İki devrim iki yeni ülke
Orhan Deniz
Birinci Dünya Savaşı sadece on milyonlarca insanın ölmesi, yaralanması, yersiz yurtsuz kalmasıyla sonuçlanmaz. Dünya siyasi haritasında da, sadece ülkelerin sınırlarıyla ilgili olmayan, çok şey değişir. Savaş sonunda bir yandan ABD emperyalist-kapitalist kutuptaki belirleyici ülke pozisyonuna yerleşmeye başlarken diğer yandan yüzlerce yıllık geçmişleri olan imparatorluklar tarihe karışır ve asıl yenilik olarak da dünya diğer kutupla, sosyalizmle, tanışır.
Doğu’nun Çarlık rejimi altındaki topraklarında gelişen işçi sınıfı hareketi Bolşeviklerin önderliğinde iktidara taşınırken, kısa bir süre sonra Asya kıtasının büyük bölümüne yayılacak olan sosyalist ülkelerin birliği de oluşmaya başlar. İktidarın ele geçirildiği 6 Kasım 1917’den Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulduğu 30 Aralık 1922 tarihine kadar geçen süre dünya tarihindeki özel kesitlerdendir. Sosyalist iktidarı kurmak için atılan adımlar, Çarlık yanlısı Beyaz Ordu’ya karşı yürütülen savaş, bu savaş esnasında kurulan farklı ittifaklarla sosyalist iktidarın güçlendirilmesi/korunması çabaları, geniş bir coğrafyada yaşayan geri kalmış Doğu halklarını sosyalist iktidarın saflarına katılmaya ikna etme uğraşı ve yıkılan Çarlık Rusya’sının içinde yer aldığı 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını en az hasarla atlatabilmek için uluslararası alanda yürütülen diplomasi Bolşeviklerin bu kesitte yaptıklarının kısa bir özetidir.
[arm_restrict_content plan=”3,2,” type=”show”]
Tüm bu sürecin önemli bir yanı da, başlangıçta, Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde, daha gelişmiş kapitalist ülkelerde de devrimlerin gerçekleşeceği yönündeki beklentinin sürecin sonuna doğru azalması ve tek ülkede sosyalizm siyasetinin oluşmaya başlamasıdır. Bu dönüşüm içte ve dışta siyasal mücadelenin önemli bir belirleyeni olur. Özellikle komşu ülkelerle kurulan ilişkilerde daha “devrimci” bir zorlamadansa daha “reel” bir kabulleniş belirginleşir. Bunun pratik örneklerinin en iyi izlendiği yerlerden biri de yıkılan Osmanlı Devleti yerine kurulan yeni ülke, yani Türkiye Cumhuriyeti olur.
İlk temaslar
Bolşevikleri iktidara taşıyan süreçteki en önemli sloganlardan biri “Barış”tır. Onlarca yıldır Çarlık rejiminin çıkarları için cephelerde savaşan işçi ve köylüler Bolşeviklerin barış talebine ikirciksiz sahip çıkarlar. Devrim sonrası ilk işlerden biri savaştan çıkmak ve bunun için gereken uluslararası adımları atmaktır. Devrimden bir gün sonra, 8 Kasım 1917’de yayınlanan kararname ile savaşın parçası olan tüm devletlere “hemen savaşa son vermeleri, bırakışma imzalamaları, hiçbir toprak parçası ilhak etmeksizin ve savaş tazminatı ödemeksizin, tam anlamıyla demokratik ve adil bir barışa varmaları” çağrısında bulunulur. Çağrının muhatabı olan devletler Bolşevik iktidarın barış talebini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışırlar ve bu süreçte karşılıklı ikili ilişkiler de kurulur. 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Antlaşması ile Bolşeviklerin barış talebi yazılı bir antlaşmaya dönüşür. Bolşeviklerin bu dönemki zorunlu muhatabı olan Osmanlı Devleti de bu antlaşmayla son kez toprak kazanır; antlaşma uyarınca Kars, Ardahan, Batum ve Artvin Osmanlı’ya bırakılır.
Bolşevik iktidarla Osmanlı arasındaki zorunlu ilişki çok sürmez. Özellikle fiili işgalin ve buna karşı Anadolu’da bir hareketin başlaması Bolşeviklerin ve Bolşeviklerin yanında sosyalist iktidar mücadelesine katılmış olan Türk komünistlerinin yeni arayışlara girmesine neden olur. Bilinen ilk bağlantı bu arayışların sonucu olarak Havza’da Albay S. M. Budienniy ile Mustafa Kemal arasında kurulur.[1]
Bundan sonra İstanbul’daki hükümet Bolşevikler nezdinde bir muhatap olmaktan çıkar ve Anadolu’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesinin ana öznesi olan Ankara hükümeti meşru muhatap olarak görülür. Ankara hükümeti içinse Bolşeviklerle kurulan ilişki savaşın kazanılması için atılması gereken zorunlu bir adım gibidir. Mustafa Kemal’in 23 Haziran 1919 tarihli Kâzım Karabekir Paşa’ya Amasya’dan çektiği telgrafta kullandığı ifadeler bu yaklaşımı net olarak ifade eder: “(…) örneğin bazı temsilcilerin kabulü ve gelecekteki durumumuz için, silah, savaş gereçleri, araçlar, para ve gerekli görülürse insan vermek gibi işler üzerinde görüşmeler yapılabilir. Bu şekilde anlaştıktan sonra kendilerini sınırda tutmak ve İtilaf güçlerinin memleketi boşaltmaları için bir silah gibi kullanmak…”.
Mustafa Kemal’in önderliğindeki kurtuluş mücadelesi ile Lenin’in önderliğindeki sosyalist kuruluş mücadelesinin yaşadığı bu kesişme ve kurulan ilişkiler her iki tarafın keskin gerçekçiliğini de gözler önüne serer. Biraz kabalaştırarak ifade edersek, Türkiye hem emperyalist işgali yenebilmek hem savaştaki bazı büyük cephelerin kapatılmasını sağlamak hem de askeri-ekonomik destek sağlamak için, sosyalist Rusya ise hem güneybatısından gelebilecek askeri tehditleri ortadan kaldırmak hem de dünya üzerindeki emperyalist tahakkümü geriletmek için diğer tarafa ihtiyaç duymaktadır ve birlikte var olmak bir anlamda bu iki devrimin/mücadelenin kaderidir.
Bolşevik destek
Bolşevik iktidar ile Ankara hükümeti arasında kurulan bu ilişkiler resmi antlaşmalarla da kendini gösterir. 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması (Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması), Ankara hükümetinin imzaladığı ikinci resmi antlaşmadır ve doğu sınırlarını belirler. 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması da bu sınırları kesinleştirir.
İlk ilişkilerin kurulduğu zamandan bu anlaşmalarla pekiştirilen döneme kadar ve sonrasında da Sovyet Rusya Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesine silah, para, altın ve mühimmat yardımında bulunmaya devam eder. Bazıları söz konusu antlaşmalarla bırakılan toprakların karşılığı olarak tarif edilen bu yardımların ölçeği o kadar büyüktür ki, bu yardımların ulusal mücadelenin sonuca ulaşmasında birinci dereceden etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
“Toplam para yardımı o dönemin kâğıt Türk Lirası hesabı ile 8o milyon civarındadır. Oysa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1920 bütçesinin toplamı 63.018.354 TL., 1921 bütçesinin toplamı ise 79.160.058 TL.’dir. Bu toplam giderler içinde ise Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27.576.039 TL., 1921 yılında 54.160.058 TL. kadardır. Yani iki yıldan daha az bir zaman içinde verilen Rus para yardımı Ankara Hükümeti’nin bir yıllık bütçesinden fazla, 1920 ve 1921 yılları için Meclisçe onaylanan Milli Savunma giderlerinin toplamı kadardır.
Silah yardımına gelince, Rusya’dan alınan piyade tüfekleri “Milli Mücadele” boyunca sağlanan tüm tüfeklerin dörtte birini aşar. Ancak Sakarya savaşının başladığı gün 23 Ağustos 1921’de bu savaşa katılan Türk gücünün silah mevcudu 54.572 tüfek idi. 28 Temmuz 1921 tarihine kadar ise Rusya’dan teslim alınan ve Anadolu’ya taşınmış olan tüfek sayısı 30.083’tür, yani Sakarya’daki tüfek gücünün yarısından fazlası. Aynı şekilde Sakarya savaşı başlarken Batı Cephesi birliklerinde 9 milyona yakın piyade mermisi bulunuyordu. Savaş boyunca, yapılan hesaplara göre 10 milyona yakın mermi tüketilmiştir. Oysa 28 Temmuz’a kadar Rusya’dan alınan piyade mermisi sayısı 300 milyonu aşıyordu. Tüm “Milli Mücadele” dönemi içinde ise sağlanan piyade mermisinin yarısından fazlası Rus yardımı olarak alınmıştır. Daha ağır silahlara gelince, makineli tüfeklerin dörtte biri, topların üçte biri Rusya’dan gelmiştir.”[2]
Hem yapılan tüm bu yardımların yarattığı olumlu hava hem de savaş sonrası nasıl bir ülke kurulması gerektiğiyle ilgili tartışmalar Bolşeviklere ve kurdukları yeni sosyalist ülkeye dönük ilgiyi de besler. Anadolu’da ideolojik olarak sosyalizmle ilgisi olmayan ama kendilerini Bolşevizmle ilişkilendiren çeşitli hareketler ortaya çıkar. İlginç olan kırmızı fes giyme, birbirine “yoldaş” diye hitap etme gibi şekle dair benzer davranışların bizzat Mustafa Kemal ve çevresindekilerce de gösterilmesi ya da desteklenmesidir. Bunların ne kadarının gerçek bir etkilenme ne kadarının bir tür siyasal pragmatizm olduğunu hesaplamak mümkün değil. Fakat Mustafa Kemal ve Ankara hükümetinin yüzünün, baştan itibaren, bir ekonomik düzen olarak kapitalizme dönük olduğu nettir. Güncel pratik içerisinde siyasal bağımsızlık için anti-emperyalist karakterli bir savaş yürütme zorunluluğu bu yüzü Doğu’ya ve oradaki yeni ülke ve düzene çevirmek zorunda bırakmaktadır. Benzer zorunluluklar sonraki yıllarda da, cumhuriyetin ilanı sonrasında, ülkenin inşası başlığında kendini gösterir.
İnşada destek
Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki ilk önemli antlaşma 17 Aralık 1925’de Paris’te imzalanır. Sovyetler Birliği-Türkiye Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması uluslararası alanda yaşanan gelişmelere karşı her iki ülkenin beraberce vermiş olduğu bir tepkidir. Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere’nin istediği şekilde sonuca bağlanması ve Avrupa’daki kapitalist ülkelerin Locarno Antlaşması ile kendi aralarındaki ilişkileri düzeltip, Almanya’yı tekrar aralarına dâhil etmesi hem Türkiye hem de SSCB açısından önemli gelişmelerdir. O güne kadar kurulmuş olan dostluk ve dayanışma ilişkisi, yaşanan bu uluslararası gelişmelere karşı da beraber adım atmalarını sağlar ve Milletler Cemiyeti Konseyi’nin Musul’la ilgili çalışma yapan İnceleme Komisyonu’nun raporunu onayladığı günden bir gün sonra Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı imzalarlar. Antlaşma 3 ana maddeden oluşur. Sıralarsak: 1) Taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsız kalacak, 2) Taraflar birbirlerine karşı bir saldırı hareketinde bulunmayacak, başka devletlerle karşı tarafa yöneltilmiş bir ittifak veya anlaşma yapmayacak, herhangi bir harekete katılmayacak, 3) Antlaşma süresinin bitmesinden 6 ay öncesine kadar bir tarafça feshedilmedikçe otomatik olarak 1 yıl uzayacaktır. Nitekim antlaşma, 1929, 1931 ve 1935 yılında imzalanan protokollerle sırasıyla 2, 5 ve 10 yıl uzatılır.
Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’ndan iki yıl sonra, 11 Mart 1927’de imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması da iki ülke arasındaki yakın ilişkileri gösteren belgelerdendir. Antlaşmayla Sovyetler Birliği’nin Türkiye’deki temsilcilikleri diplomatik dokunulmazlıklar kazanır ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde temsilcilikler açılması düzenlenir. Ayrıca tarafların üçüncü bir ülkeye gönderecekleri malların gümrüğe tabi olmadan transit olarak geçişi kararlaştırılır. Ekonomik temelli bir antlaşma olan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması sonrasında da iki ülke arasında ticaret antlaşmaları imzalanır ve karşılıklı ekonomik ilişkiler güçlendirilmeye çalışılır.
Bu yılların kapitalist-emperyalist sistem için oldukça çalkantılı yıllar olduğu gözden kaçmamalı. Yaşanan ekonomik kriz sürekli derinleşir ve 1929 Büyük Bunalım’a doğru gidilirken, Sovyetler Birliği planlı ekonomik modele geçiyor ve 1928-1932 yıllarını kapsayan 1. Beş Yıllık Plan uygulanmaya başlıyordu. 1. Plan’ın başarısı üzerine daha sonra 2. Beş Yıllık Plan da hayata geçirilecekti.
Dünyada yaşanan bu kriz Türkiye açısından da bir karar anlamına gelir. Ekonomik model olarak liberal tezleri sahiplenen siyasi merkez daha korumacı bir modele yönelmek zorunda kalır. Burada da bakılan yer gün be gün derinleşen kriziyle boğuşan kapitalist Batı değil, yapılan uygulamalarla çok hızlı bir gelişim sergileyen Sovyetler Birliği’dir.
1932 yılında İsmet İnönü’nün Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi bu açıdan önemlidir. Geziye çıkmadan önce iki ülke arasındaki dostluğa ve güvene işaret eden İnönü, Sovyetler Birliği’nden ekonomik planlama alanında yardım ister. Gezinin iki önemli sonucu vardır: Sovyetler Birliği Türkiye’ye 8 milyon dolarlık faizsiz kredi (20 yıl vadeli ve tarım ürünü şeklinde geri ödemeli) vermeyi kabul eder ve Türkiye’nin ekonomik kalkınması için uzmanların çalışmalar yapması kararı alınır.
İnönü gezisini bitirip döndükten sonra Sovyetler Birliği’nde kalan Türk uzmanlar Rusya’daki sanayi tesislerini incelerler. Ardından Sovyet uzmanları Türkiye’ye gelirler[3] ve Anadolu’daki çeşitli kentleri gezip inceleyerek, buralarda kurulabilecek sanayi tesislerine ilişkin raporlar hazırlarlar.
Kayseri ve Nazilli’deki Sümerbank fabrikalarının kuruluşları bu raporlar doğrultusunda ve Sovyet uzmanların doğrudan desteğiyle gerçekleşir. Fabrikalarda çalışacak gençlerin bir bölümü Sovyetler Birliği’nde staj gördükten sonra ülkeye dönerler. Aynı yıllarda sanayileşme için gerekli altyapıyı sağlayacak hammaddelerin sağlanması, toplu ulaşım ve tarımla ilgili makinelerin ticareti gibi konularda da adımlar atılır.
1930’lu yıllar boyunca sıkılaşan tüm bu siyasal ve ekonomik ilişkiler 1940’lara doğru, dünyadaki siyasal gelişmeler ve yaklaşan savaştaki pozisyonlardan kaynaklı, bozulmaya başlar ve sonrasındaki seyir başka bir mecrada akar. Buna rağmen, 1960’lı yıllarda kurulan ve Türkiye’nin en önemli sanayi kuruluşlarından olan İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, İzmir Aliağa Rafinerisi, Batman Petrol Rafinerisi, ATAŞ Rafinerisi, İPRAŞ gibi tesislerin kuruluşunda yine Sovyetler Birliği’nin kredi ve teknik desteği vardır.
Sonuç olarak…
- yüzyılın başında gerçekleşen iki devrim gösterdikleri dostluk ve dayanışmayla kurdukları yeni ülkelerinin ayakta kalmasına destek olmuşlardır. Ekim Devrimi’nin insanlık tarihinde ileriye doğru atılmış en büyük adım olması Anadolu’da başlayan hareketin devrimci adımlar atma konusunda cesaretini de beslemiş ve her iki devrimin gerçekleştiği coğrafyalarda toplumsal yaşama ilişkin radikal kararlar hayata geçirilmiştir. Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönen, ama sırtını da Doğu’ya yaslayan pragmatizmi, emperyalizme karşı savaşan tüm halkları destekleme kararlığındaki Sovyetler Birliği tarafından görülmüş, kabul edilmiş ve buna rağmen her türlü destek sunulmuştur.
Şurası net olmalıdır: Türkiye’nin kuruluşuna ilişkin, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluş ve inşadaki büyük desteğini/katkısını göz ardı eden hiçbir şey gerçeği yansıtmamış olacaktır.
[1] Stefanos Yerasimos bu görüşmenin Mustafa Kemal ile Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya gönderdiği temsilciler arasında gerçekleşmiş olma olasılığına da dikkat çekiyor.
[2] Yerasimos, S., Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923, Boyut Yayınları, s. 618-619
[3] O dönemki Cumhuriyet Gazetesi’ne göre gelen uzmanlar iktisat profesörü Orloff, pamuklu dokuma mühendisi elyaf uzmanı M. Serj Mazurin, kumaş düzenlenmesi uzmanı M. Glagabien, mimar Nikolayef, inşaat enstitüsü müdürü, su mecrası ve kanalizasyon uzmanı Profesör M. Samgin, jeoloji uzmanı M. Troyanski, teknik enstitü profesörü enerji uzmanı Boris Volinski, iktisat enstitüsü müdürü plan hazırlama uzmanı iktisatçı Profesör M. Nikolo Kovalefski’dir.
[armelse]
Yazının tamamına erişmek için abone olmalısınız. Tıkla, abone ol
[/arm_restrict_content]