Manzara-i umumiye
Bilgütay Hakkı Durna
Türkiye’de gündem çok hızlı değişiyor. Bir başlığı konuşamadan, tüketemeden başka bir konuya geçmiş oluyoruz. Mart ayının yalnızca bir haftasında yaşananlar ise bu durumun da ötesinde idi. Muhtemelen eksikli kalacaktır ya da bu yazının kaleme alındığı andan derginin size ulaşacağı ana kadar bir dizi yeni başlık da eklenmiş olacaktır. Yine de ilk elden aklımıza gelenleri sıralayayım: İlkokullarda okutulan andın Danıştay tarafından iptali, Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP hakkında kapatma davası açması, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin Cumhurbaşkanlığı kararı ile feshedilmesi, Merkez Bankası’nın faiz artırımı sonrasında Başkanının Cumhurbaşkanlığı kararı ile görevden alınması, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınıp “bilinmeyen” bir vakfa devredilmesi, askeri okullara giriş yönetmeliğinde yer alan “irticai faaliyetlere karışmamış olma” şartının kaldırılması…
Bakıldığında, bir kısmı Cumhurbaşkanlığı işlemi, bir kısmı yargı kararı, bir kısmı da Meclis kararı olarak gözüküyor. Öyle ise, bunların her biri birbirinden bağımsız kararlar da denebilir. Tabi, Türkiye siyasetini izleyen biri iseniz ve “yandaş” olarak ifade edilen toplam içerisinde değilseniz böyle olmadığının farkındasınızdır. Nihayetinde, ne kurulların, kurumların bağımsızlığından ne de kararların bağımsız olarak alındığından bahsedebiliriz. Tartışmayı buradan yürütmenin bir anlamı yok. Devlet “örgütlenmesi” uzunca bir süredir “bağımsız” ve “denetlenebilir” olma özelliklerini kaybetti. Peki ama, ne oldu da siyasi iktidar meydan okurcasına, bu kadar kritik ve sonuçları itibari ile Türkiye siyasetini ve toplumunu etkileyecek dikkat çekici başlıklarda toplu olarak adım attı.
Sıklıkla dillendirilen, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) uzunca bir süredir oy (ama esasen güç) kaybettiği bir döneme girdiği, bu nedenle iktidarı bırakmamak için saflarını tahkim etme, saflarına yeni güçleri katma, Cumhur İttifakı’nı genişletme çabasında olduğu. Örneğin HDP’ye yönelik müdahalelerin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile zaman zaman yaşanan “sorunlar” nedeniyle ortaya çıkan gerginliklerin kaldırılması için gerçekleştirildiği ve MHP’yi memnun etme çabasında olunduğu, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ile de Saadet Partisi (SP) ile bir dizi tarikatın memnun edildiği.
Kuşkusuz doğruluğu olan bir değerlendirme. Ancak eksikli olduğunu düşünüyorum. AKP’nin iktidarı bırakmak istemediği, bunun için siyasal ve toplumsal alana yasallığı ama esasen meşruluğu çokça tartışmalı müdahalelerde bulunduğu, seçim yasaları başta olmak üzere yasal mevzuat ile artık kimsenin takip edemediği sayıda oynadığı malum. Zaten seçim yasaları bir kez daha gündemde. Ancak tüm bu müdahalelerin AKP’nin yukarıda değinilen hesaplarının ötesinde bir anlamı olduğuna da işaret etmek gerekiyor.
Esasen tüm bu müdahaleler tesis edilen “yeni” rejim ile ilgili. Hatırlayın, 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan seçimler sonrasında AKP cenahı bir dönemin kapandığını dillendirmişti. Kastedilen “Gezi” parantezinin kapatılması idi. Sonrasında da esas parantezin yani “Cumhuriyet” parantezinin kapatılmasından bahsedilmişti. Bu konuda çok yazdılar, çizdiler. O tarihlerde bu çabayı rejimin kendini anayasa, başkanlık, adalet, güvenlik, denetim gibi bir dizi başlıkta “yenileyerek” yerleşmesi olarak ifade etmiştik. Şimdi 2021 yılındayız. Artık bu başlıklarda epeyce yol alındığını biliyoruz. Devletin yeniden yapılandırıldığı, bütün kurum ve mekanizmalarının yeniden tarif edildiği bu süreçte önceki rejimden arta kalanlarda yapıya adapte edildi, uyum göstermemekte direnenlerse tasfiye edildiler.
AKP eli ile vücut bulan şu anki rejim kendisini 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefesinde ve rejiminde köklü bir dönüşüm yaşandı, ayrı bir hatta yeni bir “cumhuriyet” kurumsallaştırıldı, 1923 Cumhuriyeti tasfiye edildi. Yeni yapının ana öğesi olarak da dinselleşme büyük ölçüde kurumsallaştırıldı. Şimdi de rejimin ve ana öğesi olarak da dinselleşmenin “hukuksallaşması” hedefi ile hareket etmekteler. Nihayetinde “modern devlet” yapılanmasında faaliyetler hukuka dayanılarak, hukuksal biçimler altında yerine getirilmelidir! Ama, biliyoruz ki, toplum yasaya dayanmaz. Eski yasaları da yeni toplumsal gelişmelerin kaynağı haline getiremezsiniz. Bu nedenle bir kez daha ifade edeyim, bu yazıda bahsi geçen tüm müdahaleler ya da örneğin yeni anayasa çalışmaları esasen rejimin, bu anlamı ile tesisiyle ilgilidir. Evet, bu nedenle de iktidarlarını kalıcılaştırma çabası içindedirler.
Eklemek gerekiyor, bu AKP’nin yönetim tarzıdır. Nihayetinde, kuralsızlık en çıplak hali ile kural haline gelmiştir. Örneğin TBMM Başkanı Mustafa Şentop ”Cumhurbaşkanı, İstanbul Sözleşmesi’nden kararname ile çekildiği gibi Montrö’den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebilir” derken temsil ettiği makamında, sorumluluklarının da farkındadır. Akılcı, belki de çok sistematik bir politika olmadığını söyleyebilirsiniz ama bilmeden konuştuğunu söyleyemezsiniz. Bu nedenle kontrolsüz olduklarını, ne yaptıklarını bilmediklerini söylemek de mümkün değildir.
Ama sıkışmış durumdalar. Hem de ciddi bir şekilde. Özellikle de ekonomik krizin derinleşmesi AKP iktidarını oldukça zorlamaktadır. Görülen o ki, daha da zorlayacaktır. Prof. Dr. Bilsay Kuruç da bu duruma işaret etmekte, işsizlik artışı, yeni konkordato ve iflas gibi sorunlar yaşanabileceğini vurgulamaktadır. Durumu “herkes başının çaresine baksın ekonomisi” olarak tanımlayan Bilsay Hoca ayrıca birkaç ay sonra bir ekonomik paket daha açıklanabileceğini ifade ederek, “Paketler ekonomisinde paket eksik olmaz. Türkiye’nin kaderi şudur ki paketleri yapanlar pek inanmazlar. İktidarın günü geçirmesi için yapılır” demektedir.
Tüm bu tabloya rağmen, AKP’nin yine de “rahat” hareket edebilmesinin nedeni ne yazık ki muhalefetin hali ile ilgili.
İşte belki tam burada bir parantez açmak ve hatırla(t)mak gerekiyor. İkinci Cumhuriyet olarak ifade ettiğimiz “yeni” rejimin tek savunucusu AKP değildir. Kaldı ki bu rejimin alamet-i farikası olan başkanlık sistemi de daha doğru bir ifade ile güçlü yürütme de esasen AKP’nin değil sermaye sınıfının bir tercihidir ve bu da yalnızca Türkiye’ye özgü bir arayış/çözüm değildir. Eklemek gerekiyor, düzen içi hiçbir aktörün bu “yeni” rejim ile artık bir sorunu da bulunmamaktadır. Buna muhalefeti de dahildir. Düzen içerisinden muhalefet olmanın AKP’ye alternatif olmaktan, sağcılık konusunda AKP’yle yarışmaktan öte bir anlamı kalmamıştır.
Yukarıda, 2015 seçimlerini AKP açısından hatırlattım. Aslında, muhalefet açısından da aynı seçimleri hatırlamak gerekiyor. 2015 yılının ikinci yarısında da muhalefet kendini sandığa ayarlamıştı. Önce Haziran, sonrasında Kasım seçimlerine… Nihayetinde Haziran Direnişi’ni Meclis’e bağlama hayalleri “haziran kitlesi”ni sandıkta soğurmak ile sonuçlanmıştı.
Diğer yandan, başka kanallarda da arayışlar sürmektedir. Geniş bir toplam düzen içi arayışların ötesinde ısrarla “ne yapmalı” sorusuna cevap aramaya devam etmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ile İkinci Cumhuriyet rejimi arasındaki çelişkilere bakmaya ısrarla devam edilmelidir. Burada asla uzlaşmayacak çelişkiler bulunmaktadır.
Kuşkusuz bu tablo içerisinde esasen “ne yapmalı” sorusuna cevap arayan geniş toplamın örgütlenmesi sorunu da bulunmaktadır.