“1921 ruhu”nda buluşmaya heveslenenler
Hüseyin Murat Yurttaş
Türkiye’nin Osmanlı döneminden başlayan modernleşme sürecinin önemli köşe taşlarından biri anayasalar olmuştur. Her anayasa hem modernleşme ve kapitalistleşme sürecindeki eski toplumsal güçlerle mücadelenin hem de gelişkinlik ve ihtiyaçların karşılığını göstermiştir.
Buna karşın bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle yeni bir anayasa tartışması başlarken her anayasanın egemen sınıfın yapıldığı dönemdeki ihtiyaçları ile ilişkisi ve bu arada o sınıfın iktidar aygıtı devletin şekillendirilmesindeki rolü en az konuşulan başlıklar olmayı sürdürüyor.
Bu açıdan girişilecek bir tartışmada ise öncelikle ideolojik kirliliğin temizlenmesi gerekli gözüküyor. 1921 Anayasası’nın yeni bir “Yetmez Ama Evet” dalgasının dayanağı yapılmak istenmesinin yanı sıra aynı anda siyasal İslamcılar, Kürt siyasi hareketi ve liberaller için bir ortaklaşma noktası olması açısından ne olup ne olmadığına ilişkin bir tartışmanın kazanılması gerekiyor.
Türkiye’de sağın ortalamasının ağzından çıkan “ecdat” sözcüğünün sayısıyla tarihsel olayları çarpıtmadan aktarma becerisi ters orantılıdır. Bu bağlamda Osmanlı’yı da Kurtuluş Mücadelesi’ni de çarpıtarak aktarıp dururlar. 1921 Anayasası’nda, 29 Ekim 1923 ile birlikte, devletin dininin İslam olduğunun yazılmasını sanki en başından itibaren böyleymiş gibi sunup Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “saltanata ihanet” tartışmalarına da delil yapmaya çalışırlar.
Yine Türkiye’de liberalizmin ortalaması Kemalizm ile hesaplaşmadan öteye başka köy bilmediğinden 1921 Anayasası’nın savaş zamanındaki kısa ömrü, kapsamı ve Osmanlı’nın dinsel gruplar üzerinden tanımlanan yerel örgütlenme modelinden bütünüyle kopmamış ve onu şûralar gibi hukuken tanımlı ve uygulanmış bir hale getirmeyen bir metni kendi ademi merkeziyetçi düşlerine dayanak sayarlar.
Bu açıdan Kürt siyasi hareketi, Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin yapısı, bölge adları, kimi diğer metinlerdeki tartışmalar ve ifadeler üzerinden 1921 Anayasası’nı bir “Kürt-Türk ittifakı metni” olarak yorumlamakta bir beis görmemektedir.
Türkiye’de solun ise burjuva devrimi ile ilişkilerini sağlıklı biçimde tariflemekte zorlandığını, burjuvazinin anayasacılığına baskın gelen bir sol korkusunun olması ve bu açıdan düzenli olarak kuralsızlığa yönelmesi ile solu biraz daha anayasal veya yasal düzeni savunan bir konuma ittiği 1960’ların bir benzerinin günümüzde de yaşandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte 1982 Anayasası’na karşı tavrın ise 12 Eylül Darbesi’ne duyulan haklı öfkeden beslenmekle birlikte çoğu durumda liberal tezlerin kabullenilmesiyle sonuçlandığını da ifade etmek gerekir. Bu açıdan tepkiselliğin sağlıklı tahliller yapmayı güçleştirdiği görülür. Solun özellikle liberaller ve Kürt siyasi hareketinin etkisini üzerinden atması için de bu türden bir tartışmayı sağlıklı şekilde kurması önemlidir.
Öyleyse bu çerçevede önce 1921 Anayasası’nın kendisini okumak gerektiği açıktır.
1921 Anayasası nedir?
Tamamı 23 madde ile yürürlük maddesinden oluşan 1921 Anayasası veya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 119 maddelik 1876 Kanunu Esasisi’nden hem hacim hem isim olarak farklıdır. Bu fark esasında düzenlenen başlıklarda da rahatlıkla görülebilir.
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından kapatılmasıyla öncelikle onun devamı olarak 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi en başından itibaren meşruiyetini bir süreklilik ve yasallık çerçevesine oturtmayı tercih etmiştir.
1921 Anayasası belki tam bir Anayasa olmadan 1876 Kanunu Esasisi’nin bir kısmını yeniden düzenleyen yaklaşımıyla hem bu süreklilik ve yasallık arayışının bir göstergesi hem de esasında ilk esaslı ve devrimci kopuşun yasallığını oluşturan metin olması açısından tarihsel önemde görülmelidir.
Altını kalınca çizmek gerekir ki, ilk maddesinde egemenliğin bilâkaydü şart milletin olduğunu ve halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalı olduğunu ifade ve 3. maddesinde açıkça “Türkiye Devleti”ni anan metnin adını resmen koymadığı bir Cumhuriyet’i hedeflediğini, bu anlamda laikliğin esasını merkeze koyduğunu, sadece bir kez “şer’i hükümler”den bahsedildiğini ve 1876 Kanunu Esasisi’nin Osmanlı devletinden ayrıldığını görmek için metinde saltanat ve hilafet makamlarının hiç anılmayarak yok sayıldığı gibi dayanaklara girmeye de gerek yoktur.
İlk 9 maddesinde devleti ve merkezi teşkilatını ortaya koyan 1921 Anayasası daha sonra 14 madde de İdare, Vilayetler, Kaza, Nahiye ve Umumi Müfettişlik başlıkları altında yerel yönetimleri düzenler. Ancak ifade etmek gerekir ki, yerel yönetimlere ilişkin yetki yasalarının hiçbir zaman yapılmaması nedeniyle vilayetler ve nahiyelerin ne şekilde yönetileceklerine dair söylenecek her şeyin varsayımdan ibaret kalacağı söylenebilir.
Bu açıdan 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kaynaklık eden Halkçılık Programı ve kanun teklifi metinlerinden de fazla bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bununla birlikte vilayetlerin yetkiler bakımından olmasa da şûralar ve şûra başkanı tarafından yönetilmeleri yönünden bugünkü illerin düzenlenişinden farklılaştığını görüyoruz. Yine de ortada federatif veya merkezden uzaklaşan bir yapının olduğuna dair somut bir veri göstermek mümkün değildir.
Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin başarıya ulaşması ve İstanbul’un işgal edilmesiyle Osmanlı saltanatının gücünün kalmaması karşısında güçlü dayanaklara ve desteğe sahip halkçı bir program İstanbul’da İşgal Kuvvetleri’nin yok etmeye kalkıştığı ve Ankara’da kendisini aşarak yeniden var eden bir Meclis’te karşılık bulmuştur.
Tarihin gösterdikleri ve çarpıtılanları düzeltmek: Ademi merkeziyetçilik
1921 Anayasası temelde bu şekilde tarif ettikten sonra 1921 Anayasası’na biçilen rollerin gerçek olup olmadığını daha kolay tartışabiliriz.
Bu çerçevede 1921’i anlamanın bir yolu da bu devrimci Anayasa’nın öncesi ve sonrasıyla, yani Osmanlı’nın 1876 Kanunu Esasisi ile ve Devrim’in Anayasası olan 1924 Anayasası ile kıyaslanması olacaktır.
Bu kıyasta, 1864 Vilayet Nizamnamesi diğer adıyla Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi ile başlayan merkeze bağlama yönteminin Osmanlı’nın 1876 Kanunu Esasisi’nde de merkeze ve bütünlüğe yapılan vurguların sürdürüldüğünü ifade etmek gerekir. Esas olarak vakıfların dinsel cemaatlerce idare edilmesi dışında idari işler temel olarak daha çok danışma organı vasfındaki bir yerel yönetim meclisi ile merkeze bağlı yerel yöneticiler tarafından yürütülmektedir.
1924 Anayasası’na baktığımızda ise yerel yönetimlerin çok daha basit düzenlendiğini görüyoruz. Yetki genişliği ve görev ayrımı ilkelerine göre iller, nahiyeler ve köylerin tüzel kişiliklerinin olduğu 1924 Anayasası’nın sadece üç maddesinde düzenlenmiş.
Burada somut olarak merkeziyetçiliğe doğru Osmanlı döneminden başlayan ve devam eden bir eğilim olduğunu görmek gerekir. 1924 Anayasası’nda ifade edilen yetki genişliği ve görev ayrımı ilkelerinin 1876 ve 1921 anayasalarında anıldığı gibi 1961 ve 1982 anayasalarında da anıldığını biliyoruz. Bu açıdan yerel idarecilerin karar alma yetkililerinin olmasının merkeziyetçi eğilimi kesmediğini söylemek gerekiyor.
Ancak 1921 Anayasası için özellikle ifade edilmesi gereken savaş koşullarına özgü olarak düzenlenen Umumi Müfettişlik kurumudur. Umumi Müfettişlik her ne kadar birden fazla ilin savunması ve asayişi için kurulan askeri bir kurum gibi gözükse de savaş koşullarında Büyük Millet Meclisi iktidarının doğrudan denetim mekanizması olacak nitelikleri taşımaktadır.
Bu açıdan 1921 Anayasası’nın ademi merkeziyetçi olmaktan ziyade merkeziyetçiliği savaş koşullarında daha yumuşak bir güç ile yansıtan bir hukuk metni olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim savaş sona erip Cumhuriyet ilan edilirken yapılan değişikliklerin bir kısmı idari bölümleri, vilayetlerin yetkilerini ve vilayet şuralarını düzenleyen maddelerin yerine yazılarak bir yıl sonraki Anayasanın da sinyali verilmiştir.
Bunların üzerine sadece 1921 Anayasası’nın 11. maddesinde yer alan vilayetlerin özerk oldukları ifadesinin esasında vilayetlerin tanımlanan yetki alanlarında tasarruf hakkına yönelik bir ifade olduğunun kabulü daha gerçekçidir. Diğer türlü bir ademi merkeziyetçi yapıdan ve özerk yapılardan bahsetmek ancak bir zorlama olacaktır.
Tarihin gösterdikleri ve çarpıtılanları düzeltmek: Türk-Kürt ittifakı mı?
Buradan Kürt siyasi hareketinin 1921 Anayasası üzerinden geliştirmeye çalıştıkları ittifak ve özerklik tezlerine geçebiliriz.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ tutuklu yargılandığı davada 2019 yılında yaptığı savunmada 1921 Anayasası’ndan bahsediyordu.
Yüksekdağ’a göre, “toplumsal uzlaşma metni” diye tanımladığı 1921 Anayasası’nda yerel yönetimlere özerklik verilmişti. Yüksekdağ bu özerkliğin ve kendi kendini yönetme yetkisinin belirli bir bölgeye has olmadığını da ifade ediyordu.
Figen Yüksekdağ, savunmasında Anayasanın özyönetim, yerel yönetim, yerel özerklik ilkeleri üzerine inşa edildiğini iddia ederken 10 Şubat 1922’de de Kürt Özerklik Kanunu’nun yasalaştığını iddia ediyordu. Böyle bir kanunun hiçbir zaman yasalaşmadığı bir yana Mustafa Kemal’in Ocak 1923’te söylediği “…Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir demektir… Şimdi TBMM hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olamaz.” sözleri de Büyük Millet Meclisi’nde böyle bir yasanın tartışılmış olmasının dahi mümkün olmadığını göstermektedir.
Yüksekdağ, Kürt siyasi hareketinin hemen her isminin tekrar ettiği bu tezleri ileri sürerken yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi esasında tek bir özerklik sözcüğü dışında dayanağı olmadığı görülüyor. Bu açıdan 1921, 1923 veya 1924’te değişen pek fazla şey olmadığı da söylenebiliyor. Dolayısıyla 1921’den Kürtlerin kandırıldığına dair bir tespit çıkarmak yersiz sayılmalı.
Tarihin gösterdikleri ve çarpıtılanları düzeltmek: Hilafet ne yana düşer?
1921 Anayasası’na dair bir başka mit de Siyasal İslamcıların uydurdukları Mustafa Kemal’in Osmanlı padişahından aldığı yetkiyi gizli emellerini gerçekleştirmek için kullandığı ve Anadolu halkını kandırdığıdır. Bu açıdan 1921 Anayasası’nda devletin dininin İslam olduğunun yazıldığı halde sonradan hilafetin kaldırılması ve en nihayetinde laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesinin “1921 ruhuna” aykırı olduğunu söylerler.
Oysa 1921 Anayasası’nda Büyük Millet Meclisi’nin görevleri arasında yer alan “şer’i hükümlerin yerine getirilmesi” hükmü dışında dinsel hiçbir atfın olmadığı gibi saltanat da yer almamakta ve hilafet de anılmamaktadır. Siyasal İslamcıların tüm çarpıtmalarına ve yalanlarına karşın “Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır.” ifadesi Anayasa metnine 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla girmiştir.
Nutuk’ta Mustafa Kemal bu ifadeyi, “Yeni Teşkilatı Esasiye Kanunu yapılırken, laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun 2. maddesini anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur… Yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan bu deyimler, inkılap ve Cumhuriyetin o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir. Millet bu fazlalıkları, anayasamızdan ilk fırsatta kaldırmalıdır.” diyerek açıklamıştır.
Bu açıdan AKP’nin yalnız olmadığını Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da “Yeni anayasa için 1921 ruhu ortaya konacaksa 1. Meclis’in ruhu tekrar hayata geçirilmelidir. Birinci Meclis ruhu farklılıkların düşmanlık sebebi sayılmadığı, ülke menfaatlerinin siyasi menfaatlerden üstün tutulduğu ve tam bağımsızlık yolunda emin adımlarla yürümenin ruhudur” sözleriyle ortaya koydu.
Açıkçası Büyük Millet Meclisi’nin ilk bileşeninin ikinci bileşeninden veya sonrakilerden farklı olduğuna dair vurgu yukarıda açıklanan kapsamda gerçek bir dayanaktan yoksundur.
Saltanatın yıkılıp Cumhuriyet’in resmen kurulmasıyla bir taviz verilmiş ve en kısa sürede bir yük olarak görülen bu tavizden kurtulunmuştur. Bu açıdan siyasal İslamcılar diledikleri kadar “ruh çağırsınlar” ellerine geçecek herhangi bir sonuç yoktur.
Tarihin gösterdikleri ve çarpıtılanları düzeltmek: Liberal safsatalar
Tüm bunlara zemin hazırlayan ise 1921 Anayasası’na ilişkin liberal tezlerdir kuşkusuz. Gerek Kürt siyasi hareketi gerekse siyasal İslamcılar liberal tezlerin açtığı alanda kendilerine yer kapma uğraşındadır. Bu nedenle bu liberal tezlerin de değerlendirilmeleri zorunlu sayılmalıdır.
Hangi niyetle yazılırsa yazılsın CHP milletvekili ve anayasa hukukçusu İbrahim Kaboğlu’nun Birgün’de yazdığı 1921 Anayasası’nı “hazırlanış ve kabul özellikleri bakımından Osmanlı-Türk anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneği” ve “milli iradeyi layıkıyla temsil eden bir meclis tarafından yapılmış olan tek anayasa” türünden tespitleri sırf başka tezlere alan açmakla kalmamakta aynı zamanda 100. yıl bahanesiyle AKP’ye karşı yapılan demokrasi atıflarıyla hem yeni anayasa tartışmalarına hem de karşı da çıkılsa AKP’nin bu tartışmayı yürütmesine meşruiyet sağlıyor.
Yine mesela Murat Sevinç Diken’de yazdığı yazısında 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 100. yılı dolayısıyla yazdığı yazısında tek bir “özerklik” sözcüğünden bir demokratik anayasa çıkartmaya çalışırken 1924 Anayasası’nda bu özerkliğin olmaması ve bu konuda bir tartışma yaşanmamasına hayret ediyor.
Oysa o tek sözcük üzerinden kopartılan fırtına hayreti hak etmekte.
Mustafa Kemal, Birinci Grup, Müdafa-i Hukuk Grubu’nun Büyük Ekim Devrimi’nin etkilerine açık olduğu kuşkusuzdur. Ancak bunun gerçek ve tam bir etkilenme olduğunu iddia edip soldan bir tez üretme çabalarının sınırları olmalıdır. Lenin ve Bolşevikler Mustafa Kemal önderliğindeki bağımsızlıkçı hareketin milliyetçi ve burjuva devrimcisi bir ekip olduğunu ve tarihsel olarak ilerici olan bu hareketin aynı zamanda dönemin koşullarında emperyalizme karşı önemli bir kazanım ve destek olacağını öngördükleri için iki devrimin ilişkileri yakınlaşmıştır.
Bu açıdan Ekim Devrimi’nden etkilenen kişilerin ve konuşmaların varlığını canlı bir tartışma ve aşağıdan yukarıya örülen bir iktidar yapısının hedeflenmesi olarak görmek başka amaçlar taşımıyorsa saflık sayılmalıdır.
Yine liberal tezlerin Türkiye, Türk, birkaç kez görülen Türkiyeli gibi ifadelerden sıçradıkları sonuçlar da Türk modernleşmesinden hiçbir şey anlaşılmadığını gösterir. Bu nitelemeler, bir ulus devlet yaratma peşindeki Kemalizm’in devrimciliği ile doğru orantılı olarak merkeziyetçi ve ulus vurgularını öne çıkartan yönelimini temsil ettiği ölçüde tali niteliklidir.
Her şeyden önce demokrasiyi yerel yönetimler ve bunların özerkliği ile eşitleyen yaklaşımlar özünde Avrupa Birliği’nin yerelleşme gündemini kuzu postuna bürüyüp yeniden piyasaya sürmenin yollarını aramaktadır.
1921 ruhundan “Yetmez ama evet” çıkmaz
Görüldüğü üzere gerek Büyük Millet Meclisi gerekse 1921 Anayasası savaş koşullarında belirli bir siyasi doğrultuya sahip olarak vücut buldular. Cumhuriyet fikri, iktidarın kaynağının herhangi bir kutsallık yerine milletin kendisi olması, dinsel referansların terki gibi laikliğin özünü oluşturan fikirler 1921 Anayasası’nda vardır.
1921 Anayasası bu nedenle devrimci bir niteliğe sahiptir.
Olmayanlar ise hilafet, saltanat, ademi merkeziyetçilik, yerel iktidar gibi kavramlardır.
Bu açıdan 1921 Anayasası’nı orasında burasından çekiştirip kendilerine tarihsel bir dayanak yaparak yeni bir “yetmez ama evetçilik” dalgasının önünün açılmasına izin verilmemelidir. Dahası bugün siyasi meşruiyeti sürekli olarak aşınan AKP iktidarı ve Cumhur ittifakının başlatıp sürdürmeye çalıştığı bir anayasa tartışmasına sırt dönmek yerine o veya bu gerekçeyle ve bu arada 1921 Anayasası’na dair gerçeklere veya safsatalara dayanarak dahil olmaya çalışmak en çok AKP’nin ekmeğine yağ sürecektir.
AKP’ye söylenmesi gereken “1921 ruhu”nun kendilerini çarpacağıdır.
AKP’ye söylenmesi gereken yeni bir anayasa tartışmasını başlatma meşruiyetinin olmadığıdır.