Dosya

Kemalizm’den Türk-İslam devletine: “Rejimin” anayasa arayışı

Kurtuluş Kılçer

Doğrudan siyasal rejim ve devlet biçiminin tanımlandığı ve çerçevesinin çizildiği politik ana metinlerdir anayasalar. Hiçbir zaman anayasa yapıldıktan ya da yazılıp politik/toplumsal/hukuksal yaşama sokulduktan sonra rejimler oluşmaz, tersinden rejim bir kere kurulduktan, rejimin otoritesi tesis edildikten ve rejimin kurumları çalışmaya başladıktan sonra rejimin kuralları yazılmaya başlanır. Anayasa ve siyaset arasındaki öncelik ilişkisi, doğrudan siyasete aittir. Anayasa; devrimlerin, ihtilallerin, köklü dönüşümlerin, darbelerin, halk hareketlerinin sonrasında yazılmış, kaleme alınmış, onaylanmış ve egemen gücün kendi kurallarını dayattığı metinler olarak karşımıza çıkmıştır.

“Kurucu Meclis” kavramı da zaten böyle değil midir? Toplumsal hareketlerin ve mücadelenin üzerinde yükselen siyasal alt üstler sonrası oluşan yeni siyasal rejimlerin çerçevesi, niteliği, kuralları, kurumları ve sınırlarının ortaya konması sonradan kurulan “Kurucu Meclis”lerin işi olmuştur. Ülkemizde 1960 ihtilali sonrası oluşturulan Temsilciler Meclisi ve 1980 faşist darbesi sonrası oluşturulan Danışma Meclisi, 1961 ve 1982 anayasalarının yazımı için kurulan kurumların isimleri idi. O açıdan siyasal kökten değişimleri, anayasalar ve anayasa yazım süreçleri izlemiştir.

Bugün AKP tarafından gündeme getirilen “yeni anayasa”, bir dizi tartışma başlığı açsa da, asıl üzerinde durulması gereken “hangi siyasal dönüşüm?” ve “nasıl bir rejim değişikliği?” sorularıdır. Çünkü “yeni” bir anayasa eğer gündem oluyorsa ve doğrudan öneriliyorsa, bu iki sorunun da aynı zamanda gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığın, yukarıda ifade ettiğimiz keskin dönüşler sonucu olmasını mutlaklaştırmadan aynı zamanda tedrici bir geçiş sürecinin sonucu olarak da karşımıza çıkabileceğini not ederek, ama eninde sonunda bir nitelik değişimine tekabül ettiğinin altı kalınca çizilerek anlaşılması gerekir. AKP tarafından önerilen yeni anayasa, bu açıdan, “başkanlık rejiminin” tasdiklenmesi ihtiyacıyla ve “rejim tartışmasıyla” doğrudan ilgili olarak değerlendirilmelidir.

Rejim mi? Sistem mi?

Önemli kavram karmaşalarının başında rejim ve sistem kavramları geliyor. AKP, ısrarla başkanlık rejimini “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” olarak tarif ederek, aslında iktidarı sürecinde hayata geçirdiği gerici dönüşümlerin bir rejim değişikliğine tekabül ettiğinin üstünü örtmeye çalışıyor. Son 20 yıldır Türkiye’de yaşanan sürecin bir karşı-devrim süreci olduğunu yazanların dile getirdiği “rejim değişimi” tanımlamasından en çok bu kesim rahatsız. Bu kavramı kullanmaktan imtina ediyorlar; AKP’nin aslında “anayasal düzeni değiştiren” bir parti olarak görülmesine yol açacak kavram setini kendilerinden uzak tutuyorlar. Ama bugün “yeni anayasa” diyerek aslında “değiştirdikleri düzenin anayasasını” gündeme getirmenin zamanı olduğunu düşünüyorlar. “Anayasal düzeni değiştirmek” suçlamasından sıyrılıp bugün topyekûn anayasayı değiştirmek, bir marifet sayılsa gerek…

Ne demek istediğimizi sanırız bu alıntı yeterince anlatabilir:

İslam dünyasının bir araya gelmesini sağlayacak olan tek şey hilafettir. Halifenin birleşmesi halinde hilafet kurumu oturur. Ve ümmet 20-30 yıl içerisinde o kurumun etrafında birleşir. Bu hangi millet olursa olsun mühim olan hilafetin ihyasıdır. İhya edilmesi de TBMM’nin yetkisindedir. 3 Mart 1924 yılında aldığı kararı gözden geçirir ve yeniden ihya ederse ki hilafet, meclisin şahsı manevi mündemicindedir. O kararda hilafet ilga edilmedi. Sadece Abdülmecid’in görevine son verildi. Meclise devredildi. Yani şu an da 600 milletvekili içerisinde bulunan herkesle hilafeti temsil ediyor. Şayet ki çoğunluk herhangi birini halife seçtik kararını verirse bunda hiçbir sıkıntı olmaz. Meclis 15 dakika sürecek bir kararla bunu bitirebilir.” [1]

Rejim kelimesini sevmiyorlar, ama emperyalizmin yıkmak istediği devletleri hedef tahtasına oturtmak için kullandığı “rejim” kelimesini Suriye için kullanmaktan  geri durmuyorlar. Emperyalizm, kendi çıkarlarına set çektiğini düşündüğü bütün devletleri yıkmak ve diz çöktürmek için “insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan rejim” tanımını kullanmayı neredeyse kural haline getirmiş bulunuyor. Gerici Körfez emirliklerine ve despotik yönetimlerine bakarken, “rejim”i görmeyen emperyalizm, ulusal bağımsızlığında direnen ve krallıkla yönetilmeyen Suriye devletine “rejim” sıfatı yakıştırmakta tereddüt etmiyor. Aslen abes olan, bugün “tek adam yönetimi” anlamına gelen başkanlığa sistem diyenlerin kendilerine bakmadan Suriye gibi ülkeleri “rejim” kavramıyla nitelendirmesi(!)

Rejimin tanımı

Rejim, tanım olarak, kısaca bir devletin uyguladığı yönetim biçimi olarak ifade edilebilir. Bu anlamıyla rejimi belirleyen olgu, dayandığı ekonomik politik sistem ile devletin sınıfsal karakteridir. Bunlar ortaya konmadan, meseleyi salt bir rejim sorunu olarak ele almanın teorik ve politik zeminde hatalı tespitlere yol açması işten bile değildir. Faşizmden darbeye, sosyal demokrasiden liberal demokrasiye kadar açılan bir rejim spektrumu son kertede kapitalist devletin bir biçimine tekabül ediyor ve kapitalist sistemin üzerinde şekilleniyor. O açıdan bugünkü başkanlık rejimine karşı çıkarken, meseleyi salt “Saray rejimi” olarak kodlayıp karşısına “parlamenter rejimi” çıkartmak yeterli olmazken, böylesi bir bakış açısı tam da liberal ideolojinin “rejim” kavramına yüklediği anlamla eşdeğer bir noktaya evriliyor. Kapitalist sistem içinde baskıcı, otoriter, anti-demokratik yönetimler, “rejim” kavramıyla tanımlanarak aslında sistemin, kapitalizmin sorgulanmasının da önüne geçiliyor, liberalizm, sosyal demokrasi vb. kutsanarak demokrasi söylemi ile kapitalizmin üstü örtülüyor.

Dünyanın bugünkü geldiği aşama veri alınacaksa, kapitalist sistemi ve kapitalist devleti merkeze koymadan yapılan her türlü yönetim biçimi tarifi eksikli ve yanlış olacaktır. Yazının konusu olan tartışmayı odak noktasına taşırsak eğer, AKP eliyle kurulan yeni yönetim biçiminin bu açıdan kapitalist sistemi ve devletin sınıfsal karakterini değiştirmediği tespit edilmeli… Tersi durumda zira ya AKP öncesini kapitalist saymayacak ya da AKP’yi kapitalist saymayacağız! Bu açıdan sistem ve rejim kavramları arasındaki fark yerli yerine oturacaktır.

Kapitalizmin gelişmesinde ve işlemesinde temel parametrelerden birisi sermaye birikim sürecidir. Devlet biçimleri bu açıdan sermaye birikim modelleriyle doğrudan ilgilidir. Kapitalist sistemin ve devletin sınıfsal karakterinde bir süreklilik tarifi yapıldığında AKP eliyle 20 yıldır zorlanan siyasal dönüşümlerin tanımlanması işte doğrudan sermaye birikim modelleriyle, sınıflar mücadelesinin sonuçlarıyla, dünya kapitalist sisteminin yönelimleriyle, egemen sınıfın ağırlık noktalarının değişimiyle ve toplumsal/siyasal dinamiklerle ilgili olarak ele alınmalıdır.

Birinci Cumhuriyetten İkinci Cumhuriyete geçiş

Evet, kapitalist sistem devam ediyor. Kapitalist sistemin sürdürülmesi, yeni sermaye birikim modelleri için yeni yönetim biçimleri ve yeni rejimler gerekiyor. 20 yıllık yaşanan süreç bu anlamıyla Türkiye’de yeni bir rejimin oluşmasına neden olmuştur. Bugünkü anayasa tartışması eski rejim ve yeni rejim arasındaki farkın gerisinde kalan bir siyasal metin tartışması olarak görülmelidir. Ya da başka deyişle bugün anayasa tartışmasından bahsediyorsak, bu yeni bir rejimle karşı karşıya kaldığımız içindir!

Eskinin solcusu bugünün AKP’nin hukuk işlerinde öne çıkan bir ismin, anayasa tartışmalarına giydirmek istediği kılıfı bir tarafa bırakırsak, basitçe şunu söylemektedirler:

“Darbe ürünü 82 Anayasası eskimiş bir Anayasa. Sistemsel değişiklik sonrası birçok tutarsızlık içeriyor. Anayasa’da YÖK, MGK, RTÜK gibi birçok kurum var. Artık yeni sisteme geçtik, bu kurumlar anayasada bu haliyle olmalı mı?” [2]

Aslında 12 Eylül darbesini çağrıştıran YÖK, MGK ve RTÜK gibi kurumları göstererek, neredeyse 12 Eylül cuntacılığının bir benzeri olan başkanlığı meşrulaştırıyorlar! 12 Eylül cunta idi, AKP’nin savunduğu ise tek adamlık! Yani daha geri bir hedefi “demokratik bir kılıf” içinde sunma beceresini gösterenlerin, söylediklerine değil, kelimeler arasında söylemediklerine bakmak daha doğru olacaktır: Eskimiş bir anayasa!

Başkanlık rejimi kodlaması, salt parlamenter sistemden, başkanlık sistemine geçiş şeklinde algılanabilecek hukuki, teknik ya da kurumsal bir olgu olarak görülebilir mi? Yani kapitalist devletin hükümet biçimindeki değişimi, yukarıdaki alıntının sergilediği gibi basit bir çerçevede ele almak mümkün olabilir mi? Devletin yönetim biçimindeki değişimin kendisinin bile niteliksel bir farklılığa denk düştüğü gerçeğinden hareketle ülkemizde yaşanan son 20 yıllık sürecin, böylesi bir çerçevenin içine sığdırılamayacak hacme sahip olduğunu söylemek mümkün.

1923 yılında kurulan ve tarihsel olarak ilerici/devrimci bir adım olan Cumhuriyet’in temel nitelikleri ile son 20 yıldır yaşanan gerici dönüşümle mevcut “Cumhuriyet’in” paradigmaları arasında temelden farklar bulunuyor. Türkiye’de AKP eliyle yeni bir rejim kurulmuş, bu rejim 1923 Cumhuriyeti’nin reddiyesi üzerinde şekillendirilmiştir! 1923 Cumhuriyeti, bir karşı-devrim süreciyle başkalaşmıştır. Eğer süreklilik ve kopuş diyalektiği aranacaksa, sermayenin sınıfsal iktidarında süreklilik ama kuruluş parametrelerinde mutlak kopuş saptanmak zorundadır.[3] Bu açıdan mesele tek başına teknik, hukuki ve kurumsal değişimler ile değil ideolojik ve siyasal dönüşümün yol açtığı bir rejim değişikliği ile karşımıza çıkmaktadır. Başkanlık rejimi kodlaması, daha tarihsel bir çerçeveden ele alınarak, “eski Türkiye”den “yeni Türkiye”ye geçişin başka bir adı olarak İkinci Cumhuriyet kavramıyla açıklanabilir.

Birinci Cumhuriyet olarak kodlayacağımız 1923 Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri onun kuruluş paradigmalarında saklı. Emperyalist işgal, saltanat ve hilafet yıllarında kurulan, emperyalizme, saltanata ve hilafete karşı kendini tanımlamış 1923 Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri de bu kuruluş paradigmalarında aranmalı. Türkiye’nin kapitalist yolu seçmesi ya da devletin milli burjuvazi yaratma hedefiyle sermaye sınıfının devlet eliyle yaratılması, adım adım Cumhuriyet’in temel niteliklerini ortadan kaldırırken, Birinci Cumhuriyet içeriden kemirilerek bitirilmiş, bugün kendi zıddına dönüşen bir rejimle son bulmuştur! 20 yıllık gerici ve karşı-devrimci dönüşümün sonucu laikliğin bitirilmesi, cumhuriyetin yerine tek adam rejiminin konması, ulusal bağımsızlığın yerini emperyalizme siyasal, askeri ve ekonomik olarak bağımlılığa bırakması, Cumhuriyetçi, aydınlanmacı ideolojinin yerini Osmanlıcı/hanedancı bir zihniyetin alması olmuştur. Ortadaki dönüşüm, salt bir hükümet biçimi değişiminden ibaret olmayan ama bir sonuç olarak karşımıza çıkan, tek adam yönetiminde cisimleşen başkanlık rejiminin boyutunu da ortaya koymaktadır.

Bugün anayasa tartışmalarını, işte böylesi bir dönüşümün sonucu ve ihtiyacı olarak görmek, devletin hükümet etme biçiminde merkezileşmesinin teknik, hukuki ya da kurumsal çerçevesinin çok ötesinde bir anlamla değerlendirmek gerekiyor. Türkiye’de rejim değişmiştir; bugün anayasa değişikliği yeni rejimin siyasal metni olarak tartışmaya açılmış bulunuyor.

Yeni rejim yeni bir sermaye birikim modeli mi?

Üstyapısal süreçlerdeki köklü değişimlerin altında yatan temel olguya yukarıda değinmiş, süreklilik-kopuş diyalektiğinde kapitalist sistem ve devlet zemininde “yönetim biçimlerinin” değişiminin iki yönüne vurgu yapmıştık. İlki sermaye birikim süreci/modeli diğer ise sınıflar mücadelesinin belirleyiciliği.

1961 ve 1982 anayasa değişimlerine yakından bakıldığında bu olguları görmek mümkün. 27 Mayıs ihtilali, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya kapitalizminin Keynesçi yönelimiyle paralel bir biçimde ithal ikameci model olarak bilinen sermaye birikim modeline geçişin de siyasal adımı olmuştu. Dünya kapitalizminin petrol krizi diye bilinen 1970’lerin ortasında yaşadığı  ekonomik buhranın (ya da 3. Bunalım dönemi) etkilerine karşı Türkiye’de ithal ikameci modelden “dışa açık birikim modeline” geçiş 24 Ocak kararlarıyla ve bu kararların hayata geçmesi de 12 Eylül cuntasıyla sağlanabilmiştir. Dünyada esen neoliberalizm dalgası Türkiye’de Özal ile özdeşleşecekti.

Kapitalist sistemde, devletin yönetim biçimlerini belirleyen olguların başında sermaye birikim modelleri vardır ve siyasal olarak öncelik taşıyan unsur sınıf mücadelesidir. 24 Ocak kararlarını işçi sınıfının direnişi nedeniyle yürürlüğe koyamayanlar, bunu ancak asker postalı ve süngüsüyle yaşama geçirmeyi 12 Eylül darbesiyle başarmışlardı.

Dünya kapitalizminin 3. Bunalım dönemi olarak tanımlanan ve 1970’li yıllarda yaşanan krizden çıkışın yolu, kapitalist-emperyalist sistemde neoliberalizm saldırısıyla bulunmuştu. Emeğin daha yoğun sömürülmesi, sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması, özelleştirme süreçleri, kamusal hizmetlerin piyasaya açılması, sermayeye sınırların kaldırılması, küreselleşme, deregelüsyon gibi neoliberal bir dönem son 40 yıla damgasını vurdu. Dünya kapitalizminin yönelimleri doğrudan Türkiye kapitalizmini de etkilemiş, bir kez daha sermaye birikim modellerindeki değişim düzen siyasetindeki değişimleri beraberinde getirmiş, neoliberal saldırı siyasetinin bir sonucu olarak Sovyetler’in çöküşüyle iki kutuplu dünyanın sona ermesi Türkiye açısından da yeni bir siyasal rejimi gündeme taşımıştır.

Dünya kapitalizminin 40 yıldır yaşadığı değişim ile Türkiye kapitalizminin 12 Eylül darbesinden bu yana ve bunun 20 yılını AKP iktidarı ile geçirdiği 40 yıllık dönüşüm arasında bir paralellik bulunuyor. Neoliberal dönemin karşılığı ülkemiz açısından 1923 yılında kurulmuş Cumhuriyet’in tasfiyesi olmuştur. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde kurulan Cumhuriyet, 1991 yılında reel sosyalizm çözüldükten sonra benzer bir akıbete uğramıştır. AKP’nin 20 yıllık iktidarı, bu açıdan doğrudan sermaye sınıfının çıkarlarıyla, sermaye birikim modeliyle, dünya emperyalist sistemine uyumla vs. açıklanabilir. Yoğun emek sömürüsünün daha merkezi bir devlet yapılanmasına, ideolojik olarak ise gerici ve otoriter bir siyasal dönüşüme tekabül etmesi tesadüf ya da anormal sayılmamalıdır. [4]

Yeni rejimin tasdiklenmesi

Yaşanan 20 yıllık gerici dönüşüm, bugün İkinci Cumhuriyet adını verdiğimiz ve başkanlık rejimiyle kodlanan bir rejim değişikliği ile sonuçlanmıştır. Bunun emperyalist-kapitalist sistemin değişimlerine paralel gelişimi ile Türkiye kapitalizminin iç dinamikleriyle birlikte ele alınması gerekiyor. Bugün anayasa tartışmasının gündeme getirilmesi, AKP eliyle kurulan yeni rejimin tasdiklenme girişimi olarak okunmalıdır. AKP tarafından işin ideolojik ve propagandif tarafı olarak sunulan “2023 vizyonu”, “yeni Türkiye” gibi söylemler -hamasi tarafı bir yere bırakılırsa- başka bir gerçekliğe işaret etmektedir. 12 Eylül’den beri gündeme getirilen “Türk-İslam sentezi” bugün devletin resmi ideolojisi olmuştur. 20 yıldır ülkemizde yaşanan gerici dönüşüm, Türkiye kapitalizminin iç dinamikleri ile emperyalizmin yönelimlerine paralel bir biçimde yeni bir rejimin şekillenmesi manasına gelmiştir.

Bugün, AKP’nin iç siyasette yaşadığı sıkışma, düzen muhalefetinin parlamenter rejime dönük talebi ve başkanlık modelinin ekonomik krizin altında kalması, anayasa gündemini sadece bir gündem değiştirme aracı olarak görmeye neden olabilir. Anayasa gündemini, tersinden AKP’yi bu sıkışma halinden de çıkartacak ve yeni rejimi tasdik edecek bir girişim olarak değerlendirmek en doğrusu olacaktır. Bugün Türkiye kapitalizminin AKP eliyle yaşadığı dönüşüm, ülkenin siyasal parametrelerinde köklü değişikliklere yol açmıştır. Karşımızda 1923 yılında temelleri atılan Kemalist Cumhuriyet bulunmuyor. Tersinden, AKP’nin kurucu parti olduğu yeni bir rejim bulunuyor. Özcesi, yeni rejim anayasasını yapmak istiyor!

Düzen muhalefeti de, Kürt siyaseti de, hatta “Kemalist ordu” da bu yeni rejimde yeniden kuruluyor, yerini alıyor! Anayasa yapılır mı yapılmaz mı ya da “yeni rejim”in yeni kriz dinamikleri ne olur soruları başka bir tartışma konusu olarak bir kenarda durmalı ama Kemalist devletten Türk-İslamcı bir devlete geçtiğimiz, yeni bir rejimle karşı karşıya bulunduğumuz öncelikle kabul edilmelidir!

[1] Meclis isterse hilafeti ihya edebilir (22.03.2021), https://www.yeniakit.com.tr/haber/meclis-isterse-hilafeti-ihya-edebilir-1522619.html

[2] Cumhurbaşkanı başdanışmanı Mehmet Uçum’un yeni anayasa değerlendirmeleri (01.03.2021), https://t24.com.tr/haber/cumhurbaskani-basdanismani-mehmet-ucum-anayasadaki-yok-mgk-gibi-kurumlar-tartisilabilir,936095

[3] Geçmeden, kısa bir not düşmeli: Eğer süreklilik-kopuş diyalektiğinde sürekliliğe vurgu yaparsanız, yani kapitalist sistemin devamlılığına vurgu, 20 yıllık yaşanan siyasal dönüşümü açıklama şansınız olmaz. Tersinden kopuşa vurgu yaparsanız, yani “rejim değişimini” sistemden azade ele alırsanız, devletin sınıfsal niteliğini ve kapitalist sistemin üzerini örtersiniz. Birincisinden apolitizm, ikincisinden ise düzen siyaseti türer.

[4] AKP ile emperyalizm arasındaki açının açılması başka, ılımlı İslam projesinin başarısızlığı başka bir konu. Ancak AKP’yi anomali sayan görüşlerden uzak durmak gerek. Burada sorun olarak Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bağlamında Kürt sorununun yaratmış olduğu gerilim bulunmaktadır.

Comments are closed.

0 %