden sonra yaptığı “koalisyonlar devri bitti, istikrar gelecek” açıklaması sermayenin Erdoğan tercihini açıkça göstermiştir.
AKP ve Erdoğan’ın bu kullanışlılığı uzunca bir süre siyasi alanda alternatifsiz olmalarını sağlamış, ama inşasına giriştikleri yeni rejimin yerleşik ideolojik referanslarla uyumsuzlukları artıp, direnç noktaları güçlendikçe sorunlar büyümeye başlamıştır. Bugün her ne kadar geriye çekilmiş ve bastırılmış olarak görülse de, Haziran eylemleri Erdoğan iktidarının dengesini bozan en önemli etken olmuş, sürekli sağa çeken bir iktidarın emekçi sınıfları kapsama becerisinin sınırlarını göstermiştir. Hâlbuki kapitalist sistemin sahipleri kârlarının artacağı dengeli bir yapıyı isterler ve Erdoğan’ın siyasal pragmatizmle bütünleşik İslamcı yönetimi artık bu dengeli yapıyı bozan en önemli unsur haline gelmiş durumda.
Düzen dengeyi kurabilmek için, yani yolu tek ayakla, AKP’nin yıllardır semirttiği sağ ayakla yürümek mümkün olmadığından, ikinci ayağı da yere bastırmak ve fakat yoldan çıkmamayı da garantiye almak arayışında. Burada da Millet İttifakı öne çıkıyor ve yerlisi yabancısı fark etmeden tüm büyük sermayeye “emekçi halkı bana bırakın” mesajlarını veriyor. Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki ataklıklarının, helalleşme çağrılarının, “devri sabık yaratmayacağız” açıklamalarının muhatabının bu açıdan öncelikle sermaye sınıfı olduğu bilinmelidir.
Fakat sermaye sınıfı bu mesajları almasına ve göründüğü kadarıyla yol da vermesine rağmen, Millet İttifakı’nın dengeyi sağlam şekilde kuracak bir sol ayaktan ziyade, sağa yüklenmiş gövdenin düşmesini engelleyecek sola basan bir koltuk değneği olmaktan ötesine geçemeyeceğini de bilmektedir. Çünkü kendini sermayeye beğendirmenin yolu sermayenin programına sahip çıkmaktan geçiyor ve bu program sömürü, kâr, emekçi sınıfların daha da ezilmesi üzerine kurulu. Anlayacağınız, son kertede Millet İttifakı da, Cumhur İttifakı da aynı programı, büyük sermayenin programını savunuyor.
Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinin 20 yıllık iktidarının hayata geçirdiği aşırılıkların, toplumda yarattığı yarılmaların bugün Millet İttifakı’nı daha öne çıkarıyor olması bu açıdan, özde, bir şey değiştirmiyor. Olası bir Millet İttifakı iktidarının emekçi sınıfları ne düzeyde kontrol altında tutabileceği, eşitsizliklerin üzerini ne derece örtebileceği büyük bir muammadır. Böyle bir muammayı sadeleştirecek, olası Millet İttifakı iktidarının manevra alanını genişletecek, ona meşru bir alan yaratabilecek, yani koltuk değneğinin bastığı zemini güçlendirecek bir araca ihtiyaç var.
Nasıl bir araç? Doğrusu, söz konusu olan tam bir “ilk taşı en günahsız olanınız atsın” durumu. Şu an siyaset meydanında sahnede olan ve emekçi sınıfların karşısına seçenek olarak çıkartılan tüm isimler on yıllardır aynı sahnedeler ve az ya da çok emekçilere karşı işlenen tüm suçların bir parçası durumundalar. Bu anlamıyla bunların hiçbirinin aranan meşruluğa sahip araç olmadığı açık. Dışarıda kalan ve daima düzenin suçlarının karşısında olan, yani hiç günahı olmayan, tek güç ülkenin sosyalistleri ve düzenin aradığı araç da sosyalistleri Millet İttifakı destekçisi yapmaktan başkası değil. Bu gerçekleşirse iki şey başarılmış olacak: 1) Millet İttifakı en çok ihtiyaç duyduğu şeye, zamana yayılan bir meşruiyete sahip olacak ve 2) toplumdaki derinleşen eşitsizliklerin düzen dışı sola açtığı alan en baştan kapatılacak.
İşte tam da bu nedenlerle sosyalistlerin ittifakı son günlerde çok fazla tartışılıyor, üzerine çeşitli haberler yapılıyor, sosyalistlerle HDP’yi ya da Millet İttifakı’nı buluşturma senaryoları yazılıp çiziliyor… Görünen o ki tüm bu başlıklar üzerine önümüzdeki günlerde daha çok şey yazılıp söylenecek ve sınıf savaşının bir cephesi de burada açılacak. Böylesi bir cephe açılırken başlangıç noktası burada yer alan aktörleri doğru şekilde konumlandırmak ve gerçekliği kırıp bükmeden, çarpıtmadan, pratik içerisinde herkesçe bilinenleri görmezden gelmeden hareket etmek olmalı. Yani, bugün bu ittifaklar içerisinde ismi geçen tüm öznelerin, Sol Parti’nin, TKH’nin, EMEP’in, TKP’nin, Halkevleri’nin, TİP’in, HDP’nin ideolojik şekillenişleri ve politik tavırları kimse için sır değildir. Tüm bu öznelerin bir tarihleri vardır, referans noktaları vardır, kırılmalar yaşadıkları anlar vardır ve herhangi bir gelişme karşısında nasıl bir tepki verecekleri de tahmin edilebilirdir.
Mesela, 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren üniversitede bir dinci saldırı tehdidiyle yüz yüze kalan tüm devrimciler dayanışma ve birlikte mücadele için yan yana gelirken, Kürt siyasi hareketini temsil eden üniversiteliler bu birlikteliğin içine girmezlerdi. Nedeni basitti: Ulusal bir hareketlerdi ve bu hareketin içinde dincilerin de bir yeri vardı, buna karşı bir birleşmenin yanında yer almaları bir çelişki olurdu. Nitekim sonraki yıllarda Kürt siyasi hareketinin Meclis’teki temsilcileri içerisinde de dinci vekillerin ya da ulusal hareketin parçası olarak görülen farklı siyasal katmanların temsilcileri yer aldı. Bu açıdan bugün HDP (öncesinde BDP, DTP, ÖTP…) içinde dincilerin de olduğu, içinde liberallerin de olduğu, içinde aşiretlerin de olduğu, içinde burjuvaların da olduğu ve içinde solcuların, sosyalistlerin de olduğu bir parti oldu. Ama asla, sadece bunların birinin partisi olmadı. Bunun siyasal pratikteki sonucuysa tüm direngenliğine, inatçılığına, özverisine rağmen siyasal bir pragmatizmin belirleyiciliğidir ve bu pragmatizm tarihsel olarak katı olması gereken ideolojik pozisyonlar arasında inanılmaz hızlı geçişlerin yaşanmasına da yol açmaktadır.
HDP ile ilgili bunları yazmamın nedeni, HDP’nin hem seçimin kilit partisi olarak görülmesi hem de sosyalist ittifak tartışmalarında adının öne çıkmasından. İlerleyen zamanlarda HDP’nin pozisyonuna tekrar detaylıca değinilebilir ama şimdilik bu noktayı sosyalistlere bağlayalım.
Sosyalist partiler, örgütler tarihsel bilinçleri ve sahip oldukları sınıfsal perspektif gereği ideolojik ve politik olarak birbirine zıt pozisyonlar arasında salınım yapamazlar. Düzenin yarattığı sömürüye, eşitsizliklere, adaletsizliklere karşı örgütlü bir mücadele yürütür, düzenin değirmenine su taşıyan işleri karşılarına alırlar. Ehven-i şer’e ikna olmaz, düzeni değiştirmeye çalışırlar. Bir ittifakın zemini de bu noktalardaki rahatlıkla birlikte oluşur ve bu noktalar aslında o ittifakın bir tür programı da olur.
O halde, madem sosyalistlerin ittifakı bu kadar tartışılıyor ve bu ittifakın destekçileri de az değil, şu sorularla çerçeveyi ortaya koymakta bir mahsur yoktur:
- ABD, AB veya herhangi bir emperyalist odak ile hiçbir ilişki içerisinde olmadan, tüm bunların karşısında durmaya ne diyorsunuz?
- Toplumsal yaşamın dincileştirilmesine karşı mücadele etmeye, diyanetin, tarikatların, kuran kurslarının, imam hatiplerin kapatılmasına, bunlara peşkeş çekilmiş tüm maddi varlıklara el konulmasına ne diyorsunuz?
- Halkın olan ve on yıllardır özelleştirmeler yoluyla yerli ve yabancı sermayeye aktarılan varlıkların hepsine el konulmasına, bunların devletleştirilmesine ne diyorsunuz?
- Bu toprakların tarihi boyunca emekçilere, ezilenlere, yoksullara zulmeden, onları katleden bu düzenden hesap sormaya, “helalleşeceğiz” diyenlere “hadi oradan” demeye ne diyorsunuz?