Sol Ne Yapmalı?
Ülkemizde pandemi ile birlikte derinleşen ekonomik krizin siyasal sonuçları hem iç hem dış siyasette kendini gösteriyor. AKP’nin 20 yıllık iktidar süresinin geldiğimiz aşamasında toplumdan aldığı destek önemli ölçüde azalmış olsa da, bu süre boyunca yerli-yabancı sermaye çevrelerinden aldığı destek, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik projelerinin AKP’ye açtığı alan ve benzeri nedenlerle iktidarını sürdürebilmiş olan AKP dönemsel olarak da sıkışmalar yaşamaktadır. Bugün de MHP ile kurmuş olduğu ittifakın yaşadığı sıkışma “başkanlık rejimini” daha fazla tartışmaya açmıştır. Bu tablo 20 yıla yaklaşan AKP iktidarının geleceğini de belirsiz kılmaktadır. Böylesi dönemlerde sosyalist solun görev ve sorumluluklarının daha da arttığını düşünmekteyiz. Bu doğrultuda, “Sol ne yapmalı?” başlığı altında bir dizi siyasi partiye/örgüte ve aydına görüşlerini sorduk. Yeni Ülke dergisi olarak önümüzdeki sayılarda da bu başlıkta görüşlere yer vermeye devam edeceğiz.
Sorularımız:
- AKP iktidarının, derinleşen ekonomik krizle birlikte iç ve dış siyasette yaşadığı gerilimleri ve beraberinde yaşanan siyasal gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Sol siyasetin mücadele başlıklarındaki öncelikler dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda değişebiliyor. Bugünkü tabloya baktığınızda solun hangi siyasal mücadele başlıklarını öne çıkarması gerektiğini düşünüyorsunuz?
- Sol ifade ettiğiniz bu başlıklar çerçevesinde nasıl bir mücadele hattı ortaya koymalıdır? Türkiye siyasetinde, bir tarafta Cumhur İttifakı, diğer tarafta Millet İttifakı dururken, sizce sosyalist sol bu tabloda nasıl bir konum almalıdır? Bağımsız sosyalist bir odağın oluşması ve sosyalistlerin güç birliği-ittifakı konusunda düşünceleriniz nelerdir? Bu başlığa dair somut önerileriniz var mıdır?
Prof. Dr. Korkut Boratav – Akademisyen
1. Türkiye’de 2018’den itibaren kronikleşen ekonomik kriz, son iki yılda bir toplumsal bunalıma dönüştü. Neoliberal model, Saray’ın salgın döneminde izlediği emek-karşıtı politikalarla beslendi. Bugün emekçilerimizin çok geniş kesimleri mutlak yoksulluğa sürüklenmiş durumdadır; çaresizdir.
Toplumsal bunalım, Cumhur İttifakı’nın seçmen tabanını hızla eritti. Üstelik bu ortama, Peker’in ifşaatı eklendi. Devlet aygıtının çürümüşlüğü, iktidar kadrolarında yozlaşmanın boyutları açık-seçik ortaya çıktı; sosyal medyada yaygınlaştı. İktidarı sürdürebilecek meşruiyet sınırları büyük ölçüde aşındı.
Parlamenter muhalefet, bu ortamı fırsat biliyor; erken seçim çağrısında yoğunlaşıyor. 2021’in ilk yarısında bu noktadayız.
2. “Normal” bir ortamda Saray’ın seçimleri kazanması olası görünmüyor. Soru şudur: Saray, açık faşizme geçerek iktidarını uzatmaya kalkışacak mı?
Sol siyaset, bu ortamda iki mücadele alanında öne çıkmak durumundadır: Faşizme geçişin önlenmesi ve Saray iktidarı sonrasının seçenekleri…
3. “Sol siyaset”, bugün, iki ana akıma ayrılıyor: Sosyalist Sol ve Cumhuriyetçi Sol…
Cumhuriyetçi Sol, bugünün siyaset yelpazesinde CHP tarafından temsil ediliyor. Bu partinin yönetimi, seçmen tabanının cumhuriyetçi eğilimlerinden kopmuştur. İdeolojik olarak liberaldir; politik olarak da Millet İttifakı’nın sağ kanadı ile uzlaşma içindedir.
CHP’nin bu özellikleri, hem faşizme karşı mücadelede, hem de Saray iktidarının sonrasına ilişkin sorunlar içeriyor.
Faşizme karşı mücadele pasif muhalefetle, “armut piş…” iyimserliğiyle yürütülemez. İktidar, seçim sonuçlarını çiğnemeye dönük ilk provayı İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminde denemeye kalkışacaktı; tüm sol örgütlerin, demokratların etkili, güçlü bir kitle muhalefeti ile karşılaşınca vazgeçti.
CHP’nin pasifliği karşısında faşizme karşı aktif muhalefeti üstlenmek, bugün Sosyalist Sol’a düşüyor. Farklı örgütlere dağılmış tüm cumhuriyetçi, demokrat akımları anti-faşist bir mücadeleye çağırmak; birlikte yürütmek görevi…
Saray iktidarının sonrasında izlenecek siyasal çizgi diğer mücadele alanıdır. CHP, Millet İttifakı’nın (seçmen sayısı bakımından) en güçlü bileşenidir; ama ittifakın sağ kanadı ile uzlaşmış görünüyor. Bu “sağ kanat”, bugünkü iktidar koalisyonunda yer alan AKP ve MHP’nin bazı “türevlerini” de barındırıyor.
Bu uzlaşma, İslamcı iktidarın toplumuza taşıdığı bir dizi bozukluğun seçim sonrası Türkiye’sinde süregelme tehlikesini içeriyor. Sosyalist sol, üç alanda belirleyici olabilir.
Birincisi, yeni siyasal yapılanmayla ilgilidir. Bu yapılanma, esasen gerici bir darbenin ürünü olan 1982 Anayasası’nın “düzeltilmesi”ne bırakılamaz. Yeni Anayasa, geniş katılımlı bir seçimle belirlenen Kurucu Meclis tarafından üstlenilmelidir. Sosyalist Sol’un (muhakkak birleşerek) etkili olarak temsil edileceği bir Kurucu Meclis…
İkinci tehlike, AKP iktidarı boyunca eğitim sisteminden başlayarak kamu yönetimine yerleşmeye, giderek toplumda kök salmaya başlayan “İslamcılaşma” ile ilgilidir. Geçmiş laik kazanımların yeniden hayata geçirilmesi, bugün Sosyalist Sol’un üstleneceği acil bir görevdir. CHP yönetiminin liberalleşmesi sonunda…
Üçüncüsü, AKP’nin 2002’de aynen devraldığı ve üç yıl öncesine kadar sadakatle sürdürdüğü, bugünkü toplumsal bunalımın da sorumlusu olan neoliberalizm ile ilgilidir. Sermayenin tahakkümünden “kopma”, öncelikle, emekçi sınıfların, dolayısıyla Sosyalist Sol’un acil ve çetin gündemidir…
Bu üç önceliği Türkiye toplumuna bugün sadece sosyalist sol taşıyabilir. Örgütler, akımlar olarak parçalanmıştır; ama bu önceliklerde fiilen uzlaşmaktadır. Temsilî siyasette güçsüzdür; ama bilim, düşün, sanat dünyasında etkilidir.
Hem anti-faşist mücadelede, hem de Saray iktidarı sonrasında, ana hedefler etrafında güç birliğine yönelmesi bence kaçınılmazdır. Böyle bir güç birliği Cumhuriyetçi Sol’u kendi değerlerine sahip çıkmaya yönlendirir; “sol”a çeker; diğer demokrat akımları etkiler. Liberal, milliyetçi akımların ise İslamcı, şoven savrulmalarını frenler.
Ender Helvacıoğlu-Bilim ve Gelecek Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
1. AKP iktidarı sıradan bir iktidar değil, rejim değiştirmiş bir iktidar. Zamana yayılmış bir karşı devrim gerçekleştirdiler, devletleştiler, kendilerine bağımlı bir burjuvazi geliştirdiler ve ciddi bir toplumsal çürümeye de yol açtılar. Yani mesele bir hükümetin gidip yerine diğerinin gelmesi değil, bir rejim meselesi. Bu tür iktidarlar salt sandıkla gitmezler; güçlü bir toplumsal hareket, hatta bir altüst oluş gerekir. Yoksa ufak tefek rötuşlarla ve vitrin değişiklikleriyle iktidar/rejim devam eder.
Türkiye belki de tarihinin en derin ekonomik ve toplumsal kriziyle karşı karşıya. AKP gemisinin çatırdadığı, su aldığı, iktidar içi klik çatışmalarının keskinleştiği de görülüyor. Önümüzdeki dönemde çatışmaların daha da keskinleşeceğini, çatışmalı bir sürece gireceğimizi öngörebiliriz. Öte yandan Türkiye emekçileri ve halk kesimleri son derece örgütsüz ve öncüsüz durumda. Yani bir kriz var ama bu krizi emekçiler lehine fırsata çevirebilecek bir halk örgütlenmesi yok. Bu durum aslında sosyalist solun öncelikli olarak ne yapması gerektiğini net bir biçimde ortaya koyuyor.
2. Mücadele başlıkları belli, üzerinde fazlaca düşünmeye gerek yok. Halkın sıkıntıları ve talepleri neyse, sol siyasetin de mücadele başlıkları bunlardır. Pandeminin bütün yükünün emekçilerin sırtına bindirilmesi, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımındaki uçurum, yolsuzluk, ülkenin kaynaklarının yerli ve yabancı sermaye tarafından talan edilmesi, siyasetin mafyalaşması, tarikatların devleti ve toplumu sarması, cumhuriyetçi kazanımların bir bir elden gitmesi… Toplam olarak bakıldığında ülkenin tepesine çökmüş olan bu çetenin ve yandaşlarının ortadan kaldırılması.
Solun mücadele başlıkları bunlar. Ama mesele bu başlıkları tespit etmek değil, zaten herkes ediyor; mesele etkili mücadele etme yöntemlerini ve araçlarını geliştirmek.
Sosyalist sol uzun yıllardır siyaset sahnesinin dışında. Kenarında bile diyemiyorum, dışında… Bu durumu şu örnekten de anlayabiliriz: Türkiye tarihinin -rüyamızda görsek inanamayacağımız- en büyük ve kapsamlı kitle hareketinden (Haziran Direnişi) bile ülke siyaset sahnesine adım atacak bir politik güç çıkaramadık. Bu, sorunun ne kadar köklü olduğunu gösteriyor. Daha kötüsü, sosyalist örgütlerin bu durumu kanıksaması ve bir sorun olarak görmemesi. Herkes tespit ettiği mücadele başlığı konusunda basın açıklaması yapıp, imza kampanyası düzenleyip, birkaç kadro eylemi yapıp başarılı olduğunu düşünüyor. Oysa herkes biliyor ki, bütün bunların ülke siyaset sahnesinde ve halk kitleleri nezdinde fazla bir anlamı yok. Yani çıta bu kadar aşağılarda.
O halde sosyalistler olarak bizim öncelikli hedefimiz, çıkan fırsatları değerlendirerek, ülke siyaset sahnesine adım atmamızı sağlayacak yöntem ve araçları oluşturmaktır. Yoksa ülke krizden krize girer, iktidarlar değişir, halkın anası ağlamaya devam eder, biz de kendi küçük dünyamızda benzerlerimizle çekişip (başarı çıtamızı benzerimizi geçmek olarak koyup) mutlu mesut yaşamaya devam ederiz.
3. Sosyalistler öncelikle bağımsız bir politik odak olarak ortaya çıkmalıdır. Henüz bu kadar zayıf iken, çeşitli ittifaklara girmek (daha doğrusu giriyormuş gibi olmak), daha da güç yitirmekle ve giderek silinmekle sonuçlanır. CHP ile “ittifak” yapanların CHP’lileştiğini, HDP ile “ittifak” yapanların HDP’lileştiğini, devletin bir kesimiyle “ittifak” yapanların ise devletleştiğini ve AKP’lileştiğini gördük. Demek ki önce öz güç, sonra ittifak…
Fakat bağımsız olmayı da siyaset sahnesine hiç bulaşmamak olarak anlamamak gerekir; o zaman zaten tartışma dışısın demektir. Hiç ringe çıkmayan boksör mü olur? Meselemiz bağımsız bir politik odak olarak ülke siyaset sahnesine adım atmanın yolunu bulmaktır. Türkiye gibi krizi bol ülkeler, emekten yana politik odaklar için sürekli fırsatlar sunar. Örneğin Haziran Direnişi, pandemi vb. büyük fırsatlardı, ama yararlanamadık.
Uzatmayalım, somut bir öneri ile bitirelim: Önümüzdeki seçimler, özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi, sosyalistlere bir fırsat sunma potansiyeli taşıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu, baraj sorununun olmadığı, herkesin gönlündeki adaya oy verebileceği bir seçimdir. Sosyalistlerin tümünün, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların üzerinde anlaşacağı, önder nitelikli, saygın, toplum tarafından bilinen ve sevilen bir sosyalist aday ile bu seçime girilebilir. Böyle bir adayın 100.000 imza bulup seçime girmesi işten bile değildir. Bu aday ilk tur seçiminde ciddi bir oy alabilir (yüzde 2-3 gibi). Böylece üzerine basıp yükselebileceğimiz ve bizi politika sahnesine taşıyabilecek bir basamak yaratılabilir. Şimdiden böyle bir hedef belirlenip, ayrıntılı yol haritası çıkarılıp çalışmaya başlanmalıdır.
İlhan Cihaner-Hukukçu
1. Yaşananlarda küresel sorunlar ve iktidarın ideolojik tercihleri kadar lümpen kadro ve yönetim anlayışının da etkili olduğu kanaatindeyim. Dış siyasette deneyimli kadroların önce Fetullahçılarla değiştirilmesi 15 Temmuz sonrasında ise kaba bir nepotizmle doldurulmasına paralel olarak, neo-Osmanlıcı politikalar izlenince mevcut tablo kaçınılmazdı. Doktrinsiz, hedefsiz, imkân ve kabiliyetlerle orantısız iddialar ve adımların dışarıda bu sonucu vermesi kaçınılmazdı. Şu anda NATO, ABD, AB ve Rusya arasında sıkışmış, sıkışıklığı tavizlerle aşmaya çalışan bir dış politika söz konusu. İşte hurdaya çıkarılacağı muhtemel S-400’ler ve dışlanılan F-35 projesi. Esasen hurdaya çıkarılmasa bile kime karşı ne zaman ne şekilde ve ne etkinlikte kullanılacağı belli olmayan, caydırıcılığı bile tartışmalı, muhtemelen düşürülen Rus uçağının diyeti olarak ya da ABD’ye meydan okuma kurnazlığının geldiği nokta. Giderek kara para aklama ve uyuşturucu ile anılan, sığınmacıları AB’ye karşı koz olarak kullanıp pazarlık yapan bir ülke konumuna geldik. Aydın Selcen’in deyimi ile “segman, gömlek, piston dağıtmış” durumdayız. Birkaç despotik lider ve körfez emirinin “kişisel” dostluğuna sıkışmış durumda dış politika.
Tabii dış politika söz konusu olduğunda iktidarın her seferinde kaldırdığı “bayrak etrafında toplanan” muhalefetin de bu dağınıklıkta payı büyük. Milli olmamakla suçlanmak korkusundan olsa gerek sınır dışına çıkılınca iktidar muhalefet ayrımı bulanıklaşıyor. Biden görüşmesi tercüman eleştirisine sıkışıyor, Kıbrıs’ta ancak AKP heyeti gitse izlenebilecek bir rota izleniyor. Muhalefet liderinin MİT tarafından tehdit edildiği iddiaları, laiklik karşıtı baskılar ortada iken bu önemli ziyaret heba edilmemeliydi oysa.
Yalnızca dipsiz bir kuyu gibi görünen ve ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri tartışmasız olan askeri harcamalar bile önemli bir başlık olarak ele alınmalı. Bunun yanında çatışmacı politikalar turizmden sanayiye kadar gelir getirici alanları da daraltıyor. Şu anda en büyük sorunlardan olan yoksulluk ve işsizlikle öngörüsüz dış politika hamlelerinin bağı bile kurulmuyor muhalefet tarafından. Tüm bunlara rağmen iktidar halen muhalefeti dış güçlerle bağlantılı olarak kodluyor. Yani taktik olarak bile işe yaramıyor. Bu anlamda dış politika anlamında muhalefetle iktidar arasında retorik ve kozmetik diyebileceğimiz ayrımlar haricinde siyasallaştırılmış bir gerilimden söz etmek bile doğru olmayabilir.
İç siyasete gelince, esasen 2015 haziran seçimlerinde iktidar (özellikle büyük ortak) çökmüştü. Buna rağmen rejimi değiştirecek manevra alanı buldu. AKP henüz partileşemeden iktidar olduğu için ahbap çavuş kliği (belki de çete demeliyiz) görünümünü uzun bir süre üzerinden atamamıştı. Kucağında bulduğu Derviş politikaları ve elverişli uluslararası finansal koşullarla idare ettiler. Ekonomik olarak neoliberal yağmacı, temel meselelerde yalpalayan bir hat izledi uzun süre. Aralarında sembiyotik bir mecburiyet/ilişki bulunan MHP ittifakı ve mafyatik yapılarla birlikte en azından ideolojik olarak Türk-İslam sentezinde karar kılmış görünüyorlar. Ancak ülke kaynaklarının yağması “denizi bitirdi”. Tüm bunlardan sonra geniş kesimleri ikna etmeleri artık zor görünüyor. Dolayısı ile gerileyebilecekleri yere gerilediler: Çevre, kadın, Kürt, laiklik düşmanı anti demokratik bir politik tutum. Düşmanlaştırıcı komplocu bir dil. Cami açılışları ve inat projeleri ile gizlenmeye çalışılan bir çöküş.
İktidarın “maçı” buradan döndürmesi zor görünüyor. Şapkadan çıkarabileceği “tavşan” kalmadı. Mevcut koşullarda ne ekonomik bir rahatlama sağlayabilir ne Kürt hareketi dahil muhalefetle barışabilir. Genç işsizliğin %30’larda olduğu bir iklimde iktidarın devamı mümkün değil. Muhtemelen tüm enerjisini karşı bloğu dağıtmaya ve zora dayalı politikalara harcayacak.
Sonuç olarak önümüzdeki süreçte muhalefetin yaptıkları ve yapmadıkları daha belirleyici olacak.
2. Özetlemeye çalıştığım tablo sol siyasete önemli bir alan açmış durumda. Tabii ki solun hedefi eşitlik, özgürlük, emekten ve barıştan yana sömürüsüz bir toplum. Öncelikle tam da mafyatik ilişkiler ortalığa saçılmış ve hatırlanmışken hukuk ve adalet mücadelesi ana başlıklardan olmalı. Genç işsizliği, kadın hakları ve İstanbul sözleşmesi, çevre mücadelesi, LGBTİQ+ hakları, akademik özgürlükler, hayvan hakları göze batan ve dinamik alanlar. Bu başlıklar özellikle gençleri de yakalayacak politikleştirecek alanlar.
3. Ana akım siyaset, ne zaman ve ne şekilde geleceği belli olmayan bir sandığa toplumun önemli bir kesimini ikna etmiş görünüyor. Bu tutum bir yandan yaşanan çöküşün topluma maliyetini arttırırken diğer yandan ana başlıklarda çekingen muhalif tavıra, giderek siyasetsizliğe neden oluyor. Bu da iktidara önemli manevra alanı ve üstünlüğü bırakıyor. Oysa bu süreçte oluşan ittifaklar ve izlenen politikalar geleceği de şekillendirecek. Sağ Cumhur İttifakının karşısına, Millet İttifakını devam ettirmek için zaman zaman paralize olan CHP ile iktidardan kopmuş sağ partileri koymak oldukça riskli. Bunun üzerine açılan kapatma davası ve kadrolarına dönük baskılarla örselenmiş tek başına kalmış HDP’yi koyduğunuzda parlamento içi muhalefet cephesi kırılgan hale geliyor. Nitekim kamuoyu yoklamaları iktidardaki erime ve çöküşe rağmen kararsız ve protesto oylarının arttığını gösteriyor. Bu durumda sosyalist solun bir araya gelerek müdahale edici ve sonuç alıcı bir konuma ulaşması mümkün. Haziran hareketi ve Gezi bu bir araya gelişte önemli bir (olumlu/olumsuz) deneyim biriktirdi. Geçmiş tartışmalar bir tarafa bırakılarak “sadeleştirilmiş” bir gündemle yapılabilir bu bir araya geliş. Kerameti kendinden menkul kişilere ve siyasi meczuplara bile cesaret ve alan açan bir altüst oluş yaşanıyor. Hemen tüm başlıklarda tezleri haklı çıkmış sosyalist sol bağımsız bir odak olma arayışı ve çabasını sürdürmeli bence. Naçizane somut önerim mücadelelerini değişik parti, platform ve çevrelerde yürüten aktörlerin sadeleştirilmiş bir gündemle bir araya gelmeleri. Öncelikle seçim ve sandığa dair bir hesaplaşmaya girilip ortaklaşılması ile başlanılabilir.
Gerisi yabancısı olmadığımız cesaret ve taktik…
Önder İşleyen-SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi
1. AKP iktidarı bir dağılma sürecine girdi. 2015’ten sonra MHP ittifakı ile tahkim edilerek siyasal İslamcı faşizme geçiş süreci gerçekleştirildi. Gelinen noktada bu faşist blok artık iktidarı taşıyabilecek bir noktada görünmüyor. S. Peker’in itiraflarından S. Soylu’nun bunun karşısında savunmaya geçerken çubuğu AKP’nin içine bükmesi de AKP içindeki çatlamanın bir ifadesi. Görülüyor ki artık bir restorasyon sürecine yönelik, bir bakıma AKP sonrasına yönelik işaretlerin çoğalması AKP içindeki böyle bir pervasız kavgasının yapılmasına neden oluyor.
Erdoğan’ın bu pervasızca sürüp giden iç kavgayı yatıştırma ya da hizipler arasında bir tercih yapabilme gücünün de çok kalmadığı görülüyor. Bu dağılma içinde, Erdoğan’ın güç devşirebilmek için ABD ve NATO’nun yeni hattına yerleşmeye çalıştığı görülüyor. Bu adım kuşkusuz ki iktidar bloku içinde çelişki ve açmazları da derinleştirmeye devam ediyor. Bu anlamda ülkede siyasetin temel düğüm noktası bu AKP sonrası döneme geçişin nasıl gerçekleşeceği üzerine düğümlenmiş durumda. AKP’nin kendisi dâhil düzen siyasetinin (iç ve dış aktörleri) bu eksen üzerinden bir mücadele sürdürüyor. AKP içi çatışmadan, mafya itiraflarına hiçbir gelişmeyi bundan bağımsız düşünmek mümkün değil.
2. Bugün, hangi siyasal mücadele başlıklarının öne çıkmasından önce belki muhalefetin tüm sorunları ele alırken onun bu çürümüş rejimle olduğu kadar, düzenle bağını ortaya koyan köklü bir düzen eleştirisi üzerine yükselmesi ihtiyacının altını çizmek gerekir. Düzen muhalefeti, parlamenter sisteme geri dönüşle sınırlı ağırlıkla sağ bir dönüşüm programına sahip. Bu bir anlamda Türkiye’yi AKP’nin ilk dönemlerine geri döndürmeyle sınırlı bir restorasyon projesi. O yüzden, devrimci muhalefetin bugün yaşanan kirliliklerden ağırlaşan yoksulluğa; fiili şeriat uygulamalarından emperyalizmin taşeronluğuna kadar yaşanan tüm sorunları rejim eleştirisiyle birlikte düzenin köklü bir eleştirisiyle hareket etmeli.
3. Bugün ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken bu kötülük iktidarından kurtulmak için tüm muhalefetin belirli bir düzeyde ortak hareketi ne kadar zorunluysa sosyalist hareketin bağımsız bir güç olarak örgütlenmesi de o kadar zorunludur. Bugün ülkenin en önemli ihtiyaçlarından birisi de tam da sosyalist solun yürütebileceği nitelikli bir muhalefettir. Solun bunu yeterince güçlü bir biçimde ortaya koyamıyor olmasının en önemli nedenlerinden birisi ise düzen muhalefetinin çerçevesi içinde yaşadığı savrulmalarda birlikte Kürt siyasi hareketinin etkinliğine bağlı hale gelmesinin yarattığı olumsuz etkilerdir. Bu anlamda bir birlik-ittifak tartışması olmaktan çok öncelikle sosyalist solun üzerine yükseleceği sağlam bir fikri zeminin inşa edilmesi bugünün önceleri olarak öne çıkıyor.
Ercüment Akdeniz-Emek Partisi Genel Başkanı
1. Tek adam yönetimi ekonomi, iç ve dış politikada sıkışmış görünüyor. Manevra alanlarındaki daralma nedeniyle baskı politikalarına hız veriyor. Düne kadar en büyük destekçilerden mafya lideri Peker’in yayınladığı itiraflar da sıkışmışlık ve zayıflamanın dışa vurumu. Dahası, bir mali kriz tehdidi söz konusu. Devletin elindeki rezerv ve kaynaklar buhar edildi. Şimdi pandemiden çıkışta ekonomik fatura emekçilere kesilmek isteniyor. Dolayısıyla sınıf çelişkileri keskinleşiyor, toplumsal mücadele dinamikleri birikiyor.
Biden ile arayı düzeltmek isteyen AKP hükümeti NATO kapsamında Afganistan’da ABD jandarmalığına soyundu. Yeni Osmanlıcı hayaller peşinde maceralara atılan dış politika, gelinen yerde tıkandı. Dolayısıyla bağımlılık ilişkileri daha da arttı. Bu kıskaçta daha çok taviz vermek kaçınılmaz hale geliyor. Kaybeden ise halk oluyor. AB ile göçmen pazarlığı kaldığı yerden devam ediyor.
Hak taleplerini zor ve baskı ile karşılayan siyasi iktidar HDP’nin kapatılması tartışmaları üzerinden muhalefete gözdağı vermek, dizayn etmek istiyor. İzmir’de Deniz Poyraz cinayeti de bu gelişmelere paralel yaşandı zaten. Gericilik de boş durmuyor. İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı ile kadınlara yönelik şiddet arttı. Din adamları siyasi fetva yayınlamakta beis görmüyorlar. Kadınlar mücadele alanlarında daha çok görünmeye başladı.
Fakat “İlk seçimde gidecekler” kolaylığına da düşmemek gerekiyor. Zira işçi sınıfını ve halkı zor bir mücadele dönemi bekliyor. Bu nedenle birleşik ve örgütlü bir mücadele hattı örmemiz gerekiyor. Halkın mücadelesini bloke eden ve her şeyi seçimlere havale eden yaklaşımlar ise halk hareketine, sınıf mücadelesine zarar veriyor. Elbette bunlara prim vermemiz söz konusu değil.
2. Pandemi ve halk sağlığı, ekonomik krizin yükünün emekçilere kesilmesi temel mücadele başlıklarından. (Öyle ki pandemi süreci kapitalist barbarlık ile birlikte sosyalizmin kazanımlarını da bir kez daha hatırlatmış oldu). Metal, petrokimya ve kamu toplu iş sözleşmelerini (TİS), yoksulluğa ve zamlara karşı mücadeleyi, işten atmaların yasaklanmasını ve insanca yaşanacak çalışma koşullarını öncelikli olarak ele almalıyız. Elbette sendikalaşma özgürlüğü ve grev yasaklarına karşı mücadele de temel gündemlerden biri olacak. Çete-mafya düzenine karşı mücadele ve halkın aydınlatılması da bir diğer öne çıkaracağımız çalışma. Tek adam yönetimi ile “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tartışmaları dışında halk egemenliğini esas alan bir yönetim anlayışını kitlelere anlatmak gerekiyor. HDP’nin kapatılması tartışmalarıyla yeni bir evreye giren Kürt sorunu da sol, sosyalist, demokrat ve ilerici güçlerin üzerinde durması gereken bir çalışma alanı. Kadın mücadelesi, çevre-doğa hareketleri, gençliğin talepleri ve özerk üniversite mücadelesi de bu dönemde öne çıkan başlıklar.
3. Türkiye işçi sınıfı ve halkımız tek adam rejimini ifade eden “Cumhur İttifakı”na mecbur değildir. Başka bir burjuva ittifak olan “Millet İttifakı”na da mecbur değildir. Türkiye halkı iki kutuplu burjuva siyasi kamplaşmayı reddetmelidir. Emek Partisi olarak üçüncü seçenek çağrısı yapıyoruz. Bu seçeneğin muhtevası devrimci demokratik bir halk seçeneğidir. Bu seçenek bütün yetkiyi halka teslim eden, atanmışların yönetimine son veren, halk denetimini ve halk egemenliğini esas alan bir yönetim anlayışına sahip olmalıdır. Uluslararası ve yerli sermayenin kemer sıkma programlarını reddeden, işçi sınıfı ve yoksulların taleplerine eksen alan bir halk seçeneğinden söz ediyoruz. Sadece sosyalistlerin, solun değil onlarla birlikte emek, demokrasi ve halk güçlerinin birliğini sağlamak durumundayız. Türkiye’nin bağımsızlığı, demokratikleşme, kaynakların sermaye yararına ve talan için değil halk için harcanması, kent ve doğa yağmasının durdurulması, gerçek laiklik ve Kürt sorununun demokratik çözümü gibi talepler bu birliğin harcı olacaktır.
Emek, demokrasi ve halk güçlerinin birliği sadece seçim odaklı olmamalıdır. Seçimler elbette önemlidir. Fakat işçi sınıfının üretimden gelen gücü ve yanı sıra taleplerin sokaklara ve meydanlara çıkması da sağlanmalıdır. Bu çerçevede mücadeleci sendikalar, meslek örgütleri, ileri öncü işçiler ve halkın ileri gelenleri de çeşitli platformlarda bu birlik içinde yer bulabilmelidir. Halk hareketinin gelişimi, örgütlenmesi seçim güvenliğinin de garantisidir.
Nebiye Merttürk-Halkevleri Genel Başkanı
1. Ezilenler artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor, kendiliğinden de olsa tepki gösteriyor, her yerde yaygın bir şekilde direnişler filizleniyor. Tüm toplumsal kesimler iktidarın yönetim biçiminden rahatsız durumda.
Ekonomik krizin etkisi ile daralan yağmadan eskisi gibi iktidarı destekleyen sermaye gruplarına yeterince pay gitmiyor. İktidara destek verenler arasında yaşanan çelişki ve çatışma, bir yandan sağ siyasetin dağılan yapısı olarak ortaya çıkarken diğer yandan da devlet içindeki kriz olarak görüyoruz. Sedat Peker olayı ile gördüğümüz parçalı kontrgerilla organizasyonunun krizidir. Libya’da, Suriye’de, Azerbaycan’da izlenen savaş politikaları kontrgerillanın zorunlu genişlemesinden bağımsız gelişen süreçler değil. Bugün artık faşizmin kapasitesinin genişlemesinin de sınırlarına dayandığı, çelişki, çatışma ve tasfiyelerin dışa vurduğu bir dönemden geçiyoruz. Yönetim kapasitesi zayıflayan iktidar, halka karşı baskı ve şiddet politikası ile sağ siyasetin ve kontrgerilla cihazının birliğini sağlamayı amaçlayan bir hat kurmaya çalışıyor. Dış siyasette ise Rusya ve ABD arasında salınan denge siyasetinin sonuna gelinmiş durumda. İktidar, ABD tarafından tercihe zorlanmakta ve Suriye politikası başta olmak üzere emperyalizmle uyumlu bir hattın yeniden şekillenmesinin krizlerini de yaşıyor.
2. Faşizme karşı mücadele en temel mücadele başlıklarımızdandır. Üstelik bugün faşizme karşı mücadelenin toplumsallaşma olanakları fazlasıyla çoğalmıştır. En ufak bir ekonomik kıpırdanma, Hopa’da çay üreticisinin isyanı, İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmeyen kadınlar, Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş’de (BEDAŞ) ekonomik hakları için örgütlenen enerji işçileri, faşizme karşı mücadelenin kitleselleşme olanaklarını gösteriyor. Toplumdaki yaygın huzursuzluğun faşizme karşı militan bir kitle mücadelesine evrilmesi için onu işleyecek, duyuracak ve kitlelerin “kalplerini ve kafalarını fethedecek” bir inisiyatif ortaya çıkarmamız lazım.
Bir yandan derinleşen kontrgerillanın krizine karşı mücadeleye devrimci proleter bir içerik kazandırma görevimiz var. Yaşanan krizi halkın çıkarları doğrultusunda derinleştirmeyi hedefleyen bizler, müdahale olanakları ve yeteneklerimizi bu noktadan başlayarak ilerletmeliyiz. Kontrgerillanın krizi sosyalistler için de yeniden kurucu bir sürecin zemini olabilir.
HDP İzmir İl binasının silahla basılarak, Deniz Poyraz’ın ölümüyle sonuçlanan bir siyasi cinayete şahit olduk. Devlet Bahçeli, meclis grup toplantısında neredeyse olayı üstlenerek, toplumsal muhalefet bileşenlerini hedef gösterdi. Terör ve şiddet sarmalında dağıtılmış muhalefet ile seçimlere gitme planı kurulmaktadır. Bahçeli, Deniz Poyraz cinayetinden hareketle yaptığı konuşmasında, bu cinayeti kınayan sağ siyasetçilere hiçbir laf etmeyip hedef olarak ilerici demokratik kurumları ve solu gösteriyor. Bunun siyasi anlamı sola karşı şiddet politikası eşliğinde, sağın birliğinin sağlanması girişimidir. Ancak iktidar açısından oldukça riskli ve sonuç alma olanakları o kadar da güçlü bir politika değildir. Bizlere düşen görev, ülke halklarına karşı duyduğumuz sorumluluk ve bilinçle her adımımızı planlamak ve halkta güven yaratacak biçimlerde örgütlenmektir.
3. Öncelikle yaşanan krizlere seyirci kalamayız. Sosyalistler açısından yeni kurucu bir sürecin bizleri beklediğini söyledik. Kuşkusuz çeşitli ittifak zeminleriyle ifade edilen düzen siyasetinden bir beklenti içerisinde olmamak gerekiyor. Bu ancak sosyalist hareketin egemen sınıflardan bağımsız bir odak olarak inşa edilmesiyle mümkün.
Politik iktidarı ele geçirmek ve çürümüş faşist devlet yapısının parçalanması hedefi ile mücadele etmeliyiz. Gerçekleştireceğimiz en ufak, en barışçıl sokak eylemini bile bu hedef ile örgütlemeliyiz. Bir takım reformlarla, çeşitli iyileştirmelerle içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmamız mümkün değil. Diktatörlüğün yıkılması mücadelesi ile sosyalizmin kurulması mücadelesi hedeflerini birleştirebilmeliyiz.
Sosyalistlerin asıl bu alanda birbirleri arasında ve halkın mücadelesinin gelişmesi noktasında bir konumlanışa sahip olması gerekmektedir. Halkın bağımsız eylemi nasıl gelişecek, bunun halk örgütlenmelerine, sendikal pratiklere, kadın hareketinin yükselen mücadelesine nasıl etkisi olacak buralara ortak şekilde kafa yormak gerekiyor. Çünkü faşizmin siyasal repertuarı tükendi ancak toplumsal alandan politik bir mücadele pratiğiyle kuşatılırsa yenilebilir ve sosyalistler de kendisini bu noktada sınayarak “halklaşacak”tır. Geniş kitlelerin direniş eğilimlerini güçlendirecek, gündelik hayatın içerisinde, sıradanlaşmış ama iddialı, anonim hale gelen bir mücadele örebiliriz. Örneğin bu mücadele ortak bir slogan etrafında birleştiğimiz bir biçim olabilir. Faşizme karşı mücadeleyi de bu çizgide kurmalıyız.
Böyle kurabilirsek başarısız bir deneyim yaşayacağımızı düşünmüyoruz. Yapmamız gereken somut durumdan hareketle kurulacak bir faşizme karşı mücadele hattıdır. Bunun birliği ve mücadelesidir.
Kurtuluş Kılçer-Türkiye Komünist Hareketi Merkez Komitesi üyesi
1. Öncelikle AKP’nin yaklaşık 20 yıllık iktidarının bir karşı-devrim süreci olduğunu ve bir rejim değişikliğine imza attıklarını saptamak gerek. Son 20 yıldır ülkemizde yaşanan gelişmelerin ve gerilimlerin bağlamı işte bu rejim değişikliği. Bugün ‘yeni anayasa’ tartışması aslında AKP eliyle kurulan rejimin ya da bir başka kavramla “ikinci Cumhuriyet’in” onaylanma hedefidir. Liberaller İkinci Cumhuriyet kavramıyla, İslamcılar “yeni Türkiye” kavramıyla rejim değişikliğini adlandırmaya, meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak kısaca tanımlamak gerekirse bugünkü rejim, sermayenin gerici ve çıplak diktatörlüğünden başka bir şey değil. Rejimin bugün sonuçları, bu açık ve somut gerçeği gözler önüne sermiş bulunuyor.
20 yıldır ülkede yaşanan bütün siyasal ve toplumsal gerilimlerin, çatışkıların temelinde yatan karşı-devrim süreci, bugün yeni bir evreye gelmiş durumdadır. O da rejimin ekonomik krizle birlikte emarelerini izlediğimiz bir ideolojik krizle karşı karşıya kalmasıdır. Rejimin ciddi bir siyasal krize gebe olduğunu da söylemek abartı sayılmamalı. AKP rejimin kurucu partisi olmasına ve MHP desteğine rağmen, çoğunluğu temsil yeteneğini kaybetmiş bulunuyor. Bir yandan meşruiyet sorunu yaşayan rejim, diğer yandan düzenin restorasyon ihtiyacı ve aynı zamanda kurucu parti olarak AKP’nin iktidarda kalma ‘zorunluluğu’ siyasi krizin üç sacayağı…
Bugün somut olarak yaşanan iç ve dış gelişmeleri bu çerçeveden ele alırsak, daha ön açıcı bir perspektife sahip olabileceğimizi düşünüyorum.
Bununla birlikte üzerinde durulması gereken ideolojik kriz başlıklarına dair şunları altı çizilmeli: Rejimin, ideolojik olarak kendisine dayanak yaptığı “siyasal İslamcılık” ve “Yeni Türkiye” söyleminin iflas ettiği bir veri olarak ele alınmalıdır. “Yeni Türkiye” ise özetle şudur: Sıcak para girişine dayanan, yabancı sermayeye bağımlı ve inşaat odaklı ekonominin sonucu yağma, talan ve rant ekonomisi; bunun karşılığı olarak mafya, çeteler, tarikatlar, yandaşlık ve burjuvazi; ideolojik olarak ise İslamcılık/gericilik; siyasal olarak ise merkezi yönetim anlamında başkanlık/tek adamlık. Bugün siyasal İslamcılar tarafından temsil edilen ve 12 Eylül’den bugüne ‘Türk-İslamcılık’ ideolojisinin gelip dayandığı yer bundan ibarettir. Bu durum, siyasal İslamcılığın başarısızlığı, ideolojik krizinin de resmidir.
2. Rejimin siyasal ve ideolojik kodlarına/paradigmalarına mutlak karşıtlık solun kırmızı çizgisi olmalı. Bunlar belli; laiklik, anti-emperyalizm ve emek! Bunlardan herhangi birisi geriye çekilemez. Örneğin özelleştirmelere ya da sermaye sınıfına karşı tavırsız kalmak piyasacılığa ve emek düşmanlığına, laiklikten ödün vererek “yumuşak laiklik” savusunu gericiliğe/tarikatlara, demokrasi getirecek diyerek emperyalizmle hayırhah bakmak işbirlikçiliğe kapı aralar. Kurulan İkinci Cumhuriyet kendi ideolojik, ekonomik ve siyasal krizine çözüm arayacaktır. Doğaldır ki bu çözümün bir parçası da düzen içi bir çözümden ibaret kalacaktır. Bugün AKP eliyle kurulan rejimin restorasyon ihtiyacı tam da bu yüzden gündeme gelmektedir. Bugün düzen siyasetinde Millet İttifakı olarak bilinen muhalefet, bırakın reform programını (ıslahat), yalnızca restorasyon (tadilat) programına sahiptir. Dikkat edin, düzen muhalefetinde söylenen çok basit: Batı ile uyum, sermaye ile uyum, toplumsal uyum… 100 yıl önce kurulan 1923 Cumhuriyet programına dönüş mümkün olmamakla birlikte bunu hatırlatan kimse de yoktur bugün. Millet İttifakı, açık ve kapalı ittifak unsurlarıyla birlikte, İkinci Cumhuriyet’in aktörleriyle düzenin restorasyonuna soyunmuş bir siyasal çizgiye sahiptir.
Ya düzenin restorasyon arayışı ya da devrimci bir programatik hattın siyasal olarak inşası. Biz ikincisinden yanayız.
Sosyalist sol, artık söylem değiştirmeli, savunmadan çıkmalı, direnmekle yetinmemeli, yeni bir düzen programını ortaya koymalıdır. Zamanı gelmiştir: Yeni bir düzen, yeni bir cumhuriyet programı ortaya konmalıdır!
3. Öncelikle şunu söyleyelim. 20 yıl boyunca düzen siyasetinin ekseni sağa kaymış, düzen partileri de bu eksene göre kendilerini konumlandırmışlardır. Bu topyekûn bir sağa kayış durumunu beraberinde getirmiştir. Tamamıyla sağa yatmış eğik bir düzlem, CHP başta olmak üzere HDP ile birlikte, Türkiye solunda bazı kesimleri de peşlerine takarak, eğik düzlemden aşağıya kaymaktadırlar.
Bugün siyasetin sol tarafından ciddi bir ağırlık merkezi oluşturmak lazım. Sosyalist sol, kendi bağımsız ağırlık merkezini oluşturmadıkça, bağımsız bir sol odak ortaya konmadıkça, yana yatmış siyasal düzlem değişmeyecektir. Sosyalist sol kendi gölgesini yaratmadıkça güçlenmesi de, toplumsal bir seçenek haline gelmesi de mümkün değildir. Mesele burada HDP ya da CHP değildir, sosyalist solun bir odak, bağımsız bir güç ve programla emekçi sınıfların karşısına politik bir özne olarak çıkmasıdır.
AKP’nin gitmesi gerek şart. Ancak AKP’nin gitmesi cismiyle birlikte fikirlerinin de iktidardan gitmesi demektedir. “AKP gitsin, sonra bakarız” diyeceksek eğer, sonrası için hazırlık da şart demektir! Bugün sosyalistlerin önündeki en büyük görev, sosyalist solun bağımsız siyasal bir odak haline gelmesidir. Önümüzdeki seçimleri de kapsayan ama özellikle sınıf, kadın ve gençlik hareketinde devrimci bir damarı örecek bir güç birliğinin kurulması, böylesi bir ittifakın zaman kaybetmeden kurulması ihtiyaçtır.