Prof. Dr. Bilsay Kuruç’tan Mektup
Sayın Bilgütay Durna,
Beni Yeni Ülke dergisi Danışma Kurulu’na davet eden mektubunuz için teşekkür ederim. Sizi hemen yanıtlayamadım. Mektubunuzu dikkatle okudum. Yeni Ülke’yi bilim, kültür ve emeğin yaratıcı gücünün birikimi için atılacak ciddi bir adım sayıyorum.
Yazınızdan da okunuyor ki, bilim ve kültürde hissedilebilen, hissedilebilirse kavranabilen ‘büyük boşluk zamanı’ içinde bir ülkeyiz. Boşluk ancak yaratıcılıkla doldurulabildikçe ülke hayatiyet bulacaktır. Ve ülke yeni bir toplumsallaşma ile tanımlanabilecektir. Bu gün son yirmi küsur yılın yeni katmanlarıyla şekillenmiş ve irileşmiş sermaye sınıfının denetimindeki ülke tanımlanamıyor. Nedenini bilim ve kültürün çoğalması gereken hücrelerinden yoksun kalışında okuyabiliyoruz. Diğer şeyler bir yana, bu hücrelerin çoğalmasına bilinçlenme diyebiliriz ki, bunun tarihi bir süreç olduğunu sadece okuyarak değil, yaşayarak da öğrenmiş olmalıyız.
Birkaç gözlem yapalım. Bilimin doğası gereği bağımsız (isterseniz özerk diyelim), olması esastır. Ancak, yaşayarak da görülüyor, kapitalizm bunu bir “sahipsizlik” şekline getiriyor ve bilimin git gide çeşitlenen, çoğalan ürünlerini (buna “teknoloji” diyelim) kendi mülkiyetine alıyor, hapsediyor. Onlara şekil veriyor ve sürekli olarak bilime “ürün” ısmarlıyor. Bu ürünlerin pek azı topluma mal oluyor, bir toplum mülkiyeti kazanamıyor. Fakat bu süreç sermayenin kârlılığını ha bire besliyor, artırıyor. Koşullar ne olursa olsun.
İkinci gözlem şu olabilir: Bilim ve kültürün son birkaç yüzyılını, esas olarak Batı Avrupa’da doğmuş olan Aydınlanma ve onun devrimi 1789 ile anlatmaya başlayabiliriz. Ya da böyle bakarak kavrayabiliriz. 20. yüzyılda ‘entelektüel’ dediğimiz kişinin aslında Aydınlanma’dan doğan ve önce bununla tanımlanan bir kimliği olduğunu görmeliyiz. Bugünün Türkçesinde buna ‘aydın’ diyoruz. Aydın, o tarihi süreçten feyz alan ve doğunca kendini devrim için görevli sayan kişi oldu. Böyle bir ‘aydın geleneği’ böyle bir doğumla başlamış görünüyor.
Sözü çok uzatmadan bir şeyi hatırlamak gerekir. O günün, oradaki koşullarında tarihe damga vuran rejim henüz feodalite ve gücün sahibi de onun aristokrasisi idi. Aristokrasi kendini aydınlanmaya muhtaç saydı. Belki de eskidiğini ve göçeceğini hissettiği için bilim ve kültürün getireceği ışıkla tazelenmek istedi. Kim bilir?
Aynı süreç içinde yeni yeni ortaya çıkan orta sınıf da kendini aydınlanmaya muhtaç saydı. Galiba, yükseleceğini hissettiği için! Orta sınıfın katmanı olan ve Aydınlanma’nın ve onun devrimi 1789’un sahipliğini üstlenen entelektüeller 1789’dan sonraki yıllarda devrim ateşi soğudukça bir yalnızlaşmaya uğradılar. Orta sınıf aydınlarının devrim geride kaldıkça git gide daha çok kapıldıkları bir yeni düşünce, duygu, tepki hali. Bunun kültürde (sanatta) bir kaçış (akılcılık dünyasından kaçış) olan romantizmi yarattığı, orta sınıf içinde muhafazakâr – radikal ayrımını körüklediği, benim bu alanın düşünce sahiplerine bırakmam gereken gelişmelerdir. Girmeyelim. Ancak, burada, Türkiye’nin son kırık yılını yaşamış olanların üzerinde durabileceği noktalar bulabiliriz. Nasıl?
Üçüncü gözlem olarak şunu görebiliriz: 19. yüzyılın gösterdiklerinden biri galiba şudur: Her devrim kendi karşı-devrimini yaratıyor, o da yeni bir devrim dalgasını. 1815’ten ve 1830’dan, sonra 1848’den ve 1851’den sonra Fransa’da yaşanmış olanlar birer ders niteliğindedir. Orta sınıf aydınlarının romantizme kaçışlarından sonra gelen karşı-devrim gösterdi ki, o ilk darbeyi kendini devrimin öncüsü sayan bu entelektüel kimliğe, onun simgelediği düşünce ve kültür özgürlüğüne vurmaktadır. Baskının, düşünce üzerine çöken karanlığın, hoşgörüsüzlüğün kurumlaşması, hız kazanarak gelişen sermaye rejiminin artık ‘olmazsa olmaz’ıdır. Etkileri kalıcıdır.
Göçen feodal rejimin bıraktığı zayıflığın yerini, yeni sermaye rejiminin gücü almaktadır. Bu güç karşı-devrim ile somutluk kazanabilmektedir. Çünkü sermayeye rejimi kurabilmesi için daha çok güç ve daha çok güç lazımdır. Kültürde daha çok özgürlükle beslenebilecek olan Aydınlanma’nın mirası, sermayenin daha çok güç ile işleyen rejiminde kendine yer bulamaz.
Türkiye’nin geçmişinde kendini Aydınlanma’ya muhtaç sayan bir aristokrasinin bulunmadığını biliyoruz. 19. yüzyılda sarayda ve dar çevrede kalan bir kültür merakının, girişiminin ötesinde kalıcılığa sahip bir Aydınlanma bilinci yerleşmemiştir. 17. yüzyılda İsveç Kraliçesi Kristina’nın, Descartes’ı, 18. yüzyılda Rusya Çariçesi Katarina’nın Diderot’yu niçin davet ettiklerini, onlarla neler görüştüklerini öğrenirsek, Osmanlı için nasıl bir bilim ve kültür boşluğunun doğmuş ve büyümüş olduğunu kavrayabiliyoruz. Yukarıda sözünü ettiğim Aydınlanma’yı ve onun devrimini sahiplenen orta sınıfın Osmanlı’daki yokluğunu da hesaba katmak lazım. 1908’den sonra öğrenmek, gelişmek, geliştirmek isteyen bir hareket var. Ancak, bu toprağın Aydınlanma arzusunun Cumhuriyet ile zeminini yaratmaya giriştiğini bilmek gerekiyor. Yani iş tarihi olarak yenidir. Zemini yaratabilmek için önemli adımı 1940’larda atabilmiştir. Hasan li Yücel’in ödünsüz ve samimi Aydınlanma kimliği bir adımını çeviriler ve Tercüme Bürosu ile öteki adımını Cumhuriyet’in köyünü köylü öğretmenin yönetiminde yaratabilmek için Enstitüler ile atmıştır. Biliyoruz, karşısında, aslında Cumhuriyetin tasarladığı ülke fotoğrafının karşısında olan betonlaşmış bir sınıfsal ‘Blok’ bulmuştur. O ‘Blok’ aşılamamış, karşı devrimle beslenerek bugünün ülkesine çok sayıda mirasçı yetiştirmiştir.
Burada yer vermek gerekir: Işık Kansu’nun Talip Apaydın ile yaptığı bir söyleşi vardır. Simge değerindedir. Özetle şöyle: “Talip daha okula başlamamıştı. Altı yaşındaydı galiba. Babası, Emin Sazak’ın çiftliğinde ortakçıydı… Babası, elinden tutmuş, Emin Sazak’ın önüne kadar götürmüştü. ‘Emin Bey, 14 yıl askerlik yaptım. Bir karış toprağım yoktur. Senin çiftliğinde ortakçıyım. Bu çocuğun anası yoktur. Yetim mektebine sokuver de okusun’. Emin Sazak, ‘Kaç yaşındasın?’ diye sordu babaya. “Kırk beş”. Aşağıdan yukarı süzdü Emin Bey, ‘yaşlanmışsın’ dedi, ‘götür bu çocuğu çalıştır. Okursa, yarın sana baba demez. Dinini de unutur…’ Babası nasıl ilenmişti o gün. Hızla yürürken ‘Ulan, madem okuyan babasına baba demiyor, dinden çıkıyor, seninkileri niye okutuyorsun’ diye bağırıyordu.”
Görelim, Sazak büyük toprak mülkiyeti sahipliğinin simgesi olarak, sadece Köy Enstitüleri’ne ve Toprak Reformu’na değil, bilim ve kültürü besleyecek, büyütecek, Aydınlanma’nın tohumlarını yetiştirecek bir ciddi adıma da karşı çizgiyi çekmiştir. Karşı çizgi siyasette büyütülerek bugünün ülkesine erişmiştir. Aslı kaybolmamış, değişmemiş, giysileri değişmiştir.
Yukarıda bilim ve kültürün çoğalması gereken hücrelerinden söz ettim. Bunlar ülkeyi medeniyetin birikim zincirine katacak bir tarihi sürecin halkaları olurlar. Son kırk, özellikle yirmi yıl gösteriyor ki, yeni katmanlarıyla büyümekte olan sermaye sınıfının böyle bir tarihi yükümlülüğü algılaması olanaksızdır. Yoktur ve olamıyor. 1960-1980 arası bilim ve kültürdeki arayışlarını da hesaba katarak bir tarihi dönemece yaklaşan ülke tablosunun nasıl değiştiğini, karşı-devrimin nasıl beslenip, büyüdüğünü ve şimdi bilim ve kültürde nasıl bir ‘büyük bir boşluk zamanı’na gelindiğini birkaç kuşak birlikte yaşadı.
Şimdi bu noktadayız. Sermayenin yaklaşımı günün modalarından uzak kalmamayı esas alarak ‘piyasa değeri’ ile tartılan ‘nesneler’den oluşuyor. Bilim ve kültürün kısır kalışı ile yaratıcı güçlerin kaynağı olan emeğin bir yabancılaşma çizgisine hapsedilmesi tabloyu tamamlıyor.
Burada karamsar bir fotoğraf mı çekmiş oluyorum? Hayır. Bir aydınlanma adımı olacak olan Yeni Ülke’nin ciddi çalışma azmine, sabrına ve yüküne hazır görünümünü yansıtan davet mektubunuza yanıt verirken birkaç gözlemi vurgulama gereği duydum. Yine düşündüm ki, çalışmalarınız, beni, üstlendiğim sorumlulukların ötesinde zorlayacaktır. Danışma Kurulu üyeliği davetinize beni bağışlamanız dileği ile teşekkür ediyorum. Başlamanız ve sürdürmenizi bekleyerek, Yeni Ülke’ye başarı dileklerimi gönderiyorum.