Hasan Âli Yücel’in güncelliği
Akasya Kansu
Sophokles’in zamansız eseri Kral Oidipus, tarihte ilk kez M.Ö. 428’de sahneye kondu. 1899’da Sigmund Freud Kral Oidipus’tan hareketle kaleme aldığı ve bütün bir Hıristiyan dünyasının dengelerini bozacak olan Rüyaların Yorumu isimli kitabını yayınladı. Rüyaların Yorumu’nun ana temalarından en önemlisi Oidipus kompleksiydi.
Rüyaların Yorumu kitabının yayınlanmasından kırk bir sene, Kral Oidipus’un sahneye konmasından yüzyıllar sonra, 1940’da, Hasan Âli Yücel’in kurduğu tercüme encümeninin/bürosunun yayın dizininin ilk kitabı ‘Kral Oidipus’ Bedrettin Tuncel çevirisiyle ilk kez Türkiye’de okurlarıyla buluştu.
Bu yazı bir polemik yazısı olarak tasarlandı. Tanıl Bora’nın, kerameti kendinden menkul Hasan Âli Yücel biyografisini eleştirmek için, esasında uzun bir vakit ayırıp aynı ‘profesyonellikle’ bir kitap yazmak gerekir. Ancak, Tanıl Bora’nın gözünde, yalnızca ceberut Kemalist cumhuriyetin sonradan kocayan Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel’in hayaletini kovalamaktansa, eksiklikleri gidermenin daha elzem olduğunu kitabın ikinci yarısında anlamış biri olarak bu yazıyı kaleme alıyorum.
Cumhuriyet tarihindeki her siyasal sorunsalı bir şekilde erken cumhuriyete bağlamayı seven “Birikim”in Hasan Âli Yücel’i mıncıklaması normal. Çünkü post-post Kemalizm evresine geçildi. Şimdi, artık yeterince dövülen ‘Kemalizmler’ için iki-üç tane de doğrusu vardı deme vakti. Aslında, AKP dönemi sona ererse hem sevebilecekleri hem de dövebilecekleri bir siyasal pratik karşılarına çıkacak. İhtimal ki, liberal, merkez sol-sağ koalisyon ortaklığı kurulursa hem biz size demiştik diyebilmenin konforunu sağlamış olacaklar (CHP Belediyelerince düzenlenen etkinliklerde Bora’nın görünürlüğü) hem de AKP sofralarında çekilen fotoğraflarda kaybolan entelektüel şöhretlerini yeniden kazanabilmelerinin önü açılacak. Tam da böylesi bir zamanda, Hasan Âli Yücel ilgi toplayacak bir çalışma nesnesi. Ama Tonguç ya da bütünüyle Köy Enstitüleri değil belli ki. Çünkü Bora’ya göre herhangi bir partiye ya da sosyalist harekete doğrudan dâhil olmayan Tonguç son kertede solcu. Ancak daha faydacı bir siyasetçi olarak Hasan Âli Yücel, laik cumhuriyete rağmen babadan gelen dini bütünlüğüyle, Mevlevi geçmişiyle, Atatürk’e adanmışlığıyla, İsmet İnönü’ye bir dönem yakınlığı ama sonradan uzaklığıyla daha “kolay bir Kemalist oyuncak”.
Amorf Bir Kemalist ikon olarak Hasan Âli Yücel
Tanıl Bora, Hasan Âli’yi sevilmeye teşne zayıf bir çocuk; babasını ise kırılmış, bedbaht bir karakter olarak betimler. Mevlevi neyzen babanın görüşleri önce ittihatçılar sonra cumhuriyetin laisizmiyle susturulur Bora’ya göre. Kitabın ilk bölümlerinde, Hasan Âli’nin babasıyla doğrudan bir özdeşlik kurmaması, cumhuriyet devrimlerine olan inancı ancak diğer yandan da -Yücel’in kendi ifadeleriyle- ‘dine inanan bir adam’ olması, onu amorf bir Kemalist figüre dönüştürür. Erken cumhuriyetin eğitim ve kültür atılımının öncü ismi Hasan Âli Yücel’in inançlı olması ve Mevlâna sevgisi, bunların karşısındaysa cumhuriyete ve aydınlanmaya adanmış yaşamı Bora’nın gözünde eklektik bir konumdadır. Kitap boyunca en yoğun vurgu, Yücel’in erken cumhuriyet tarafından seyreltilen manevi duygularının(!) görevden alındıktan sonra tekrar ortaya çıkmasıdır. Oysa Mustafa Gazalcı, Bora’nın okumasındaki ‘inanç sahibi olmak’ ve laisizm ikiliğindeki iğretinin karşılığını şöyle ortaya koymuştur:
“Hasan Âli Yücel dini çok iyi bilmesine, çocukluğu dinsel ağırlıklı bir eğitimden geçmesine karşın, yükseköğretimde gördüğü felsefe eğitimi, hümanist kişiliği, insan özgürlüğüne ve us bağımsızlığına bağlılığı onu laik yapmıştır. Laik eğitimden hiç ayrılmamıştır…. Yücel, yazdığı “İyi Vatandaş İyi İnsan” adlı kitapta dinler, üç peygamber, kişi ve toplum üzerine bilgi verdikten sonra, çıkış olarak hukukun, aklın, barışın üstünlüğünü göstermiştir”.[1]
Yücel’in inanç sahibi ve fakat laik bir devlet insanı oluşu, eleştirel ve üstenci bir perdeden eklektik bir yansıma bırakabilir. Ancak, kendini ‘devrimci’ olarak tanımlayan Yücel’in laik eğitim düşüncesine katıksız bağlılığı da Mevlevi inancına düşkünlüğü de benliğine içkindir.
Devrimci Hasan Âli Yücel
Hasan Âli Yücel 1939’da eğitimde yapısal bir değişikliği hayata geçiren milli eğitim planının hazırlanacağı Milli Eğitim Şurasından önce ilk Türk Neşriyat Kongresini toplar. Kongrede siyasetçiler ve erken cumhuriyetin aydınları fikir alışverişinde bulunurlar. Kongre sonunda sistematik çeviri seferberliğinin başlatılması, ulusal kitaplığın yaratılması, köylere kitap ulaştırılması, ansiklopedi çalışmalarının başlatılması gibi kararlar alınır. Bu kararlar Hasan Âli Yücel’in bakanlığı döneminde büyük oranda hayata geçirilir.[2]
Kongreden çıkan kararların en önemlisi ve belki de Cumhuriyet tarihine ve literatüre en fazla iz bırakanı, 1940’ta ilk kez Ankara Halkevi’nde toplanan Tercüme Encümeni/Bürosu’nun kurulmasıdır. Encümen Üyeleri; Etem Menemencioğlu, Mustafa Nihat Özön, Abdülhak Şinasi Hisar, Ali Kamil Akyüz, Bedrettin Tuncel, Burhan Belge, Cemil Bilsel, Fazıl Ahmet Aykaç, Fikret Adil, Galip Bahtiyar Göker, Halil Nihat Boztepe, Halit Fahri Ozansoy, İzzet Melih Devrim, Nasuhi Baydar, Nurettin Artam, Nurullah Ataç, Orhan Şaik Gökyay, Rıdvan Nafiz Ergüder, Sabahattin Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Sabri Esat Siyavuşgil, Selami İzzet Sedes, Suut Kemal Yetkin, Şinasi Baran, Yusuf Şerif Kılıçer, Yaşar Nabi, Zühtü Uray gibi dönemin önemli isimlerinden oluşmaktaydı. Ekmeğin karneyle alındığı yıllarda Hasan Ali Yücel, bir kültür atılımının ilk ateşini fişeklemiştir. Yücel, görevde kaldığı yedi yıllık zaman içerisinde 500’e yakın klasiği toplumla buluşturmuştur.[3]
Yücel’in bakanlık yaptığı 1938-1946 yılları arasında, yurt genelinde okuma-yazma oranı %23’ten %40’a çıkmıştır.[4] Rakamlarla sabit bir gerçek karşımızda durmaktadır. Görev süresi yedi yıl, yedi ay, yedi gün olan bir Milli Eğitim Bakanı ve sadece yedi yılda yurt genelinde okuma yazma oranında %17 artış. İlk konservatuarların açılması, ilk operanın sahnelenmesi, Köy Enstitüleri, Türkçeye kazandırılan onca eser bir yana bırakılırsa sadece okuma yazma oranındaki bu artış bile Hasan Âli Yücel’in eğitim/kültür alanındaki devrim niteliğindeki eylemlerini ortaya koyar. Gerçekleştirdiği atılımı, sadece siyasi bir figür ya da bürokrat olarak koltuğundan izlemez, yurt gezileri yapar, yerinde görür. Bir devrimcidir Yücel. Kısaca, ayakları üzerinde yeni durmaya çabalayan, İkinci Dünya Savaşı kapısındaki erken cumhuriyete çok şey kazandırmıştır.
Köy Enstitüleri
Hasan Âli Yücel’in (İsmail Hakkı Tonguç’la birlikte) gerçekleştirdiği eğitim atılımının en önemli parçalarından biri hiç kuşkusuz Köy Enstitüleri’dir. Fakat Köy Enstitüleri de Yücel’e yönelen kerameti kendinden menkul liberal eleştiriden payını alır. Köy Enstitülerine, akademizmle malul bir saldırı amacıyla yaklaşılırsa eğer, şöyle ifadeler kullanılabilir:
“Proje, teknik olarak, köylü nüfusun asgari eğitim düzeyini acilen yükseltme ve bunu olabildiğince ucuza mal etme hedefine dayanıyordu”[5]; yine, enstitülü yazarlardan birinin “kitleyi gerçek bir eğitimden geçirmek” sözü şu biçimde olumsuzlanabilir: “Eğitimden geçirmek -tornayı, rendeyi çağrıştıran bir kalıplama- biçimlendirme fiilidir eğitimden umulan”.[6]
Köy Enstitüleri bunlardan çok daha fazlasıdır ve akademizmin bile hakkını teslim etmek durumunda kaldığı önemli boyutlara sahiptir. Köy Enstitüleri aslında kapatılmalarına da sebep olacak bir biçimde, üstyapısal kerteyi ilgilendiren bir kültürel-eğitsel atılımdan daha çok üretimdeki iş bölümünü sorgulatacak bir dönüşüme neden olmuştur. O dönemki CHP içerisinde bulunan ve Köy Enstitüleri’nin kapatılması sürecinde büyük rol oynayan kesimler, aslında toprağa bağlı üretimde köylünün emek gücüne el koyan güçlü feodal ilişkiler ağının da merkezinde olan kişilerdir. Bu nedenle yapısal kerteyi etkileyebilecek en küçük bir değişiklik (aslında her ne kadar eğitsel-kültürel bir atılım da olsa) o dönemki kapitalizme bağlı küçük meta üretiminde, üretim araçlarına sahip olan kişileri korkutmuş ve Köy Enstitülerinin kapatılması yoluna gidilmiştir.
Köy Enstitülerinin yaptıklarına gelirsek, söylenecek elbette çok şey var; ancak burada sadece birkaç temel noktaya değinmek istiyorum. Köy Enstitüleri, dönemin koşulları gözetilerek köy imecesiyle yapılmıştır. Buna Bora imece değil de “seferberlik” demeyi uygun görmüştür. Yoksullukla imtihan edilen bir ülkede Enstitülerin yapımında köylü emeği, çocuk emeği kullanılmıştır. Doğrudur. Ancak bunun, Bora’nın sessiz vurgularındaki işi ucuza kapatma imalarıyla tartışılması da tam anlamıyla haksızlıktır. Köy çocukları okullarını kendi elleriyle ve köylülerin yardımıyla yapmışlar sonrasında tam da amaçlandığı gibi o köyleri canlandırmışlardır.
Yurdun dört bir yanında köy çocuklarını yoksulluktan, cehaletten kurtaran; sonradan komünist yuvası olarak hedef gösterilen ve dışlanan Enstitüler 1942 yılında ilk mezunlarını vermiştir. Enstitüler, 1947 yılından sonra çeşitli bahaneler bulunarak pek çok öğrencinin kovulmasına rağmen 1951 yılına kadar 17341 öğretmen, 1248 sağlık memuru yetiştirmiştir. Bu öğrencilerin hepsi köylerde göreve başlamıştır.[7] Tonguç ve Yücel’in fidanı tutmuştur.
Komünistleri Besleyen Bakan: Hasan Âli Yücel-Kenan Öner Davası
Yücel’e ilişkin önemli tartışma başlıklarından bir diğeri komünizm suçlaması ve Yücel-Öner davasıdır. Yücel-Öner davasının açıldığı sıradaki siyasal ortamı kısaca değerlendirmek, davanın önemini anlamak bakımından yararlı olacaktır. Hasan Âli Yücel Kenan Öner’e hakaret davası açmadan önce; Turancı yazar Nihat Atsız, Orhun Dergisi’nin Mart ve Nisan 1944 sayılarında yazdığı iki yazıda Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal Antel ve Ahmet Cevat’ın adlarını vererek Millî Eğitim Bakanlığı’nın komünistlerden temizlenmesini istemiş ve Sabahattin Ali’ye vatan haini suçlamasında bulunmuştur. Yine yakın tarihlerde, ırkçı-Turancı harekete yönelik İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde “anayasal rejime, gerçek milliyetçilik anlayışına aykırı gizli bir örgütün ele geçirildiği” iddiasıyla dava açılmış, bunun ardından dönemin İç İşleri Bakanı Şükrü Sökmen Süer ırkçı-Turancı harekete destek vermiştir. Bunun karşısında İnönü, 19 Mayıs 1944 günü gençliğe seslenişinde ırkçı-Turancı hareketi hedefine almış ve bu konuşma Yücel’in Milli Şef’i yönlendirmesi olarak suçlanmasına neden olmuştur.
Yücel’in Öner’e açtığı hakaret davası, 1947 yılında Mareşal Fevzi Çakmak’ın isim vermeden bir Milli Eğitim Bakanının Bakanlığı döneminde komünist etkinliklerin desteklendiğini ileri sürmesi ile başlamıştır. Yücel, Ulus gazetesine yazdığı bir mektupta bu bakanın kim olduğunu sormuştur. Soruya Fevzi Çakmak değil, Kenan Öner Yeni Sabah Gazetesi’nde “Evet o Maarif Vekili Sizsiniz” başlıklı yazısıyla cevap vermiştir. Bunun üzerine Yücel, Öner aleyhine yayın yoluyla hakaret davası açmıştır.[8]
Hasan Âli Yücel, yargılama boyunca davacı olmasına rağmen sanık gibi muamele görmüş ve hedefe konmuştur. Yücel’e Turancılık-milliyetçilik karşıtlığı ve komünistlere yardım etme başlıkları üzerinden saldırıda bulunulmuş, siyasi hayatı boyunca koruduğu itibarı bu iki başlık üzerinden yıpratılmaya çalışılmıştır. Dava üç sene sonra düşmüş, temyiz aşamasında bozulmuştur. Ancak bu üç sene Yücel’i hayli yıpratmıştır.
Hasan Âli Yücel’in siyasi kimliği değerlendirildiğinde, hümanist bir devlet insanı olduğuna dair hiçbir şüphe yoktur. Kendisi komünizm düşüncesinden çok uzak olmakla birlikte yakın çevresinde o dönem komünist olarak tanımlanan isimlerle çalışmış ve suçlamaları(!) doğrular bir biçimde bu isimleri büyük oranda korumuştur. Bu koruma kalkanı politik bir arka plan taşır mı? Çoğunlukla hayır. Ancak aydınlanmaya giden yolda ilerici isimlerle çalışmayı Yücel’in açık bir biçimde tercih ettiği ve bu çalışmalardan da memnun kaldığı bir başka gerçektir.
Son Söz Yerine
Tercüme bürosunun çevirileri, devlet konservatuarı, milli eğitim şuraları, eğitimin laikleşmesi, okuma-yazma oranlarındaki artış, Köy Enstitüleri ve niceleri… Hasan Âli Yücel’in memleketine verdiği her katkıyı altında bir bit yeniği arayarak “ceberut” Kemalist düşüncenin endoktrinasyon hareketi olarak okumak tabi ki mümkün. Hasan Âli Yücel, cebinde etiketleri hazır olanlar için bütün zayıflıklarıyla ve insan haliyle kolayca hedef haline gelecek bir politik inceleme nesnesi. Fakat, yıllar süren AKP karanlığında kaybedilen, yakılan, tacize uğrayan, okula erişemeyen onca çocuk gördük, belli ki daha neler göreceğiz. Şimdi konforlu, bel fıtığına duyarlı bilgisayar sandalyenizden kurcaladığınız, etiketler yapıştırdığınız, elitlikle suçladığınız, bugünün gelişkin kuramlarıyla yargıladığınız insanlar, Anadolu’dan, Trakya’dan gericiliğe inat çıktılar. Ne çok çocuğu da yanlarında çıkardılar. Neyse ki, o inat çiviyi iyi çakmış. Tumturaklı laflarla, röportajlarla, liberal soslu, sahte ekonomi-politik okumalarla da o çivi yerinden çıkmıyor. Çıkmasın da.
[1] Mustafa Gazalcı, “Hasan-Âli Yücel ve Laiklik”, Hasan Âli Yücel’ e Armağan Kitabı, Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yay., Ankara 1997, s. 288.
[2] Canan Yücel Eronat, “Aydınlanmanın Hızı”, Hasan Âli Yücel’ e Armağan Kitabı, s. 9-11
[3] Gazalcı, s. 287.
[4] Gazalcı, s. 287.
[5] Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel, İletişim Yay., İstanbul, 2021, s. 310.
[6] Bora, s. 312.
[7] M. Aydın, “Köy Enstitüleri Sisteminde Örgütlenme”, Köy Enstitüleri Amaçlar-İlkeler- Uygulamalar, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Ankara, 1995, s. 34.
[8] Feyzullah Ertuğrul, Özgürleşme Yolunda Unutulmuş Bir Uğrak Hasan Âli Yücel-Kenan Öner Davası, Gül Dikeni Yayınları, Ankara, 2000, s.18-21, 39 vd.