Söyleşi

Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile Söyleşi: Toprak, demokratik devrim ve cumhuriyet

Söyleşi: Can Aykaş

Köy Enstitüleri üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ Türkiye’nin en çok tartışılan meselelerinden biri. Köy Enstitülerine nasıl bakmalı? Köy Enstitüleri yalnızca köylünün eğitilmesinden ibaret bir eğitim projesi olarak görülebilir mi? Yoksa daha büyük bir bütünün bir parçası olarak mı görülmeli?

Bilsay Kuruç: Ben bunu ayrıntılı olarak önce 17 Nisan’da “21. Yüzyıl İçin Planlama”[1], sonra 23 Mayıs’ta Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği konferansında işlemeye çalıştım[2] (youtube). İş daha büyük bir bütünün parçasıdır görüşündeyim. Ve buradan çıkaracağımız yeni dersler var.

İşin odak noktası demokratik devrim. 20. yüzyıl bize şunu gösterdi; demokratik devrim olmadan toplumlar ileri gidemiyorlar. Bilimsel olarak buna sınıflar ve sınıfların zaman içindeki mücadeleleri açısından bakmak zorundayız. Bilimsel olarak bakmayacaksak şu tarihte ne oldu, kim ne dedi, bu böyle demiş vb. düzeyinde takılırız ve ileriye gidemeyiz. Dolayısıyla 20. yüzyıl bize demokratik devrimi değişik ülkelerde ve bu ülkelerin tarihsel koşullarında, yani farklı sınıfsal yapılarda bu sınıfların zaman içindeki mücadelelerini anlatıyor. Bu açıdan bakma zorunluluğu getiriyor.

1940’lar da bize ilk dersi veriyor. Bu dersi öğrenirsek bir sonraki derse geçeceğiz. Bir sonraki ders de 1960-1980 dersi. Eğer o dersi de geçersek sıra 2021’den sonraki derslere gelecek. Dolayısıyla sınıf yapıları ve mücadeleleri bakımından 1940’lardaki tarihi zaman başka, 1960’lardaki başka, 2021’den sonraki başka olacak. Ama demokratik devrim yani toplumları ileri götüren süreçler bütünü veya işin odak noktası önem kazanıyor.

Şimdi şöyle bakalım. Cumhuriyet, Türkiye halkının tarihinde bir büyük devrimdir. Bir demokratik devrim hamlesidir. Çünkü cumhuriyet, 19. yüzyılın büyük zamanını kavrayamadığı için tarihe karışmış bir Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye etme zorunluluğuyla karşı karşıya geliyor. Yani tasfiye edersen cumhuriyet olacaksın. Tasfiye ediyor, demokratik devrim yolunda ilk en büyük adımı atıyor ve 20. yüzyıla bu sayede ayak basıyor.

Ama iş 1923’ten ibaret değil. Çünkü 20. yüzyıla adımını attığı zaman uygarlık yolunda önünü açabilmek için toplumu bütün yapılarıyla, yani devletten siyasete, ekonomiye, toplum yapılarına, mülkiyet rejimine kadar yepyeni şeyler inşa etmek zorunda. Onun için cumhuriyet, kapsamlı bir inşanın bütünlüğünü sağlama zorunluluğu ile karşı karşıya geliyor. Tasfiye ve inşa, bu ikisi beraber olacak.

Tasfiye önce emperyalizme karşı zorunlu olarak bir muharebeler bütünü, yani Millî Mücadele. Bunun son büyük meydan muharebesi Lozan. Çünkü o olmadan 20. yüzyıla ayak basamaz. Bir de iç mücadele var, o da tasfiye olmak istemeyen Osmanlı’ya karşı. İnşa ise 1920’lerde başlıyor. Önce eskinin tasfiyesi, saltanat, halifelik, arkadan Medeni Kanun, Tevhid-i Tedrisat, Muhasebe-i Umumiye Kanunu, Merkez Bankası kurulması vs. Yeni kurulan bir devletin simgesi merkez bankasıdır. Bir devlet kurmanın ilk olmazsa olmazlarından biri, kendi para otoritene sahip olmandır. Kısacası üstyapı kurumlarının inşası, inşa için birinci aşamadır.

İkinci aşama 1930’lar, sanayi hareketi merkezli. Çünkü Osmanlı 1. ve 2. sanayi devrimlerini kaçırdı. Sanayi hamlesini yapamadan 20. yüzyılın devleti olamazsın. O halde sanayi hareketi ve demiryolları yapılmalı.

Geriye kalıyor 3. aşama. Köylüler ülkesindeyiz. Basit üretim yapan pre-kapitalist yapılardaki köylüler ülkesindeyiz. Toprak rejimi pre-kapitalist yapıda. Burada eskiden gelen, Bizans’tan devralınan bir mülkiyet yapısı var. Bunun tasfiye edilmesi lazım. Bu, cumhuriyetin en zor işi. Bunu tasfiye edip yerine 20. yüzyılın insanını getirmek üzere bir köy toprak tarım rejimi kurabilirsen, o zaman insanları da aydınlatabilirsin. Yani yepyeni bir mülkiyet yapısında yepyeni bir nüfusa sahip olursun.

Bu iş de 1940’lara kalıyor. İnşa için, demokratik devrimin tamamlanması için en kritik olan 3. aşama. Bunu kurgulayan İsmet Paşa. Bir Garp Cephesi Komutanı olarak kurguluyor bunu. Adeta bir askeri harekât olarak görüyor. Yüzyıllardan beri gelen bir pre-kapitalist formasyonu ancak bir “askeri harekâtla” yenip çökertebilirsin.

Uygun zamanı düşünüyor ve uygun zaman ayağına geliyor: 2. Dünya Savaşı. Burada sanki bir paradoks ile hareket ediyor. Kurgu burada. 2. Dünya Savaşı, ülkenin en büyük tehlikelerle karşı karşıya kaldığı zaman, o tehlikelere uğramayacak bir politika seçildi; bu dönemde parti politikası olmaz, sadece devlet politikası olur. Devlet, daha doğrusu cumhuriyet, ayakta kalabilmek için tek kişiye veya birkaç kişiye bağlı bir siyaset izleyecektir. Garp Cephesi Komutanı şöyle bakıyor sanıyorum bu kadar zor koşullarda benim karşıma kimse çıkamaz. O halde ben pre-kapitalist formasyonu ancak şimdi tasfiye edersem ederim. Müthiş bir paradoks, fakat tarihi olarak doğru.

Peki, bu pre-kapitalist unsurların tasfiyesi için nasıl bir yol izlendi?

Bilsay Kuruç: Köye kılavuzla girilmeli, çünkü cumhuriyet o tarihe kadar köye girememiş. Köy kapalı ve başkalarının elinde. Kılavuz, bize köyün yönetimini sağlayacak. Bu kılavuz köylü olacak. Ama benim tarafımdan olacak. O halde aydınlanmış biri olacak. Ama bu yetmez, toprak mülkiyetini de değiştirmem lazım. Değiştirmezsen istediğin kadar köylü okut, rejim ortakçılıkla işliyorsa, köylünün toprak üzerinde mülkiyeti yoksa yani bağımsız çiftçi olamayacaksa hâlâ gidip ağanın toprağında çalışma mecburiyeti varsa istediği kadar okusun hiçbir işe yaramaz.

O halde toprak mülkiyetinde radikal değişiklik yapacağız ve bu sayede bugüne kadar var olmayan tarımın ajanını yaratacağız. Yani çiftçiyi. Ne Osmanlı’da gerçek çiftçi vardı ne de cumhuriyetin ilk 20 yılında. Niye yok? Çünkü toprakta aynı rejim devam ediyor. Pre-kapitalist formasyonda çiftçi ortaya çıkmaz. Yarım köle insanlar çıkar. Toprak ilkel şekilde işlenir. Demek ki radikal mülkiyet değişikliği yapacağız. Ağaya “çekilin kenara, sizi tarihe intikal ettiriyoruz, biz bağımsız çiftçi yaratıyoruz, tarımın ajanı bu olacak” diyeceğiz. Bu teşhisi 1930’ların 2. yarısında koyuyoruz.

Harekât, Köy Enstitüleri ile başlıyor. Yani köye öğretmenin girişi ile başlıyor. Mülkiyet hamlesi de hemen arkasından geliyor. Kıskaç harekâtı gibi tasarlamış Garp Cephesi Komutanı. Bunlar birlikte ve eş zamanlı olacak. Kritik nokta bu. Yalnız burada önemli bir koşul var, muharebeye giriyoruz ama bunu kazanabilmek için kuvvetimiz yeterli mi?

1940’ta Köy Enstitüleri yasası çıktı ve 14 Köy Enstitüsü kuruldu. İşler iyi gidince 1942’de de Hasan Âli Yücel ile Teşkilatlanma Yasası geldi. Bunun özü, bundan böyle köyü öğretmen yönetecek demekti. İşte orada pre-kapitalizmin sahipleri durumu anladı ve dediler ki bu “adam” bizi savaşa davet ediyor, biz de varız. Eğer bu savaşa girmezsek yok olacağız.

“Adamın” yeterli kuvvet toplaması lazım. Bunu 1942’de ısrarla söylüyor. Hazırlık 20 enstitüye göre yapılmışken en az 60 köy enstitüsü olmalı diyerek gelecek büyük muharebedeki kuvvetin ölçeğini gösteriyor. Şunu görelim: Bir demokratik devrim mücadelesinde minimum ölçek nedir? Bunu koymuş oluyor önümüze. Demokratik devrim eğer eskiyi tasfiyeyse, gücünü göstermelidir. Çünkü bu bir muharebedir. Buradaki minimum güç ise İsmet Paşa’nın Tonguç’a, “parayı düşünme 60 enstitü kur” demesidir. Tarım Bakanı Prof. Dr. Şevket Raşit Hatipoğlu’na da 200 bin çiftçi, yani 200 bin yeni mülkiyet sahibi olacak insan yetiştirilmesini söylüyor. Bu 200 bin mülkiyet nasıl ortaya çıkacak? Tabii ki ağaların yani pre-kapitalist formasyonun tasfiyesiyle çıkacak. O halde 200 bin yeni mülkiyet kurduğumuz zaman yeni bir üretici sınıf meydana getiriyoruz: Bağımsız çiftçi. Ve ona her desteği vereceğiz. Onu ülke tarımının ajanı yapmayı hedefliyoruz. Köylü, cumhuriyetin köylüsü olabilmek için köyü de öğretmen yöneteceğine göre bu mülkiyete sahip çiftçi olacak aynı zamanda. Çünkü Hasan Âli’nin büyük kültür hamlesiyle Sofokles’i okumaya başlamış bile.[3]

Demek ki Sofokles de lazım bunun içine. Köylü yalnızca mülkiyet sahibi olup yapı yapmayı, müzik aletleri çalmayı değil mutlaka hümanizmle yoğrulacak. Yani Hasan Âli’nin büyük kültür hareketinin ne kadar önemli bir damar olduğu burada ortaya çıkıyor. Oradaki köy çocuğu bunu sindirebiliyor ve orada Antik Yunan eserlerini tiyatroda sergiliyor.

Demek ki bu muharebenin kazanılabilmesi için birkaç şeyin birleşmesi ile sağlanacak bir bütünlük lazım ve bunların bir minimum ölçekte olması lazım. İşte bu minimum ölçek gerçekleşmedi. Çünkü 1942’de 60 enstitü ve 200 bin çiftçi talebi üzerine Tonguç rapor hazırladı, Hasan Âli’ye gösterdi ve büyük maliyet çıktığı anlaşıldı. Belki de en önemlisi arkasında kuvvet yok. Tam tersine karşı olan kuvvetler var. Karşı olan kuvvetler kimler? Bir, mülki idare, yani valiler ve kaymakamlar karşı. İki, Fevzi Çakmak ve ordusu karşı. Üç, parti örtülü olarak karşı. Parti, İnönü’nün hiçbir gezisinde yok. Onun için Tonguç, Hasan Âli’nin 60 enstitü raporunu İnönü’ye göstererek bunu yapamayız dediler. İnönü bunu duyunca, “Bakın size bir şey söyleyeyim. İleride çok pişman olacaksınız. Harpten sonra bize hiçbirini yaptırmayacaklar” dedi. Yani İnönü aslında şunu diyor, boş verin benim Milli Şef unvanımı, güç bende değil diyor. Ben bu pre-kapitalist formasyonun gücüne karşı sadece birkaç kişiyle savaşıyorum demiş oluyor.

Peki, o zaman İnönü bu muharebeye niye girdi? Girmeseydi cumhuriyet gidecekti belki, mecburen girdi. 1942’nin meclis açılış nutkunda sınıfsal durumu gösteriyor.[4] Karşısındaki pre-kapitalist unsurları düşman kuvveti olarak gösteriyor. Yani bunun büyük bir muharebe olduğunu ve mecburen böyle olduğunu bilmemiz lazım.

O halde demokratik devrim, niteliğini nereden alıyor? Bir kere yüzlerce yıllık yapıları tasfiye etme hedefinden alıyor. Bu ana kadar bu durum kadar çıplak halde ortaya kondu mu? Konmadı. İkincisi, köylüyü karşıdaki bloktan çekip, cumhuriyetin tarafına alma hamlesi yapıyor. Kılavuzu bunun için kullanıyor. Sofokles’i köy enstitülü çocuğun torbasına koyuyor. Köylünün ortakçı, yani yarım köleliğine son verip, onu toprak mülkiyetiyle çiftçi yapabilme hamlesi olduğu için.

Demokratik devrim için parlamento kurulması, burada herkesin konuşması gibi şeyler üzerinde durmayalım. Şart olan, bir minimum gücün toplanması, ortaçağdan kalma yapıların tasfiye edilmesi ve bunun sürekli olabilmesidir. Salt protestolar bir demokratik devrim gücünü oluşturmaya yetmez. Kolektif arzuları gösterebilir orada durur. Kısacası demokratik devrim hamlesi, minimum gücün toplanması ve süreklilik istiyor. Burada bir yönüyle sınıfsal ve toplumsal güç meselesi var. Ancak 1940’ların koşullarında toplum tabanında oluşmayan güç yerini oluşacak mevcutlarla yani 60 enstitü ve 200 bin tarımcı ile bir tür muharebe stratejisine bırakıyor. Tarihin 1940’larında bunlarla sınırlıyız.

İnönü, Tonguç’un anlattığına göre 1943’te doğu gezilerinden birinde Erzurum üzerinden Trabzon’daki Beşikdüzü Köy Enstitüsüne gidiyor. Buradaki öğrenciler teknelerle balık tutuyorlar, bir yandan da türküler söylüyorlar. Bunun üzerine İsmet Paşa Tonguç’a, gel beraber bir motora binelim diyor. İkisi bir motorda yan yana oturuyorlar ve bir yandan denize ağ atan diğer yandan türküler söyleyen çocukları izliyorlar. İsmet Paşa bir anda Tonguç’un kolunu sıkıyor ve “bunlardan birkaç tümenim olsa Türkiye’nin kaderini değiştiririm” diyor. Tümen 20 bin kişiye yakındır. Demek ki 60-100 bin kişiyi kastediyor. Bu da aynı harekâtın parçası. Askeri terimler kullanıyor. O kavramlarla düşünüyor.

Bu minimum güç oluşabiliyor mu?

Bilsay Kuruç: Gerçeğe dönünce bu minimum güç oluşmuyor. Eldeki kuvvetlerle ne kadar gidiliyorsa o kadar gidiliyor. Devrim olacağı anlaşıldığı zaman karşı devrimciler bunu hemen anlayıp, harekete geçiyor. Bu nerede başlıyor? 1940’ta mecliste Köy Enstitüleri oylandığı zaman 270 evet, 100-150 kişi oy kullanmıyor. Oy kullanmamak demek, karşı devrim harekete geçmiş demek. 1942’de teşkilatlanma yasası geldiği zaman bu sefer 252 kişi evet, 170 kişi yok. Karşı devrim geliyor ve partinin içinden geliyor. Yani parti de karşı. Çiftçiyi Topraklandırma Yasası geldiği zaman zaten komisyonda çoğunluk onlarda ve orada Çiftçi Ocaklarını yasadan çıkararak yasayı öldürüyorlar.

Karşı devrim de ittifak halinde harekete geçmiştir. Onlar parça parça değildir. Karşı devrimcilerin de mutlaka askeri harekâtta olduğunu düşünmek lazım. Ordu oradadır, mülki idare oradadır, parti oradadır.

Yani onlar da kendileri için bir minimum sağlamaya çalışıyorlar?

Bilsay Kuruç: Bir minimum değil maksimum peşindeler. Yalta Konferansı yapıldığı sıralarda, 1945 Şubatında karşı devrim artık iyice güçleneceğini hissediyor. Bu ne demek? İçeride parti politikası başlıyor demek. Savaş bitince parti politikası başlıyor. Parti politikası başlayınca savaş yıllarının devlet düzeni bitiyor. Tüm politikaların toptan değişeceği yeni bir zamana geliyoruz. Karşı devrim cephesi önce çiftçi meselesini yeniyor. Bunu başarınca enstitüyü de yenebileceklerini anlıyorlar ve o zaman enstitüye ve Hasan Âli’ye karşı harekete geçiyorlar.

Savaşın kendine özgü dokunulmazlık koşulları var. Savaş döneminin ayrı bir mantığı var. Savaş dönemi politikanın olmadığı, politikanın ancak birileri tarafından yapıldığı bir dönem. Eric Hobsbawm, “Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı” kitabında İtalya’da da Almanya’da da faşizmin kökeninin kırsal yoksulluk tablosunda olduğunu ve oradan beslendiğini vurgular. Ve der ki 1945’ten sonra bütün Avrupa’da kırsalda faşizm tasfiye edildi. Bir tek Türkiye’de edilmedi der ve doğru. İşte 1945, faşizmin yeniden canlanması ile sonuçlanıyor. Kırsal yoksulluk tasfiye edilemeyince, orada en çok büyüyen faşizmin bitkisi oluyor. Oradan da kentlere intikal ediyorlar. Çünkü bağımsız çiftçi olamayan köylü kente gelir ve lümpen proleter olur. Faşizmin kökenleri orada kaldı ve boyuna aynı bataklıktan beslendi. Dolayısıyla zaman değişti ve 1946’dan sonra yani siyasetin olmadığı bir zamandaki demokratik devrim hamlesinden, birdenbire dünyanın Soğuk Savaş koşullarıyla yeniden yapılandırıldığı bir zamana geldik ve soğuk savaşa göre tanımlanmış bir demokrasiyle karşılaştık.

İşte buradan doğan toplumsal siyasal boşlukta 1946’dan sonra siyasetin pratiği sağ güçlere göre tanımlandı. Onların tanımlamasına, onların kavramlarına, onların eylemlerine göre bir zemin oluştu. Demokratik devrime göre siyaseti tanımlama şansına kavuşamadık. Tarihte geriye doğru ön görüler yapılmaz. Ancak şu hissederek söylenebilir ki 1945 farklı sonuçlansa idi siyasetin aktörleri ve türü farklı olabilirdi. Çünkü o demokratik devrim hamlesinin sürekliliği kendine özgü bir momentuma oturabilirdi. Köy, toprak ve tarımın değiştiği bir ülkede kırsal faşizmi besleyen bir kaynak olmazdı. Bunu bir minimum koşul sayabiliriz. Ama 1945’ten sonra kırsalın bataklık olduğu bir dünyada demokrasi arayışına giriştik. Bugünün kökeni o zaman başladı.

Bundan sonraki tarihi zaman farklı. Artık başka bir zamandayız.

1960’a geldik. İşçi sınıfı sahneye çıkmış. O dönemde minimum ölçek, anayasa oluyor. İlk olarak anayasa olunca, anayasa mahkemesi, bağımsız yargı, basın serbestliği, konuşma özgürlüğü hepsi birlikte geliyor. İkinci olarak, 1950’lerin ekonomik anarşisinden sonra planlı kalkınma geliyor. Üçüncü olarak ise işçi sınıfının sahneye çıkmasıyla grev, toplu sözleşme, sendikalaşma serbestliği gibi çalışma hakları geliyor. Bu üçü 1980’e kadar bir bütün oluyor.

Süleyman Demirel ne dedi? Bu anayasayla memleket idare edilemez dedi. Doğru söylüyor, ona göre, yani sağa göre memleket idare edilmez. Çünkü 1961 anayasası sağa göre şekillendirilmiş demokrasiye uymuyor. Sağa göre şekillenmiş demokrasi 1950’lerdeydi. Onun için sağcılar Adnan Menderes’e demokrasi kahramanı deyip duruyorlar. Onlara göre demokrasi. Beğenmediğini tepeleyeceksin demokrasisi yani. Bugünlere yabancı bir şey değil.

Daha sonra Memduh Tağmaç ne dedi? “Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir, durdurulmalıdır.” O da aynı şeyi söylüyor. Demek ki anayasanın etrafına dikenli tel çekeceksin, çalışma haklarını rafa kaldıracaksın. Bu yıllardaki demokratik devrimin koşulu farklı. Ama bu başladığı zaman da karşı devrim hemen hamlelerine başlıyor: 12 Mart 1971 ve onu taçlandıran 12 Eylül 1980. Tamamen 1960’ı tasfiye etmek üzere. İsmet Paşa’nın tümenleri 1968’de ortaya çıktı. Ve cumhuriyet devriminin tamamlanacağını hissederek, bunun için siyaset sahnesine yeni çıkmakta olan işçi sınıfı ile tarihi bir ittifak oluşturdular kendiliğinden. 1960-1980 arasında demokratik devrimin gücü buradan doğdu. Bu konuya şimdilik girmeyelim.

Bilsay hocam vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

 

[1] Bir Yıl Dönümü: 17 Nisan – Cumhuriyet, Köy, Tarım, Toprak (2021 Bahar Konferansları 7) – 21. Yüzyıl İçin Planlama https://youtu.be/ZJ1HQHL5Egk

[2] Aydınlanma Söyleşileri 1-Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile Toprak Reformu ve Köy Enstitüleri – Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği (YKKED) Genel Merkez https://youtu.be/X_JcA1leax0

[3] “1941 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü sık sık yaptığı gezilerinden birinde Balıkesir Savaştepe Köy Enstitüsü’ne de uğramıştı. Yanında dönemin Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gülman Paşa da vardı. İlerlerken kümes nöbetçiliği yapan bir kız öğrenciye rastladı. Kıza yaklaştı, sokulup sordu. Azık torbasında neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Hatice Kolukısa adlı bu öğrenci, peynir, ekmek, Bakanlık klasiği olan Sofokles’in “Antigone” adlı kitabını çıkarınca, yüzü gülen, gözleri ışıldayan İnönü, Abdurrahman Nafiz Paşa’ya: ‘Bak Paşa,’ diyordu, ‘Ekmeğin yanında kitap. Köylümüz, kentlimiz, erimiz, generalimiz kumanyasında ne zaman kitabı ekleyecek duruma gelirse o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş demektir. Topraklarımızı bilgiyle değerlendirmenin, bilinçle savunur duruma gelmenin başka yolu yoktur.” (Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri, Mevlüt Kaplan)

[4] Bilsay Kuruç’un sözünü ettiği Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1942’de Meclis açılışı konuşmasındaki bölüm:

“Acı ile hatırlamalıyız ki milletin iaşe işlerini tanzim etmek yolunda Cumhuriyet Hükümetlerinin sarf ettikleri gayretlere, iki seneden beri, cemiyetimiz tarafından hiç yardım edilmemiştir. İşte bugün ilk hallolunacak mesele, umumî itimat havasının iade edilmesidir. Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan bir kaç politikacı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar. Üç beş yüz kişiyi geçmeyen bu insanların vatana karşı aşikâr olan zararlarını gidermek yolu elbette vardır… Ticaretin ve iktisadi faaliyetlerin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç kimseye, hiç bir zümreye tanımamalıyız. Hırslı politikacıların, millet iradesi üstünde dâhilî ve harici bir siyaset yürütmelerine asla müsaade etmemeliyiz.” (Vatan Gazetesi 2 Kasım 1942)

Comments are closed.

0 %